• Sonuç bulunamadı

Türk Romanında Askerî Bürokrasi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Türk Romanında Askerî Bürokrasi"

Copied!
17
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Yahya Aydın

MILITARY BUREAUCRACY IN THE TURKISH NOVEL

ÖZ: Türk romanı, Türk toplumunun geçirdiği siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik değişiklikleri yansıtan önemli bir kaynak konumundadır. 1950’li yılardan itibaren, Türk romanında asker tipler sık olarak görülmeye başlanır. Özellikle 27 Mayıs 1960 İhtilâli ve 12 Mart 1971 Muhtırası sonrası yazılan romanlarda askerler, Türk roman yazarları tarafından çeşitli bakış açılarından ele alınmışlardır. Bunlardan kimileri, askerleri sermaye ile iş birliği yapmasından dolayı suçlarken kimileri de askerleri toplumun ilerici ve Atatürkçü kesimi olarak görmüşlerdir. Bu incele-memizde, 1950-1980 arası yazdıkları eserlerde askerî bürokrasi konusuna eğilen Adalet Ağaoğlu, Attilâ İlhan, Samim Kocagöz ve Sevgi Soysal adlı yazarların toplam altı romanını değerlendireceğiz.

Anahtar Kelimeler: Türk Romanı, bürokrasi, askerî bürokrasi, ordu, memur.

ABSTRACT: Turkish novel, Turkish society has undergone political, social, cul-tural and economic changes is a major source of reflecting. From the year 1950, the Turkish military types in the novel is often to be seen. Especially Revolution of 27 May 1960 and March 12 1971 memorandum written after the soldiers in novels, Turkish novelist are discussed from various viewpoints by. These are some of the soldiers accused of capital due to collaborate with others and Atatürk’s progressive sectors of society as well as the soldiers saw. For this review, the military bureaucracy works written between 1950-1980 that have addressed the issues of Adalet Ağaoğlu, Attilâ İlhan, Samim Kocagöz and Sevgi Soysal authors will assess a total of six novels.

* Dokuz Eylül Üniversitesi, Türkçe Eğitimi Bölümü, Türkçe Öğretmenliği Ana Bilim Dalı Doktora

(2)

Keywords: Turkish novel, the bureaucracy, the military bureaucracy, the military,

officer.

...

Hayat, çeşitli yönleriyle edebiyat için besleyici bir kaynak konumundadır. Edebî neviler içerisinde sahip olduğu anlatım imkânlarıyla, en geniş biçimiyle hayatı sosyal, kültürel, ekonomik vb. boyutlarıyla kurgusal bir gerçeklik içinde, roman aksettirebilir. Kemal Karpat, modern Türk edebiyatının (düz yazı temel alınmak kaydıyla) “sosyal yapıdaki değişikliklere bir tepki olarak” doğduğunu ileri sürer. Bu bağlamda Türkiye’nin sosyal tarihini yazacak olanların, ilk sağlam kaynaklarının edebiyat ol-ması gerektiğini belirtir.1 Şerif Mardin ise, Osmanlı romanının, Türk modernleşmesini incelemek için az yararlanılmış bir kaynak olduğunu dile getirir ve birçok romanın, yazıldıkları dönemin seçkin çevreleri hakkında bilgi verdiğini, ayrıca Osmanlı aydın-larının sosyal değişmenin getirdiği sorunlara dair bakış açısını da yansıttıklarını söyler. Büyük çoğunluğu toplumsal ve siyasal gelişmenin yarattığı sorunları inceleyen tezli roman karakteri taşıyan bu eserlerde, en çok “kadının toplumdaki yeri” ve “üst sınıf erkeklerinin Batılılaşması” üzerinde durulmuştur.2 Üst sınıf erkekleri, İmparatorluğun yıkılışına kadar yazılmış romanlarda, sağlıksız bir Batı taklitçiliğinin temsilî karakterleri olarak daha çok alafranga özellikleriyle ele alınmışlardır.3

Bu üst sınıf fertlerinden Felatun Bey ile Rakım Efendi’de4 Felatun Bey, Araba

Sevdası’nda Bihruz Bey, Turfanda mı Yoksa Turfa mı? romanında Mansur, karşımıza

memur kimlikleri ile çıkarlar. Findley, bu tür karakterlerin edebiyattaki varlıklarının bir rastlantı olmadığını, Osmanlı geleneklerini ve 19. yüzyılın sosyo-ekonomik koşul-larını yansıttığını ifade eder. İddiasını güçlendirmek için, Osmanlı devletinde o dönem için “memur” ile “aydın” kategorilerinin birbiriyle iç içe geçtiğini söyledikten sonra, İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri5 adlı eserinin, “mülkiye memurları üzerine birincil biyografik kaynaklardan biri” olduğunu vurgular.6

Şüphesiz Türk edebiyatında Cumhuriyet döneminde bürokrasi konusuna eğilen birçok romancımız vardır. Bunlar arasında Reşat Nuri, Yakup Kadri ve Ahmet Hamdi

1 Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Edebiyat ve Toplum, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s. 60-61.

2 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi: Makaleler 4, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007, s. 30.

3 Taner Timur, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, İmge Yayınevi, İstanbul, 2002, s. 45.

4 Bu eserdeki Felâtun Bey, Avrupalılaşmada babasından bir adım daha ileri gitmiş, tahsilli ve “büyük bir kalemde memur” olan bir alafrangadır (Okay, 1991: 364-365).

5 İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri 4 Cilt, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1988, Osmanlı

şuarâ tezkireciliğinin son örneği olan bu eser, 574 kişi hakkında bilgi veren zengin bir haltercümesi niteliği de taşır (s. V-VI).

6 Carter V. Findley, Kalemiyeden Mülkiyeye Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi (Çev. Gül Çağalı

(3)

Tanpınar ilk akla gelen isimler olarak belirir. Reşat Nuri, “öğretmenler ve memurlar romancısı”7 olarak dikkati çekerken, Yakup Kadri8, eski zihniyetin taşıyıcısı saydığı ve inkılâbın başarıya ulaşamamasından mesul tuttuğu Osmanlı bürokratlarının Cumhu-riyet dönemindeki devamı saydığı aydınları eleştirir. Tanpınar9 ise, özellikle Saatleri

Ayarlama Enstitüsü ile Tanzimat’tan Cumhuriyet’e inkıraz devrinin eleştirisini yapar.10 Tanpınar, bu romanında yenilik düşkünü, çıkarını düşünmekten öte iş yapmayan Cumhuriyet dönemi bürokrat aydınlarını eleştirir.11 Bu hiciv, geniş anlamda çağa ve topluma yöneltilmiştir.12

Türk romanında 1872-1950 yılları arasında yazılmış üç yüz elli13 romanda, bü-rokrasi ve memurların nasıl ele alındığını belirlemeye çalışan bir araştırma, bu açıdan önemli sonuçlar ortaya koymaktadır. İncelenen romanlarda bürokrasi ve memurlar çoğu kez, olumsuz vasıflarıyla çizilmişlerdir. Çünkü imparatorluğun yıkılışındaki en önemli sebeplerden biri de idarî yapıdaki bozukluklardır. Bu da romancıları böyle bir tavır almaya itmiştir.14 Araştırmada dikkati çeken hususlardan biri ise, askerî bürokrasinin ve memurların diğerlerine nispetle, romanlarda (on üç romanda) daha az işlenmesidir. Çok partili döneme kadar, siyasî alanda çok da varlığı hissedilmeyen askerî bürokrasi, bu dönemin başlarından itibaren hızla siyasallaşmış ve 1960-1980 yılları arasında üç ihtilâlin ve birçok ihtilâl girişiminin odağı hâline gelmiştir. Biz bu çalışmamızda, 1950-1980 yılları aralığında yazılmış seksen romanı çağdaşlaşma, aydın ve eğitim sorunu bağlamında sorgularken dikkatimizi çeken Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi, Attilâ İlhan’ın Bıçağın Ucu, Yaraya Tuz Basmak ve Sırtlan Payı, Samim Kocagöz’ün

İzmir’in İçinde ve Sevgi Soysal’ın Şafak romanlarında askerî bürokrasi ve memurların

nasıl ele alındığını, yazarların bu konudaki görüşlerini aksettirdiğini düşündüğümüz alıntılardan hareketle, genel olarak göstermeye çalışacağız.15

7 Mehmet Kaplan, “Öğretmenler ve Memurlar Romancısı Reşad Nuri”, İstanbul, S. 1, Şubat 1957,

8 Yakup Kadri bürokrasiye yönelik tenkitlerini daha çok Panorama I-II, Yaban ve Ankara romanlarında

yapar. Niyazi Akı, bu eserlerin birbirini hazırlayan ve zorla yazdıran romanlar olduğunu vurgular (Akı, 2001: 109).

9 Tanpınar, milletvekilliği yapmış biri olarak politikayı hiçbir zaman sevmemiştir. Yazmayı tasarladığı

eserler için daha geniş imkânlar yaratacağını düşündüğünden, siyasete giren Tanpınar’ın siyasî hayatı “ezilmeler, tabasbuslar, kırgınlıklar ve çelişkiler...”le doludur (Okay, 2010: 262-276).

10 Beşir Ayvazoğlu, Geçmişi Yeniden Kurmak, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 1987, s. 25

11 Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s. 305-306.

12 Aytaç, “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Çağ ve Toplum Hicvi: Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Bir Gül Bu

Karanlıklarda: Tanpınar Üzerine Yazılar (Editörler: Abdullah Uçman, Handan İnci), 3F Yayınevi,

İstanbul, 2008, s. 306-317.

13 Bu okunan roman sayısıdır. Araştırmacı, bu eserlerin yüz atmış ikisinde, bürokrasi ve memurlarla ilgili kayda değer veriler gördüğünden, bunlar üzerinde durmuş ve kitabın sonunda bu romanların künyelerini vermiştir. Levent Ali Çanaklı, Türk Romanında Bürokrasi ve Memurlar, Özgür Yayınları, İstanbul, 2011, 581 s. 14 Çanaklı, a.g.e., s. 543.

15 İncelediğimiz romanların ilk yayımlandığı tarihler şöyledir: Bir Düğün Gecesi, 1979; Bıçağın Ucu,

(4)

Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi romanını, edebiyatımızın yüz aklarından “nefis bir roman” olarak niteleyen Cemil Meriç, bu eseri yeni bir Satirikon16 olarak selamlar. Yazarın, Tezel aracılığıyla eleştirilerini yönelttiği kesimlerden biri de asker-lerdir. Adalet Ağaoğlu, bu eserinde 12 Mart’ı “devrimci dalkavukluğundan” kurtararak, tarihsel yerine oturtmuştur.17

Ağaoğlu, 27 Mayıs’ta sıkça dillendirilen “Ordu-Gençlik Elele...” gibi söylemlere itibar etmez ve ordunun bir kurtarıcı olduğuna inanmaz, toplum olarak bilinçlenme-miz gerektiğini ve kendi meseleleribilinçlenme-mizi ancak bu şekilde çözeceğibilinçlenme-mizi ifade eder.18

Bir Düğün Gecesi, “devletin askerî kuvvetlerini tahkir ve tezyif ettiği” gerekçesiyle

savcılığa ihbar edilince, bir “büyük tabu”ya dokunduğunu düşünen Ağaoğlu,19 daha sonra yazdığı romanlarda zaman zaman bu konuya temas etmiştir.

Tezel, yapılan darbelerde bazı generallerin Amerika’nın oyununa geldiğini ve onların masum olmadığını düşünür. Hatta bazılarını öldürmeyi bile aklından geçirir ama yok yere kahraman muamelesi göreceğinden korkar ve bu fikrinden vazgeçer.

“Ben bir general vurabilirdim vurmasına da, bunların kahraman kesilmesinden daha kah-raman oluveririm diye korktum. Üstelik bir generali de vuracaktıysam da; onlar istedi diye vurmazdım. Ben aslında bütün generalleri, CIA’nın oyununa gelmiş masum generalleri temizlemek isterdim. (...) Ayrıca Satılık General diye bir şarkı da var bu yeryüzünde.”20

Damadın teyzesinin kocası, Eytın Törk’ün eşi olan Cim Törk aslında bir Türk subayıdır. Asıl adı Cemil Türk’tür. Ayşen’in düğününün yapıldığı Anadolu Kulübü’nde etrafı gözetleyen ve teşrifatçılık yapan Ertürk de, emekli bir albaydır. Bu askerin tavrı, Türkiye’nin gidişini yukarıdan izleyen Türk Ordusu’nun tavrını andırır. Ertürk, Hayrettin Paşa’nın yanında yeni yeni filizlenmekte olan burjuvazinin temsilcisi olan İlhan’ın da kulu kölesi olmuş, ayrıca OYAK’a kapılanmıştır. Altına bir araba çekerek, kendine vurgun bir kadın dışında istediği her şeye kavuşmuştur ama bir an kendine “Nerdeyim? Ne yapıyorum?” diye sormayı akıl etmemiştir.21

Düğün gecesine gelenlerle ve onların yaptıklarıyla ilgili olarak Ömer’in gözünden anlatılanlar, Türkiye’deki o dönem çıkar ilişkisi içinde bulunan çevrelerin özellikle-rini ele verir. Bu düğünde bankacılar, generaller, milletvekilleri, halıcılık şirketleri, 16 Petronius isimli bir dalkavuğun, Neron’dan intikam almak için ölüm döşeğinde yazdığı bir hicviye, bir

ithamname (Meriç, 2006: 364).

17 Fethi Naci, Yüz Yılın 100 Türk Romanı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2007, s. 423. 18 Feridun Andaç, Adalet Ağaoğlu Kitabı: Sen Türkiye’nin En Güzel Kazasısın (söyleşi), Türkiye İş Bankası

Yayınları, İstanbul, 2009, s.130-131. 19 Andaç, a.g.e., s. 142-146.

20 Adalet Ağaoğlu, Bir Düğün Gecesi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005, s. 44.

(5)

yapım şirketleri ile OYAK’tan gelenler vardır. Bunlar önce “Misket”, ardından “Vo-lare” oynarlar, sonrasında “Dağ Başını Duman Almış”ı söylerler. Bunu “Oh Guitare Guitare” şarkısı takip eder. Sonra bir kaşık havası, onu “Esperenza”; “Esperenza”yı, “Gül Ağacı Değilem” türküsü, bu türküyü de “Harp Okulu Marşı” izler. Sonrasında da İsrail oyun havası başlar.22

Gönül Hanım’ın, kocasını eleştirirken söyledikleri, 1960 darbesi öncesi ve son-rasında askeriyenin içindeki hizipleri ve bu hiziplere mensup olanların iç yüzlerini ortaya koyar. O kocasının, Cim Törk gibi yurt dışına gitmemesine hayıflanır. Kocasının ülkesini terk etmeme sebebini, “Adı iyi ki bir Kore kahramanına çıkmış, Kore kahra-manı vatanını terk eder miymiş?” şeklinde eleştirir. Ertürk, Yirmi Yedi Mayısçılara da yaranamamıştır. Sonrasında, Yirmi İki Şubatçıların yanında yer alan Ertürk, onlardan bir post kapma amacındadır ama emekliye sevk edilir. Hayrettin Özkan’ın yardımıyla OYAK’a girince, Gönül Hanım bunu Allah’ın yüzlerine gülmesi olarak değerlendirir.23

Tezel’in annesi Fıtnat Hanım, kendilerini Ankara’da uzun zaman önce ziyarete gelen Nuriye ve Ayşen’le onların avurtları göçmüş subay kocalarının, bugün koskoca paşalar, müdürler olmasına ve Amerika’da zenginlik içinde yaşamasına şaşar. Nuriye Hanım, artık bir paşa eşidir ve onun ecnebiler gibi serbest kürkler, elmaslar içindeki kardeşi Ayten de eski yüzbaşı olan kocası Cim Törk’le Amerika’da yaşamaktadır. Fıtnat Hanım, dünürlerini pek beğenmektedir. Dakikalardır ayaküstünde bekleyen “koskoca Hayrettin Paşa” gibiler memleketteki yeni söz sahipleridir. Memleketin her şeyi bunlardan sorulmaktadır. Onlar başımızda olmasalar, “cânım memleket” mahvolup gidecektir. Ama gene de, topun tüfeğin adını kötü bulur.24

Anadolu Kulübü’ndeki düğünde, bir ara asansörün önü birden karışır. General Hayrettin Özkan başta olmak üzere, herkes derlenip toparlanır. Nerdeyse herkes hazır ola geçer. Herkesin gözü asansörden inecek konuklardadır. Bu konuklar, Rıfat Paşa ve ailesidir. Toplumdaki militarizasyonun ulaştığı boyutları göstermesi bakımından güzel bir örnek teşkil eden bu durum, Aysel’in kocası Ömer’in gözünden şöyle anlatılır:

“Sanki bir çatırtı, bir patırtı. Sanki bir makam arabası, önünde öncüsü, ardında artçılarıyla gümbürdeyerek, patırdayarak, vınlayarak geliyor. Omuzları çok kalabalık, yüzü, yüzünün çizgileri daha da kalabalık bir korgeneral, bir yanında emir subayı, bir yanında pırıltılı şalını koluna asmış karısı ve manken kızıyla –herhalde kızı herhalde manken ama beş on yıl sonra annesi gibi irileşecek– çıkıyorlar asansörden.

Paşa geldi... Paşa geldi...”25

22 a.g.e., s. 111. 23 a.g.e., s. 123. 24 a.g.e., s.134-141. 25

(6)

Korgeneral Rıfat Paşa’nın düğün salonuna gelmesiyle, ortama askerî bir nizam hâkim olur. Emekli Albay Ertürk, asker selâmına geçerken, Paşa’yı karşılayanlar onun ardında adeta küçük bir “tabur” oluştururlar. İçeride herkes ayaktadır ve “herkes soluğunu tutarak, oldukları yerde ayaklarını birbirine birleştirmiş, karınlarını içeri çekmiş”, belli etmeden ağzındaki lokmaları çiğnemektedir. Ayten (Eytın) Hanım, adı-mını şaşırınca “yürüyüşteki erlerin adım düzeltmeleri gibi bir hareket” yapıvermiştir.26 Paşa gelmeden önce, kendisini adeta ayartmaya çalışan Emekli Albay Ertürk için Tezel, Ömer’e “Bu adamlar böyle değil midirler Ömer? Geçmişte doyurulmamış aç-lıklarını, ağzına köfte ya da yarım kadeh vermut sıkıştırdıkları bir kadınla gidermeye heveslenirler...” der. Ömer de böyle tipleri “Sipariş üstüne neşe düşkünleri” diye tanımlar.27

Kore’de Birleşmiş Milletler İrtibat Subayı olarak görev yapan Ertürk, bir muhare-be esnasında yaralanıp esir düşer. Esir kampında Amerikalı bir asker olan Tommy ile karşılaşır. Onun Tommy’ye bakışı, dönemin askerî yetkililerinin gözünde Amerika’nın yerini belirlemek adına önemlidir. Sanki Kore’ye biz onlar için savaşmaya gitmemi-şiz, onlar bizim için savaşmaya gelmişlerdir. Onlar, her şeyin en iyisine, en güzeline lâyıktır. Bu bakış açısı bir kölenin efendiye, altta olanın yüksekte olana, az gelişmişin çok gelişmişe bakışını yansıtır.

“Ben Amerikalı savaş arkadaşlarımı, erinden en yüksek rütbeli subaylarına kadar her zaman çok sevmiş ve saymışımdır. Onlar çukulatalar, enfes soğuk etler, çörekler, tatlılar yerlerken, bol bol biralar içerlerken kendilerini kıskanmak aklımın köşesinden bile geçmemiştir. Çünkü bunları yemek onların hakkıdır. Zengin bir memleketin çocukları oldukları halde bizim gibi fakir memleketlere yardım ellerini uzatmış, düşmanlarımız komünistlere karşı bizleri korumak için her şeylerini seferber etmiş bu insanlar ne yapsalar layık, ne yeseler haktır. Bu erler ve subaylar ki güzel evlerini, mağmur şehirlerini bırakıp bizim için esir düşmektedirler.”28

Askeri darbe sonucu kurulmuş olan OYAK’a kapılanan Emekli Albay Ertürk, alkolün içinde yüzen Tezel’e, eğer Ankara’da birkaç gün kalırsa, iyi cins bir kasa viski gönderebileceğini söyler. Tezel, kendisini kaçakçı sanmasın diye de, o sormadan hemen cevap vermiş, “Oyak’ın bütün ziyafetleri, kokteylleri”ni kendisinin organize ettiğini söylemiştir. Tezel, “organize lafı”nı açıkça dile getiren bu adamı, “Ne alnı açık adam değil mi?” diyerek alaya alır.29

Ayşen, devrimci bir genç gibi yaşamaya çalışır, hatta hapse girmek için elinden geleni yapar ama askerî çevrelerle ticaret ilişkisi içinde olan babası, onu Hayrettin Paşa yardımıyla korur. Ayşen’in kayınbabası Tümgeneral Hayrettin Özkan, hem Ayşen’i 26 a.g.e., s. 187-188.

27 a.g.e., s. 191-192. 28 a.g.e., s. 214. 29

(7)

girdiği hapisten kurtarmıştır hem de “bir sürek avının yönetilmesinde üstün başarılar” göstermiştir. Devrimci arkadaşı Uğur, Ayşen’in kendi yoluna gitmesini ister. Ona göre, böyle ana babadan bir devrimci kız çıkamaz. Annesi, her okul çıkışı lüks arabası ve pahalı takılarıyla onu okul kapısında bekler. O ise, annesine bir daha gelmemesi konusunda yalvarır.30

Hayrettin Özkan Paşa, elinde içki bardağıyla Tezel’le konuşmaya çalışır. Tezel’e Türkiye gibi başka bir memleketin olmadığını söyler. İnsanımızın ve milletimizin daha da güzelleşeceğini ifade eder. Tezel, “Sizlerle paşam, sizlerle...” diye karşılık verir. Ömer’in ise o an aklından, “Tezel’i susturabilirim. Ona bu iş gırgıra gelmez, bazı paşalar gerçekten inanırlar sonra her şeyin onlarla başlayıp biteceğine, diyebilirim.” düşünceleri geçmektedir.31

Attilâ İlhan; Bıçağın Ucu, Yaraya Tuz Basmak ve Sırtlan Payı romanlarında, 27 Mayıs İhtilâli’ni çeşitli yönleriyle tartışmaya açar. Özellikle askerî bürokrasinin ihtilâldeki rolü, ihtilâl öncesinde ve sonrasında yaşananlar, askerlerin amacı Miralay Ferid, Demir, Suat ve Ahmet Ziya gibi aydınların ağzından ortaya konulur. Roman-larda ilerici ve Atatürkçü askerlerin, gerici ve tahakkümcü bir dikta rejimine karşı ayaklanmaları doğru bulunurken, ihtilâl sonrası yapılanlar eleştirilir.

Bıçağın Ucu’nda Miralay Ferid, Mustafa Kemal’le bizzat tanışmış, onun

taşıdı-ğı heyecanları yüreğinde duymuş, aksiyoner bir subaydır. Menderes Hükümeti’nin uygulamalarını eleştirirken, onların yaptıklarının yanlış olduğunu Atatürk’ün yap-tıklarıyla ve sözleriyle karşılaştırarak ortaya koymaya çalışır. “Hanım evladı” dediği Menderes’in, kendi vekillerine söylediği “Siz isterseniz fırkaları lağveder, hilafeti dahi ihya edebilirsiniz.” sözüne vurgu yaparak, bu düşüncedekileri inkılâbın kazanımlarını ortadan kaldırmakla eleştirir.

“... Lağvedecekleri fırka bizimkisi, bizimkisi demek, ne bok yemek Ferid, bunadın mı sen, Gazi’nin fırkası...

Aklı bir türlü almıyordu. Sıkılı yumrukları havada:

— ... Ulan kendini nerede sanıyor bu herif, diye ekledi, yamyamlar diyarında mı? Bizler, cumhuriyeti kandan ve ateşten yoğurmuş olanlar, daha ölmedik: onun gibi bir hanım evladının çıkıp ortasına etmesine razı gelir miyiz?

Hadi yeniden kükredi: — ... Hâşâ sümme hâşâ!

... Mugalâtacı herifler yahu, işleri güçleri desise! Bir defa oyunun kaide-yi aslisine riayet etmediler. Bizde demokrasi ne demek, evvelemirde tavizlerden içtinap edeceksin, öyle mi? Bu cenabet mekanizmanın bir tecrübesini yapmışsın, parmağını kaptırdın mı, pat küt, kolun gider! Seçimlerde mücadelenin Atatürkçü cenahlarda, münhasıran Atatürkçü prensiplerle yapılması icap ederken, ne yaptı bunlar, sorarım, ha ne yaptı: nerde mürteci 30 a.g.e., s. 253-254.

(8)

buldularsa teşvik ettiler. Kur’an kursları açtılar, ezanı Arapça okuttular... Uzun sözün kısası, Kemal Paşa’nın inkılâplarına sünger çektiler! Eksik olsun böyle seçimi kazanmak! Üst üste seçim kazanmak değil bu, muvaffak olmasına ramak kalmış bir inkılâbın üç merhalede fiilen canına okumak!”32

Miralay Ferid ve Yüzbaşı Demir, bir araya geldiklerinde Cumhuriyet dönemi politikalarını, Tek Parti devrini ve Menderes Hükümeti’nin uygulamalarını bol bol konuşur, tartışırlar. Miralay Ferid; DP’nin basın, iş, sendika çevrelerinde yarattığı siyasî baskıdan şikâyet eder. DP’nin muhalefetin önünü kesmek için yaptığı uygulamaları tasvip etmez. Ama ülkenin böyle bir duruma gelmesinde asıl suçlu, milletin kendisidir. Aydınların, işçilerin, askerlerin üzerlerine düşen vazifeyi yapmadıklarını düşünmektedir.

“... Elin hanım evladı, takmış burnumuza halkayı, istediği yere çekip götürüyor. Yedi düvelin işgalini tarümar, hanedân-ı Âl-i Osmanı hâk ile yeksan eden bu memlekette gık diyen de çıkmıyor. Sanki millet dilini yutmuş. Hani nerde bunun münevveri, nerde amelesi, nerde askeri? Hani nerde bu memleketin gençliği? (...)

[Yüzbaşı Demir]

— İşçilerimiz mi? İşçilerimiz, o sizin ‘hanım evladı’ öl dese, yoluna ölecek Albay’ım. Uyandırmaya kalkışanlar, hapiste. Aydınlar çürük çıktı, ya Kimin arabasına binerlerse onun türküsünü çağırıyorlar, ya başarısızlıklarının kahrını kafayı çekip meyhanelerde atıp tutmakla gideriyorlar. Gençliğe sinemayla futbol yetiyor. Orduya gelince, olanları kışlasından ibretle seyrediyor, ibretle ve utanarak.

Sözünün sonunda hiç beklenmedik bir laf etti: — Bu sizin eseriniz Albay’ım!”33

Suat, son elli yıl içinde üç büyük devrim olduğunu ama bunların hepsinin, diktaya saplanmakla sonuçlandığını dile getirir. Demir’e göre bunun sebebi, “bürokrasinin ideolojik yetersizliği, ahmakça ve oburca gününü gün etme telaşı”dır.

“... Garip şey! Son elli yıl içinde, üç büyük devrimci hareket yapılmış, üçünün sonu aynı: Dikta! 1908’de İttihat ve Terakki Kızıl Sultan’ı alaşağı ederek Hürriyet’i ilan ediyor, kısa bir süre sonra bakıyorsun, kanlı bir Merkez-i Umumi diktası gelmiş kurulmuş. 1919’da Mustafa Kemal Hareketi: öce düşmanı kovuyor, sonra Sultan’ı. Cumhuriyet, devrimler filan derken, Atatürk’ün ölümü, rejimin alaturka bir faşizme yozlaşması. 1950’de Demokrat Parti, hem halkın hem aydınların desteğiyle iktidara geliyor, ağzında hürriyet ve adalet sloganları, on yıl geçmeden ne görüyoruz, hürriyet düşmanı bir çoğunluk diktası haline girdiğini. Acaba neden böyle oluyor? Akla yakın bir açıklaması olmamalı mı?”34

Menderes Hükümeti’nin yarattığı baskı ve korku ortamında, artık herkes bir kur-tarıcı aramaktadır. Artık yaklaşmakta olan 27 Mayıs darbesinin gölgesi de sürgit ağır-32 Attila İlhan, Bıçağın Ucu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1996, s. 48-49.

33 a.g.e., s. 206-207. 34

(9)

laşmaktadır. Demir, bir anlamda yaklaşan darbenin ayak seslerini işitmiştir. Bu süreçte, “ilerici tek güç” olan ve halkın içinden gelen ordu, bu kötü gidişe bir dur diyecektir.

“— Bizde batıdaki biçimde ve anlamda toplumsal sınıflar yok, bu yüzden, taa Jöntürk-lerden beri ilerici tek güç, ordu! Aksini söyleyene şaşarım: Abdülhamid’i devirip Jöntürk intelligentzia’sının isteklerini kabul ettiren İttihad ve Terakki neydi, devrimci bir askeri komita değil mi? Cumhuriyet devrinde durum daha açık: Cumhuriyet Atatürk demek, Atatürk ise ordu! Bizim ordunun bu özelliği, varlıklıların değil, daha çok yoksulların or-dusu olmasından ileri geliyor. Subayların bile, çoğunun toplumsal kökü köylüdür, küçük memurdur, vs.(...)”35

Yaraya Tuz Basmak’ta DP’nin politikalarından memnun olmayan subaylar,

ken-di içlerinde cuntalar kurmaya başlamışlardır. Bu cuntanın üyeleri, Orhan’ın evinde toplanmakta, her geçen gün cuntaya katılanlar artmaktadır. Bunlar kafaları zehir gibi işleyen, kurmay namzetleridir. Herkes, bu iktidardan bıkmıştır ve herkesin amacı, önce “ordunun ıslahı”, sonra “Atatürkçü bir iktidar” kurmaktır.36

Gittiği komite toplantılarında Üsteğmen Demir’in dikkatini, bu komitelerin hep-sinin de “çabuk sonuç alıcılığa” dayanan anlayışları çeker. Bunların hephep-sinin amacı, “gerici ve tahakkümcü bir politikacı takımını” alaşağı ederek, iktidara el koymaktır. Ama bunların hepsinin de, ihtilâlden sonrasını planlamamak gibi bir malûliyetleri vardır. Hepsi Atatürkçüdür ama bu ilkelerin içeriği ve uygulanma derecesi hakkında kimsenin bir bildiği yoktur. Demir, toplantılarına katıldığı komitelerin ihtilâlden son-rasını planlamadıklarını ve biraz hissî hareket ettiklerini düşünür. Böyle düşünmesinin sebebi, Ümid’in fikirleridir. Ümid de, iktidarın devrilmesinde orduya güvenir ama sonrasında yapılacaklar için, onlardan büsbütün ayrılmaktadır.

“... Mustafa Kemal’in kalkıştığı devrim yarım kalmış, o tamamlanmalı bir kere. İlk elde toprak reformunu gerekli görüyor, endüstrileşmeyi, topraksız köylüler topraklandırılacak; ülke, merkezi ve zorunlu bir plana bağlanarak endüstrileşecek. Yönetimin halka devre-dilmesi ana ülkü, bunun içinde devrimden sonraki seçimlerin Kurucu Meclis niteliğinde olması, üyelerinin işçilerden, köylülerden, yoksul şehir halkından seçilmesi baş koşul. ... Devrim ister istemez düzeni değiştirir. Mustafa Kemal buna başlamıştı bitiremeden öldü, sonrakiler devrimi dondurdular, şimdikiler geriye dönüyor. Biz, iktidar olur olmaz, düzen değişikliğini gerçekleştirmek zorundayız. Yoksa İsmet Paşa devrine dönüş olmaz mı? O devir, artık hepimiz biliyoruz, faşizmdi, alaturka bir faşizm!”37

Sırtlan Payı’nda 27 Mayıs Darbesi’nin gerçekleşmesiyle birlikte Miralay Ferid,

sabahı zor eder. İhtilâlden sonra devletin başına geçirilecek olan Cemal Paşa’yı kar-35 a.g.e., s. 318-319.

36 İlhan, Yaraya Tuz Basmak, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2007, s. 167-168.

(10)

şılamaya gider. Halkın yüzünde devrimin heyecanını göremeyince, onların paşayı alkışlamayacaklarını düşünerek korkuya kapılır. Gürsel’in arabasını görür görmez, kendisi bağırmakla kalmaz yanındakileri de “Alkışlasanıza be, alkışlasanıza ulan!” diye azarlar. Ahmet Ziya ise, ihtilâl konusunda Miralay Ferid’in düşündüklerine katılmaz. Ona göre bu inkılâp değil, “bir avuç subayın nasılsa başardığı bir hükümet darbesidir, üstelik plansız, programsız” görünmektedir.38

Attilâ İlhan, 27 Mayıs’ı, Atatürk devrimciliğinin yeniden ele alınması konusunda bir dönüm noktası olarak kabul eder. Daha çok, Yön dergisi etrafında başlayan ve 12 Mart’a kadar süren bu fikir hareketinin “Atatürkçülük diye ortaya sürülen yozlaşmayı” kıyasıya eleştirdiğini ve “Mustafa Kemal devrimciliğini” aradığını belirtir. Ancak bu hareketin içinde olanlar, “kayıtsız şartsız halk egemenliği, milli iradeyi hâkim kılmak” şeklinde ifade edilebilecek çok önemli bir ilkeyi unutmuşlar ve “sandık demokrasi-si” karşısında “ordu üzerine oynamak gibi tehlikeli ve yanlış bir yola” sapmışlardır. Atatürk ise, orduyla politikayı inatla birbirinden ayırmış, devrimleri yaparken sırtını daima millete yaslamıştır. Attilâ İlhan’a göre, ordu hem Atatürkçü hem de siyasetçi olamaz. O, 27 Mayıs’ı yapan askerlerin tek olumlu tarafı olarak, müdahalenin ertesi günü çekilme yollarını araması ve demokrasiye dönüş için zemin hazırlamaya çalış-masında bulur. İktidarın sivillere devredilmesi için girişimde bulunulmasını, müdaha-lenin Atatürkçülüğe uygun tek tarafı olduğunu kaydeden İlhan, 27 Mayıs’ı yapanların önemli kısmının, iş başında kalmak için müdahaleyi yaptıklarını vurgular.39 Ona göre Mustafa Kemal hareketini, 27 Mayıs ve 12 Mart türünden bir cuntacılık sanmak yan-lıştır. Ordu, Anadolu İhtilâli ve sonrasındaki devrimler süresinde başrolde olmamış ve “ulusal iradeye tabi kılınmıştır.”40

Hilmi Yavuz, “Türk Romanında Bürokrasi İle Hesaplaşma” adlı makalesinde, Cumhuriyet’le birlikte yaşanan büyük siyasal ve sosyal değişimleri yansıtmayı amaç edinen bazı romanlarda, bu değişimi “bir bütün olarak kavrayamayan ya da kavra-mamakta direnen” bürokrat tipleri dikkate değer bulur. Bu bağlamda Kemal Tahir’in

Yol Ayrımı romanında Ramiz Hoca ile Samim Kocagöz’ün İzmir’in İçinde romanında

Emekli Albay Nazif Tınaztepe’nin, büyük değişim ve dönüşümleri kavramamaktan doğan trajik bir durumu yaşadıklarını ifade eder.41

İzmir’in İçinde romanında Emre, eve geldiğinde babası bir şeylerle meşguldür.

Onunla, oturdukları evi alma düşüncesi üzerine konuşmak ister. 1957’den beri devletin aylıklarına önemli oranda zam yaptığını; bunu, Menderes’in, onların kara gözüne hay-ran olduğu için değil emekliye ayrılmayan subayları aklınca kazanmak için yaptığını 38 İlhan, Sırtlan Payı, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1974, s. 18-24.

39 İlhan, Faşizmin Ayak Sesleri, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1997, s. 213-223. 40 İlhan, Hangi Atatürk, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1980, s. 58-59.

(11)

belirtir. Askerlik dönüşü, biraz rahatlamak düşüncesi ile günlerini geçiren Emre’ye babası, askerlikte baskı olmadığını, astlara üstlere sevgi olduğunu, askerliğin sevgi işi olduğunu ifade eder. Emre, askerî liselerde okumadığı için disipline pek alışık ol-madığını belirtince, babası, ulustaki disiplin anlayışının hükümetin yönetme biçimini etkilediği gibi, çok iddialı ve militarist bir söyleme yaslanır.

“Bana kalırsa, bütün ulusça disiplinli olmadığımızdan derlenip toparlanamıyoruz. Ulusal disiplin anlayışı olmayınca, hükûmetler de gevşek oluyor, gevşekliği yetmiyormuş gibi, ensemizde boza pişiriyor. Örgütlü, disiplinli bir ulusun karşısında şu hükûmet kaç saat dayanır acaba? Alanı boş bulunca, Tevfik Fikret Bey’in buyurduğu gibi, şimdi de kanun diye, kanun diye, kanun tepelenmekte...”42

Murat Belge, İzmir’in İçinde romanının kahramanlarından Emre ve Emekli Albay olan babası Nazif Tınaztepe’nin söylediklerinden hareketle, bu eserin kararlı “mili-tarist bir roman” olduğunu ifade eder. Sosyalist olduğunu söyleyen bir yazardan bu cümleleri duymanın oldukça şaşırtıcı olduğunu söyleyen Belge, eserdeki militarist üslûbun “dürüst ilerici bir subay tipi çizmek”e değil, “askerlik değerlerini, toplumda erişilebilecek en yüce değer olarak sunmak, yani toplumu askerleştirmek” amacına hizmet ettiği ileri sürer.43 Zaten militarizmin şaşmaz özelliği, “askerî değerler”i veya “askerî norm ve kuralları, toplumun tamamına, yani asker olmayan kesime de kabul ettirmeyi amaç edinmiş” bir zihniyet taşımasıdır.44

Emre, Gülseren, Nazlı ve Uğur, Alaybey civarında Cahit’le karşılaşırlar. Cahit, onları evlerine çay içmeye davet eder. Cahit, bütün gazeteleri almış koltuğunun altına yerleştirmiştir. Gazetede Kayseri olaylarından bahsetmektedir. Çıkan bütün olayların gazetelere aksetmediğini belirten Cahit, üniversitenin Menderes’i protesto ettiğini, Kayseri’de de askerin bazı olayların içine çekildiğini söyler. Emre, ordudaki bazı is-tifalardan yola çıkarak, ordunun bazı hazırlıklar içinde olduğunu söyleyince, bu fikre, Cahit’in babası Hasip Bey de katılır. Ama sosyalist bir aydın olan Cahit, “Demirkıratçı halk”ın orduyu desteklemeyeceğini, onların Demokratların zorbalığına razı olduklarını söyler. Bu tespitte, halkın kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu bilemeyecek kadar bilinçten yoksun olduğunu, onun aydınlatılması gerektiğini ileri süren Leboncu bir anlayışın izlerini görmek mümkündür. Halk kendisini desteklemeyeceği için, ordunun işe karışmaması gerektiğini düşünen Cahit, Emre’ye göre, devrimci bir kadronun işbaşına geçmesini istemektedir.

42 Samim Kocagöz, İzmir’in İçinde, Sinan Yayınları, İstanbul, 1973, s. 55-56. 43 Murat Belge, Edebiyat Üstüne Yazılar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s. 101-102.

44 Belge, Militarist Modernleşme: Almanya, Japonya ve Türkiye, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s.

(12)

“‘Bak babacığım’ diye yutkundu Cahit, ‘diyelim ki, Ordumuz, vurdu iktidarı yıktı geçti... Sonra ne olacak?’

‘Oh! deriz be yahu!’

‘Demeye deriz ya... Sonra ne olacak? Bu Menderes’çi, Bu Demirkıratçı halk, orduyu desteklemez! Halkın desteklemediği bir yönetim de, zorbalık etmek zorunda kalır. Demok-ratların zorbalığına razı olan, gönüllü olan halkın, Orduya karşı çıkmasını hiç istemem. İstemem, çünkü bizim Ordumuz, dünyanın en halkçı ordusu, en çok halk çocuklarının meydana getirdiği ordudur. Şimdilik ordusunun kendinden olduğunu anlayamayan halkın karşısına ordumuz çıkmamalıdır. Bir koşulla çıkabilir, o da Atatürk’ün ölümünden bu yana tıkanan devrimcilik yollarını açmak için. Böyle bir hesapla girişirlerse bir diyeceğim yok. Sivil devrimcilere de, yolun açılmasını beklemek düşer. Sivil devrimcilere, Milli Şef yönetimi, demokratların yönetimi, çok hesaplı ve hunharca karşı çıkıp, yirmi yıldır hakla ilişki kurmak olanağını vermediler. Şair Nâzım Hikmet, hapislerde çürüdü; yazar Sabahattin Ali, öldürüldü. Bu iki örnek; üst yakasının ne olduğunu anlamaya yeter!’ (...) ‘Anladığıma göre Hasip Bey’ diye araya girdim; ‘Cahit, halkın destekleyeceği bir dev-rimci kadronun gelebilmesi için, önce yolun açılmasını öngörüyor; sonra da bu kadronun halkın desteğini kazanması için beklemek gerektiğini söylüyor. Ben, haklı buluyorum.’”45

Samim Kocagöz’ün İzmir’in İçinde romanında Emekli Albay Nazif Tınaztepe, “tipik bir bürokrat ideolojisini” yansıtmaktadır. Osmanlı bürokrasisini yer yer eleştiren Albay, bu davranışıyla bürokrasiye karşıymış gibi görünse de, “siyasal ayrışmayı bile hoşgörüyle karşılamayan tipik, tek partici bir bürokrat ideolojisinden yanadır.”46 Bu hüküm Cahit, babası Hasip Bey ve Emre için de rahatlıkla verilebilir.

Darbenin istenilen şekilde gerçekleşmesi için, İzmir’de örgütlenmeye memur edilen Yarbay Sabri Tezen, emekli Albay Nazif Tınaztepe’nin damadıdır. Bütün gelişmeleri açıkça ona anlatmıştır. Buna göre cunta, Cemal Gürsel Paşa’yla, darbeden sonra başa geçmesi konusunda anlaşmıştır. İçinde yer aldıkları oluşum, askeriyede bütün kilit noktaları ele geçirmiştir. Bütün bunlara rağmen, emekli Albay Nazif Tınaztepe’nin içi rahat değildir. “Ordu, bırakalım savaş görevini, memleket yönetiminde yönetim bir çıkmaza girdiğinde, 1908’den beri ulusuna karşı görevini yapmıştır...” ama “Mustafa Kemal Paşa bir yana, çıkmaza el koyduktan sonra, siviller, sivilleşen askerler, bir türlü çıkar yolu doğru dürüst bulamamıştır. Yanlış yola gidene dur demek başka, durduktan sonra doğru yolu gösterebilmek başka...”dır.47

Sevgi Soysal’ın Şafak adlı romanı 12 Mart romanlarındandır. Berna Moran, Anadolu romanı ile 12 Mart romanının, ezen/ezilen karşıtlığında temelde aynı soru-nu paylaştıklarını ve bu açıdan aralarında bir devamlılık olduğusoru-nu ileri sürer. Ancak Anadolu romanının ideale ve kurmacaya, 12 Mart romanının ise gerçek dünyaya ve yaşama yönelik olduğunu belirtir. Ayrıca bu tür eserlerde, estetik ikinci plana atılmıştır. 45 Kocagöz, a.g.e., s. 236-237.

46 Yavuz, a.g.e., s. 160. Kocagöz, a.g.e., s. 324-325.

(13)

Bu açıdan diğer bütün 12 Mart romanları gibi Şafak da, “tarihsel değeri için okunan sosyolojik romanlar” arasında yer alır.48 Emekli Albay Muzaffer Bey, toplumda işçi sınıfını ezen mütehakkim sermayenin temsilcisidir. Bu durum, aynı zamanda asker-lerin sermaye ile işbirliği yaptığını ve sol düşüncenin sahip olduğu olumlu vasıfları da aslında taşımadıklarını imler.

Akdeniz Sanayi fabrikası müdürü, emekli Albay Muzaffer Bey, apartman dairesinin balkonunda, Turgut Beyefendi’nin armağanı olan ama içiminden pek hazzetmediği kent sigarasını tüttürmektedir. Fabrikadaki işçilerin iş ahlâkına sahip olmadığını, dinlerinin imanlarının para olduğunu adı gibi bilir. Atatürk’ün bugünkü manzarayı ve emanetlerinin ne durumda olduğunu görmesi halinde hayal kırıklığına uğrayacağını düşünür. Köyden şehre doğru gerçekleşen göçten, Menderes’in sorumlu olduğuna ve asılmasının doğru olduğuna inanır. Ona göre ayaklar baş olmayı istemektedir ve bu affedilecek bir durum değildir. Eskinin köylüsü bugünün işçisi nankörlük yapmamalı, yapılan iyilikleri görüp ona göre çalışmalıdır. Muzaffer Bey, ayrıcalıklarını kaptıracağını düşünen bir sınıfın ötekileştirici, aşağılayıcı üslûbunu kullanır.

“Muzaffer bey, yorgun ama yatmayı düşünmüyor. Ustabaşıyla didiştiği uykularla arası bozuk zaten. Sendika dırdırıyla kırpık kırpık kesilen uykular. Çalışma adabı yok bu memlekette. Kimse emeğinin hakkıyla yetinmeye niyetli değil. Avantadan, kolaydan para kazanmak istiyor hepsi. İşçiler birbirlerini benimsemiyorlar. Bu fabrika ne iş yapar, bu memlekete ne gibi bir önemi haizdir? Hiç umurlarında değil. Var mı yok mu, tazminat, ücret, sigorta, emeklilik, şu, bu... Ama kendisine ekmek veren fabrika yansa, kül olsa örneğin, ne olacak, bunca adamın karnını kim doyuracak düşünmez. Kalın kafaları bir gün düşünmez bunu, fabrika sanki devr-i daim. Asıl sigorta bu fabrika, fabrika olmayınca sigortayı gör sen. Tabanı yarık Arap karılarını, sümüklü bebelerini doyursun bakalım. Dinleri imanları para. Atatürk, bir uyansa. Uyansa da emanetlerini görse. Asıl kabahat bunları köylerden şehre akıtan namussuzlarda. Şu Menderes bir kez değil, üç kez asılmayı hak etti. Eskiden böyle miydi? Bu köylü köyünde, geleneği göreneğiyle, efendi efendi otururdu... Misafirperver, tok gözlü... Ya şimdi? Hayatında makinayı daha yeni gören ‘ücretim’ diye başlıyor aç gözlülüğe. Bu makine ne? Bunu kim icadetti? Ta Avrupalardan kim getirtti? Hangi uyanık vatandaşlar? Bu güzelim kumaşların dokunması hangi beyinlerde biçimlendi? Memleketin yüzünü ağartan bu kumaşlar bu kaliteye nasıl geldiler? Kolay mı bu desenleri bulmak? Elbisesinin pren dö gal kumaşını sıvazladı. Pantolonunun kumaşını iki parmağı arasında buruşturdu, bıraktı. Bakın buruşuyor mu hergeleler? Siz sade ücret düşünün. Pis midele-rinizi doldurmayı, o götü boklu karılarınızı ardı ardına doğurtmayı bilin. Bu kumaş nasıl böyle oluyor, bir an bile düşünmeyin. Zaten nasıl düşünürsünüz ki? Patron bunun için kaç yıl İngiltere’de tekstil mühendisliği okudu. Boru mu? O kadar para o kadar toprak. Pekâlâ, canı istese İsviçre’lerde, Paris’lerde ilik gibi kadınlarla yerdi o paraları, yer de bitiremezdi. Ama ne yaptı? Kolej tahsilini yeter demeyip İngiltere’de tekstil öğreneceğim diye dirsek çürüttü.”49

48 Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s. 11-17. Sevgi Soysal, Şafak, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1980, s. 179-180.

(14)

Muzaffer Bey’in Akdeniz Sanayi fabrikası müdürlüğüne getirilişi, militarizmin toplumun bütün dokusuna nasıl sindiğini göstermesi adına önemlidir. O, burada da bir ast-üst ilişkisi tesis etme ve işçileri vatan, millet ve beraberlik şuuruna eriştirme gayesini gütmektedir. Köylüler ve işçiler ancak askerî bir eğitimden geçerse, istenildiği gibi davranacaktır.

“Muzaffer beyin Akdeniz Sanayi fabrikası müdürü oluşu rastlantı değildir. Bu memlekette her işin başına asker getireceksin, bak nasıl yürür işler. Herkes görevini, sırasını, rütbesini, haddini bilir. Astın üste itirazı yoktur ve olamaz, askerlikte ast-üst ilişkileri şaşmaz bir tıkırtıyla işler, buradadır her şeyin anahtarı. İşte fabrikada, tıpkı askerdeki gibi bir ast-üst düzeni kurmak istiyor Muzaffer bey. İşçi ustabaşına, mühendise... Herkes bir üstüne tam bir itaat içinde olmalı. Ama yok, işçiler bile en alt rütbede olduklarını bilmedikçe, elbet yürümez işler. Ne demek grev? Askerlikte grev mi olurmuş? Yok, çalışma şartları, yok şu, yok bu. Biz askerlikte ne görevlerde bulunduk. Hiç itiraz ettik mi, vatan vazifesi dedik yaptık. Bütün mesele, bu işçilerde, vatan millet, birlik ve beraberlik şuurunun yerleştiril-memiş oluşu. Bunların kafası bölücü. Oysa bu vatan hepimizin, bu millet bir bütün. Sen işçiysen, bu topoğrafyadaki yerini bileceksin, orada, vatanın sana verdiği görevi yapa-caksın. Ama bunlar eninde sonunda cahil köylüler, ne var ki askerdekiler de aynı köylüler değil miydi? Niçin böyle davranmıyordu onlar? Çünkü onlar gerekli gerekli eğitimden geçiyorlardı. Bunlar geçmiyor.”50

Muzaffer Bey, cephede askerlerine tam itaati öğretmiştir. Ona göre, fabrika da vatanın bir parçasıdır ve bayram mesaisi, fazla mesai gibi kavramlar iş ahlâkına ay-kırıdır. İşçilerin işlerini tam bir şuurla yapmaları gerektiğine, vatanın onları düşünüp aç bırakmayacağına inanır. Yeter ki işçi nankörlük yapmasın. Sivilleri yönetme konu-sunda Zekâi Bey’le kendini karşılaştırır. Onun aciz olduğuna, askerinse daha başarılı olduğuna kanaat getirir. Basit ve cahil insanların ancak korkudan anladığını düşünen Muzaffer Bey’in iyi bir aylığı vardır.

“Seyhan nehri parlıyor uzakta. Fabrika nehre yakın. Aklı bir çift göz şimdi. İşçilerin sa-bah vardiyasına dikili. İşçiler bilmeli, hissetmeli bunu. Muzaffer bey az sonra fabrikaya gidecek. Bazı günler işçilerden bile önce davranır. Kapıda durup işçileri yüzüne bakar tek tek. Yılmaz ve yorulmaz. Onu gören işçiler yürümelerini şaşırırlar. Kışladaki neferler gibi. Muzaffer bey bir gün işçinin birini makine başında sigara içerken yakalayınca adam yutuvermişti sigarayı. Öleyazdı. Muzaffer beyin briç gecelerinin sayılı öykülerinden biridir bu. Dün gece Zekâi beye de anlattı. Siz siviller asayiş konusunda âcizsiniz... Gözünün yaşına bakmayacaksın. En sevdiği cümle Muzaffer beyin. Bir vazife tam yapılmadı mı, suçluyu aramayacaksın, suçlu yirmi kişiden biriyse yirmi kişinin topunu cezalandıracak-sın. Fabrikada bunu birkaç kez uyguladı ama sendika karıştı araya. Bir işçi yüzünde bir vardiyanın toptan yövmiyesini kestiğinde, grev yaptılar. Patron da sivil olduğundan taviz verdi. Ne oldu? Anladılar mı adamın iyi niyetini? Hiç gevşemeye gelmez. Elini kaptırırsan 50

(15)

bacağını isterler. Baştan kestirip atmalı. Basit ve cahil insanlar korkudan anlar. Başka şeyden anlamaz. Zekâi bey de gevşek. Kanun yetersizmiş. Laf, askerlikte ne kanunlar var. Erlerin biri çıkıp da kanun diye başlayabilir mi? Bütün mesele baş. Baş kuvvetli olacak, aman vermiyecek. Atatürk gibi. Az mı adam astı? Bu millet bundan anlar.

Bu kafayla Zekâi bey işçilerle hiç başa çıkamaz. İşçilerin ne kanları var. Grev hakkından sigortaya. Ama iş onların yüreğine yılgınlık salabilmekte. Adamın yüreği her gün ekme-ğim diye titremeli. Ekmek korkusunun kanunu, hakkı hukuku falan unutturur. Dört elle sarılır işine. İnsan idare etmenin tek yolu insanı süründürmeyi bilmektir. Adamın hayatı senin elinde olacak ki itaat etsin. Orduda ast üstün gereğinde kendisini vurabileceğine inandırılır. Bir kurşun, tamam. Vazife şehidi. Vazifede, vazife şuuruyla asayişin tesisi... Muzaffer bey bu görüşlerinin karşılığını almıştır. Emekli aylığı bir yana, fabrikadan yirmi bin lira aylığı vardır. Bu katı alırken de kolaylık görmüş, bir yıllık maaşı peşin ödemiştir. Hesabını bilen adamdır Muzaffer bey. On bin dönüm portakallık alacaktır yakında.”51

Sonuç

Türk romanında askerî bürokrasi, üzerinde çok fazla durulmamış bir konudur. Cumhuriyet döneminde Atatürk, askerlikle politika arasına kesin sınırlar çektiğinden, askerin siyasetle işi olmamıştır. Dolayısıyla bu dönem romanlarında, sınırlı sayıda romanda asker bürokrat üzerinde durulmuştur. Özellikle 1960-1980 yılları arasında yaşanan ihtilâller, ihtilâl girişimleri ve bazı kesimlerin beklentilerini karşılayacak bir güç olmak üzere orduya yaslanmaları, dönem romanlarında karşılık bulmuştur.

Bu çalışmada incelenen dört yazarın altı farklı romanı, bu açıdan bazı genel sonuçlara varmayı mümkün kılmıştır. Adalet Ağaoğlu, askerî bürokrasiyi yeni filiz-lenmekte olan burjuvaziyle iş birliği yapmakla itham eder. Bu iş birliği, Bir Düğün

Gecesi’nde sermaye çevrelerinin temsilcisi İlhan’ın kızı Ayşen’le, askerî bürokrasinin

temsilcisi Tümgeneneral Hayrettin Özkan’ın oğlu Ercan’ın düğünüdür. Toplumun bütün dokusuna sinmiş militarist doz ve askeriyenin OYAK adı altında büyük bir holdinge dönüşmesi, Tezel aracılığıyla eleştirilir. Ağaoğlu, ordunun halkı kurtarmak gibi bir görevi olmadığını ve buna inanmadığını belirterek önemli olanın halkın bilinçlenip kendi kendini kurtarması olduğunu ifade eder. Türk askerinin, Amerikan askerlerine bakış açısı da Ağaoğlu’nun eleştirdiği noktalardan birisidir.

Attilâ İlhan, Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı ve Yaraya Tuz Basmak’ta 27 Mayıs öncesi ve sonrasını, ordu içindeki farklı düşünceler, çatışmalar ve kamplaşmalar bağlamında değerlendirir. Attilâ İlhan, “ordu”yu tarihsel süreklilik içinde “ilerici” ve “Atatürkçü” tek güç olarak görür ama ihtilâl sonrasında askeriyenin iş başında kalmasını doğru bulmaz. Bunun Atatürkçülükle uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını belirtir. Attilâ İlhan’ın fikirlerini, daha açık bir şekilde sosyalist Ahmet Ziya dillendirir. Sırtlan Payı’nda 27 51

(16)

Mayıs’ın bir ihtilâlin plan ve programından yoksun olduğunu, bu hareketin “bir avuç subayın nasılsa başardığı bir hükümet darbesi” olduğunu ileri sürer.

Samim Kocagöz, 27 Mayıs İhtilâli’nin konu alan romanlardan biri olan İzmir’in

İçinde adlı eserinde, askerleri ideal tipler olarak betimler, adetâ bütün değerlerin ve

erdemlerin onlarda toplandığını ileri sürer. Emekli Albay Nazif Tınaztepe ve onun gibi düşünenler, demokrasiye ve insanların farklı görüş taşımasına tahammül edemezler. Samim Kocagöz de orduyu ilerici bir güç olarak kabul eder. İhtilâli geçmişte olduğu gibi yine onlar yapacaktır ama ihtilâlden sonra ordunun iş başında kalmalarını istemez. Sevgi Soysal, Şafak’ta, emekli Albay Muzaffer Bey’i, burjuvazinin emrinde bir tip olarak ele alır. Muzaffer Bey, işçilerin haklarını görmezden gelir, patronuna daha fazla kazandırmak adına uykularından olur. Vatanın bir parçası olarak gördüğü fabrikayı daha da kâr eder bir konuma yükseltmek için, bazen işçileri öldürmeyi bile aklından geçirir. Eskinin köylüleri şimdinin işçileri olan çalışanların, nankörlük yaptıklarından şikâyet eden Muzaffer Bey, emekli aylığının yanı sıra dolgun bir maaş almaktadır.

İncelediğimiz eserlerden 12 Mart romanları olan Bir Düğün Gecesi ve Şafak’ta asker memurlar, genellikle olumsuz vasıflarıyla çizilmişlerdir. Attilâ İlhan’ın Bıçağın

Ucu, Sırtlan Payı, Yaraya Tuz Basmak ve Samim Kocagöz’ün İzmir’in İçinde

roman-larında ise, asker memurlar “ilerici bir güç” ve “Atatürkçü” olmalarıyla övgüye lâyık bir zümre olarak çizilir. Her iki yazar da ihtilâl sonrası ordunun iş başında kalmasına taraftar değildir. Şüphesiz askerî bürokrasi, sadece bu romanlarda ele alınmamıştır. Kapsamlı bir çalışmanın, bu incelemenin boyutlarını aşacağı aşikârdır.

KAYNAKLAR

Ağaoğlu, Adalet, Bir Düğün Gecesi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005.

Akı, Niyazi , Yakup Kadri Karaosmanoğlu: İnsan-Eser-Fikir-Üslûp, İletişim Yayınları, İstan-bul, 2001.

Andaç, Feridun, Adalet Ağaoğlu Kitabı: Sen Türkiye’nin En Güzel Kazasısın (söyleşi), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2000.

Aytaç, Gürsel , “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Çağ ve Toplum Hicvi: Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Bir Gül Bu Karanlıklarda: Tanpınar Üzerine Yazılar (Editörler: Abdullah Uçman, Handan İnci), 3F Yayınevi, İstanbul, 2008.

Ayvazoğlu, Beşir, Geçmişi Yeniden Kurmak, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 1987. Belge, Murat, Edebiyat Üstüne Yazılar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012.

, Militarist Modernleşme: Almanya, Japonya ve Türkiye, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012. Çanaklı, Levent Ali, Türk Romanında Bürokrasi ve Memurlar, Özgür Yayınları, İstanbul, 2011. Findley, Carter V., Kalemiyeden Mülkiyeye Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi (Çeviren:

Gül Çağalı Güven), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1996. İlhan, Attilâ, Sırtlan Payı, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1974.

(17)

, Bıçağın Ucu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1996.

, Faşizmin Ayak Sesleri, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1997.

, Yaraya Tuz Basmak, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2007. İnal, İbnülemin M.K., Son Asır Türk Şairleri 4 Cilt, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1988. Kaplan, Mehmet, “Öğretmenler ve Memurlar Romancısı Reşad Nuri”, İstanbul, Şubat 1957, S 1. Karpat, Kemal H., Osmanlı’dan Günümüze Edebiyat ve Toplum, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009. Kocagöz, Samim, İzmir’in İçinde, Sinan Yayınları, İstanbul, 1973.

Mardin, Şerif, Türk Modernleşmesi: Makaleler 4, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007. Meriç, Cemil, Kırk Ambar: Rümuz-ül Edeb Cilt 1, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006. Moran, Berna, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994. , Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012.

Naci, Fethi, Yüz Yılın 100 Türk Romanı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2007. Okay, Orhan, Bir Hülya Adamının Romanı: Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergâh Yayınları, İstanbul,

2010.

, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Mithat Efendi, MEB Yayınları, İstanbul, 1991. Soysal, Sevgi, Şafak, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1980.

Timur, Taner, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, İmge Yayınevi, İstanbul, 2002. Yavuz, Hilmi, Felsefe ve Ulusal Kültür, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1975.

Referanslar

Benzer Belgeler

Bildirimizin temel niteliği, felsefe ve sosyoloji ile kesişen bu alanın yöntemsel özelliklerinin de koşullamasıyla, buyruklar ortaya koymaktan çok Hatai’nin şiirlerinden

Öncelikle ısı depolama tankı içerisinde bulunan ısıl enerji depolayıcı su ortamının ön boyutlandırması aktarılmış, daha sonra CFD analizi yardımıyla ısı depolama

dereceden fark alan tip AB sınıfı logaritmik ortam alçak geçiren süzgeç devresi tasarımları yapılarak kayıpsız integral alma bloğu yerine kayıplı integral alma

Fizik alanındaki ödül evrenin gelişimi ve galaksilerin oluşumunun temelini oluşturan dalgalanmalar konusundaki bilgi birikimimize yaptıkları katkılar için NASA’nın

Bu çalışmada, uzaktan eğitim alanında önde gelen sekiz dergi (Internet &Higher Education, American Journal of Distance Education, Inter- national Review of Research in

Michael Malin’e göre, deltalar, tipik olarak akarsular›n genifl bir su kütlesiyle birlefltikleri yerde oluflan tortu birikintileri olduklar›ndan, görüntüler ayn› zamanda

Do~um rd~~ dolay~szyle; Tertib Edenler: Tâhir Ça~atay, Ali Alk~~, Saadet Ça~atay ~shaki, Hasan Agay. Eserin, Tertib Hey'eti ad~na, Prof. Saadet Ça~atay-~shaki taraf~ndan

Bu çalışmada katarakt gelişimi ile sigara arasındaki ilişki, yaş, katarakt başlama yaşı, operasyon yaşı, paket/yıl sigara yükü ve katarakt tipleri dikkate alınarak