O
9 i
4 V * 5 ~
: g £
ilhamı Soysal, Moskova’da Nâzını Hikı&et’in mezarı baştana
R Ö P O R T A J
Bir Türk şairinin dlümii
Ilhami Sovgal
Moskova'da Kızıl Meydan Moskova U- niversitesinc doğru giden yollardan birinin üzerinde, şehrin kenar semtlerinden birin de Novedeviçya Manastırı mezarlığı diye bir mezarlık var. Bu mezarlıkta, sayısı bel ki de bini bulan mezar var. Kiminin üs tüne bir büst, kiminin bir heykel, kiminin bir büyük kaya parçası, kiminin haç, kimi nin de bir kitabe var. Bu mezarlıkta ara yollar betondan yapılmış; temiz, bakımlı bir mezarlık.
Novedeviçya Rusçada yeni Kız demek. Yeni Kız Manastın mezarlığın ortaların da bir yerde, ara yollann kesiştiği bir köşe başında, üstü yeşil çimlerle kapalı bir tüm sek, tümseğin baş tarafında da gül fidan larıyla yarısı örtülmüş basit bir kitabe var. Kitabenin üstünde Rusça şunlar ya sılır
T a n ın m ış K o m ü n ist T ü rk Ş a iri N Â Z IM H İK M E T
1902 — 1963
Novedeviçya Manastın mezarlığı, Ko münist İhtilâlinden bıı yana bir sanatkâr meşheri halini almış. Moskovada ölen, Moskova civarında ölen hemen bütün ta nınmış fikir adamları, sanat adamlan, şali ne adamları, yazarlar, şairler, balerinler bu mezarlığa gömülürmüş. Yüzlerce yıllık tarihi olan manastır binası, mezarlıktan bir duvar bir kapıyla ayrılmış. Şimdi biı müze gibi geziliyor.
Novedeviçya Manastırı mezarlığında dolaşan br sanat meraklısı kendisini her hangi bir antolojinin yapraklarını çeviri yor sayabilir. Şurada bir meşhur ressam, az ötede bir büyük balerin, onun yanın da bir romancı, daha ötede bir büyük âlim... Novedeviçya mezarlığı bir anto loji ama, sadece bir şiir antolojisi, sade ce bir hikâye yahut roman antolojisi de ğil. Topyekûn bir düşünce antolojisi. Bu antolojinin bir yaprağı da bir Türk, va tanım ter kedip kaçan, Rusyaya ikinci vatanım diyen ama gene de öz vatanının hasreti ile ölen bir Türke aittir. Türk e- debiyatmı ve Türk şiirini diinya ede biyatı ve şiiri içinde sözü edilir bir yere getiren, Türk edebiyatına Anadolunun sesini. Kurtuluş Savaşımızın destanını ka sandıran, bir şairin yadellerdeki mezarı nı görmek, Moskovaya kadar gitmişken en tabiî görevimizdi.
Gerekiyorsa ölümü bahasına da olsa vatanını, memleketini bırakmamasını te menni ettiğimiz edebiyatımızın en büyük şairinin mezarını gördükten sonra, Mos.- kovadaki son günlerini nasıl geçirdiğini de merak etmememiz imkânsızdı. İdeolo jisinin ötesinde, mısralarında buram bu ram memleket kokan bir şair olarak, e- debiyatımızm en büyük şairi olarak Nâ rım Hikmet son günlerini nasıl geçir mişti? ölümü nasıl olmuştu? Sovyetler Birliğinde neler yapmıştı?
Kitapçı vitrinlerinde sık sık, Novede viçya mezarlığındaki kitabesinde gördü ğümüz slav alfabesi ile yazılmış «Nâzım Hikmet» imzasını taşıyan kitaplara rast lıyorduk. Yabancı dillerle basılmış kitap lar satan bir büyük kitapçı mağazasında Nâzım Hikmetin Türkçe basılmış kitapları olup olmadığını sorduk. Çinceden
Erme-niceye, Azericedln Litvanya lisanına ka dar çeşitli dillerden basılmış be}ki 20 ya bancı dilde kitapları vardı da Türkçesi yoktu. Halbuki Nâzımın Türkçe den baş ka dilde tek mısrâ yazmadığım biliyor duk. Bize Nâzını Hikmetin kitaplarının Türkçesinin sâdece Bulgaristanca basıl dığını, Moskovada bunu bulaşanın ise çok zor olduğunu söylediler. N. ,,:.ı Hik metin kitapları hakkında bilgi de verdi ler. 1960 yılına kadar Nâzım Hikmetin Sovyetler Birliğinde, 17 Sovyet dilinde eserleri 52 defa basılmış. Bunların tiraj yekûnu bir milyon 407 bin imiş.
Asya Halkları Enstitüsüne gittiğimiz de, etrafımızı alan Türk dili, edebiyatı, tarihi, arkeolojisi uzmanlarıyla konuşur ken, bunlardan birisi Nâzım Hikmetten de birkaç cümle ile söz etti. Bakiinün Gence şehrinden bir Azeri Türkü olan Ekber Babayef, Asya Halkları Enstitüsün de Modern Türk edebiyatı uzmanıydı. Babayef, «Nâzımla 13 sene yakın arka daşlık ettim» dedi.
O günkü resmî ziyaretten sonra, ak şam Ekber Babayef’le buluştuk. Akşam yemeğini beraberce «Bakû» adını taşıyan bir Azeri lokantasında yedik. Nâzım Hik met hakkında bildiklerini anlatmasını istedim. Anlattıkları şunlar oldu:
«— Moskovadaki en yakın ahbabı bendim. Bu onüç yıl sürdü. Türkçeden başka dil konuşmak istemezdi. Bunun i- çin de sabah akşam beraberdik. Bir şiir yazdı mı, ne eder eder beni bulur, ya Enstitüye gelir, ya telefon eder ve mut laka şiirini bana okurdu. Onun burada yazdığı şiirleri hemen daima ilk dinleyen ben olmuşumdur.
ölümünden bir gün önce pazardı. Sa bahtan bana telefon etti. Buluştuk. Karısı akrabalarını ziyarete gitmiş, evde yalnız canı sıkılmış. Beraberce çarşıya çıktık. Biraz öteberi aldık. Nâzım çok iyi ve meraklı bir ahçıydı da. Bugün köfte ya palım dedi. Köftelik et, meyva, bir takım konserveler ve şarap aldık. Eve geldik. Nâzım köfteleri pişirdi. Yemek yedik, şarap içtik. Daha doğrusu o içti. Ben o- tomobil kullanacağım için içki içmiyor dum. Akşam üzeri şöyle ormanlara doğ ru gidelim, hava alalım istiyordum. O bana gene şiirlerini okudu. Son zaman larda şiirlerinde sık sık ölümden bahse der olmuştu. Hattâ, ölümünden bir ay kadar önce de, gene ölümüyle ilgili bir şiir yazmıştı da bunu bana verip sakla mamı istemişti.
Bana oğlum derdi. Ben de onu bir baba gibi severdim. Şiirini vermek iste diği zaman çok bozulmuş ve bunu alma- böyle şeylerle uğraşmayı da bırak de miştim. Oysa bütün şiirlerini daima çift kopya daktilo eder, birini mutlaka bana verirdi Ben dağınık adamım, kaybede rin, biri sende dursun derdi. Halâ da dururlar. Ama o ölüm şiirini almamıştım. Nâzımın ölebileceğin! düşünmüyordum.
Bir enfarktüs geçirmişti, Doktorlar
kendisine çok dikkat etmesini söylemiş lerdi. Gerçekten de dikkat ederdi. Sonra dan bir aralık Fransaya gittiğinde bir kere daha muayene olmuş ve doktorlar dan enfraktüs tehlikesinin tamamen geç tiğini öğrenmişti.
önceleri doktorlar ona uçağa binme yi yasal; etmişlerdi. Fransadaki muaye nesinden sonra ise doktorlar bilâkis u- çağa binmesinin daha iyi olacağını, uça ğın insanı daha az sarsacağını söylemiş lerdi. Artık ondan sonra da bütün seya hatlerini uçakla yapmaya başlamıştı.
Nerelere gitmedi ki.. Küba, Kongo, Bulgaristan, Çekoslovakya, defalarca ve defalarca Fransa, Polonya.. Birkaç defa da ben otomobilimle onu 2500 kilometre lik Baküye kadar götürdüm getirdimdi. Bilhassa Azarbeycanda kırallar gibi kar şılanıyordu. Onunla Azerbeycana, Baküye gittik mi, Bakülüler onu evlerinde misa fir etmek için birbirleriyle yarış eder lerdi. Bir keresinde Azerbeycanda bir ay kaldık. Bizi misafir etmek isteyen kırktan fazla ev vardı. Birine gidip biri ne gitmlz isek bize küsüyorlardı. Onun için çok kere bir günde iki üç ev dolaş tığımız oldu.
Haa ne diyordum? Pazar günü ye mek yedik, şiir okuduk, konuştuk. Vakit bir hayli gecikti. Zaten onunla oldum mu vakit nasıl geçer anlamazdım. Haydi dedim, otomobille biraz ormanlara gide lim. Hava alırız, şehir gürültüsünden u- zaklaşırız...
Son zamanlarda televizyona merak sarmıştı. Birden bu akşam televizyonda ne var dedi. Gazetede programa baktım, bir polisiye film vardı. Daha önce seyret miş beğenmemiştim. Seyretmeye değmez, ben daha önce seyrettim dedim. O, olsun ben gene de seyretmek istiyorum. Uza nayım hem biraz okur hem de televizyon da filmi seyrederim, dedi. Bana da kal diye ısrar etti ama ben ormana gitmeyi aklıma koymuştum. Vedalâstım çıktım.
Akşam eve oldukça geç geldim, hay li yorulmuştum, hemen yattım. Aklıma da hiç Nâzıma telefon etmek gelmedi. Oy sa sık sık telefon ederdim. Daha doğru su o akşam geç vakit üşendim, yeni bir eve taşınmıştık, daha dairemize telefon boğlanmamıştı, aşağıya inip kapıcının da iresinden telefon etmek lâzımdı. Nâzım la da bütün gün beraberdik. Nasıl olsa uyumuştur diye düşündüm.
Ertesi sabah uyandım. Enstitüye git mek üzere tıraş oluyorum, karımı aşağı dan çağırdıklarını duydum. Karım aşa ğıya kapıcının dairesine gitti ve biraz sonra döndü. Nâzım dedi, Nâzım.. Sonra ağlamağa başladı. Suratımın yarısı daha sabunluydu. Ne olmuş Nâzıma? diye sor dum. Hasta mı? Karımın hıçkırıklarından cevabını anlıyamıyordunı. Sakalımın ya rısı kesilmiş yarısı kesilmemiş suratımda ki sabunları sildim. Karım o arada, Nâ zıma birşey olmuş, diyebildi. Oldukça da uzak bir semtte oturuyorduk. Hemen a- rabaya atladım evine gittim. Baktım ka labalık. baktım Nâzımı bir divana yatır mışlar, çıplak, öldüğünü anladım. Karısı ve etrafındakiler ağlıyordu.
Nâzım Münevver hanımdan sonra sahne artisti olan bir Rus hanımla ev lenmişti. Onunla oturuyordu. Münevver Andaç oğlu Mlhmetle birlikte Varşova- ya yerleşmişti. O akşam ben ayrıldıktan sonra akrabalarına giden karısı dönmüş. Bir müddet oturmuşlar, konuşmuşlar, son ra yatmışlar. Ayrı ayrı odalarda yatıyor lardı.»
Sözün burasında ben, Nâzımın evlen diği Rus hanımının kaçıncı karısı olduğu nu sorduğumda Ekber Babayef gülüm sedi. «Oooo, onda karının sayısı çoktu. Çok uçarıydı. Ama son hanımı, üçüncü nikaâhlı karısıydı. Birincisini bilirsiniz herhalde, Piraye hanımmış. Galiba Ali Fuat Paşanın yakınıymış. İkincisi Münev ver hanım, Ressam Nurullah Berkin esk karısıydı. Çok hanım bir kadındı. Şimdi Nâzımdan olma oğlu Mehmetle Varşova- da yaşıyor. Mütercimlik yapıyor. Mehme ondördüne girdi. Tıpkı babası. Son karı sini Nâzım tiyatroda görüp âşık olduydu. Sarışın güzel bir kadındı. Çok genç olma sına rağmen Nâzımın ölümünden sonra evlenmedi. Onun evinde tek başına otu ruyor. Eşyalarını olduğu gibi muhafaza ediyor. İstersen seni evine götürürüm.»
Nâzım Hikmetin Moskovada son gün lerini geçirdiği evini merak ediyordum. Memnuniyetle gitmek istediğimi söyledim. Bakü lokantasından çıktık. Sokakta sulu sepken bir kar yağmaya başlamıştı. Mos kovaya geldiğimiz günden beri en soğuk günü yaşıyorduk. Oysa Türkiyeden ayrıl dığımızda daha pardesü bile giymiyorduk. Ekber Babayef’in otomobiline bindiğimiz de o anlatmaya devam etti:
«— Karısı sabahleyin, açık duran o- dasının kapısından Nâzımın kalktığını hissetmiş. Uyku arasında kapıya doğru sürüklenen terliklerinin sesini duymuş. Sonra birkaç dakika geçmiş bir daha ses seda gelmemiş.
Uykuyla uyanıklık arasında, Nâzımın sesini duymayınca yatağından doğrulup kocasına seslenmiş. Cevap alamayınca, herhalde, gazeteler gelmemiş de aşağıya onları almaya indi diye düşünmüş. Anı; gene beş on dakika geçip ses seda çık mayınca merak edip yataktan kalkmış. Koridora çıkınca arkasından sürgülü so kak kapısının gerisindeki vestiyerin al tında Nâzımın çıplak ayaklaı " üş. lan aralayıp bak sırtını bi raz önce açmaya t .
mş hareketsiz dııruy
doktorların -nTiıangi birşey otursa ma
kımıldatmayın kalp hemen Jur.-'bi'ir d. diğini de düşünen kadın, zaten Nâzımın devamlı tedavi görme« olduğu Lenin Hastahaııesine telefon etmiş. Hemen bir kaç dakika içinde bir cankurtaran ile dok torlar gelmiş. Ama Nâzım sırtı kapıya dayalı oturuyor. Onu kımıldatmadan ka pıyı açmann imkân yok. Çaresiz içerden karısı Nâzımı hafifçe yana çekmiş, kapı açılmış, doktorlar Nâzım gideli çok ol muş demişler...
İşte ben eve o sırada geldim. Nazımı son görüşüm o oldu, bir divanda çıplak uzanmış yatıyordu. Başucunda kaua ka na ağladım.»
Ekber Babayef bir taraftan, sulu sep ken kar altında otomobilinin direksiyo nunu büyük bir dikkatle kullanırken bir yandan da usul usul şu mısraları mırıl
danıyordu:
«Çok yorgunum beni bekleme kaptan Seyir defterini başkası yazsın
Çınarlı kubbeli mavi bir liman Beni o limana bırakamazsın.»
Bu Nâzımın son şiiriydi. Babayef içini çekerek şöyle konuştu:
«— Edebiyatınızın ve belki de dünya nın en büyük şairlerinden biriydi. Ya şamayı sever, ölümden korkardı. Mos kovada bütün büyük şöhretine r&ğmen etrafındaki büyük sevgi halesine rağ men kendisini yalnız hissediyordu, ikide bir ah İstanbul derdi. En çok Baküye ya da Varnaya gittiği zaman memnun oluı du. Buralar benim memleketimin hava sini kokuyor, bulutlar olmasa memleke timin kıyılarını göreceğim derdi.
1957 de Varnada bir şiir yazmıştı. Dr dağından hemen hiç düşmezdi, şöyleyd; «Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gc nünden-Teper ha babam teper—Paralan maz—Teper taşlı yolları.—Bir vapur çer Varna önünden,—Uy Karaden gümüş telleri,—Bir vapur geçer Bo
doğru, Nâzım usullacık okşar vapuı Yanar elleri.»
Leningrad caddesinden Şeremetyovo Hava alanına doğru giden yolda, sıra sı ra dizilmiş blok apartmanların arasından bir yola saptık. Saat gecenin onbirini geçmişti. Kar lapa lapa yağıyordu. Ekber Babayef blok apartmanlardan birinin önünde otomobilini stop etti ve önünde durduğumuz binanın üçüncü katındaki küçük balkonlu karanlık bir daireyi işa ret ederek,
«— işte burası, burada yaşadı, bura da öldü» dedi.
Evde kimse yoktu. Dolayısıyla Nâzını Hikmetin son yıllarım, son dakikalarını geçirdiği ve 1963 den bu yana da oldu ğu gibi muhafaza edilen evi ve son ka rısını göremedim. Daha sonraki bir iki günümüzde de imkânım olup oraya tek rar gidemedim.
Ekber Babayef, daha sonra beni otelime getirdi. Yoma Gorkı caddesin de bir tiyatronun önünden geçtik Vit rinlerdeki afişlerde Nazım Hikmetin adı vardı Dört yıldan beri afişten inmeyen bir piyesi: Enayi... Ekber Babayel. «Mos kovada halen dört tiyatroda onun piyes leri oynanıyor.» dedi. Sonra anlatmaya devam etti:
«Sovyet Yazarlar Birliği Nâzım Hik metin Edebi mirası komisyonu adıyla bir komisyon kurdu. Ünlü yazar Konstan- tin Simenof bu komisyonun başkanı. Si- menof Edebiyat Gazetesinin başyazarı dır. Komisyon sekreter olarak da beni tayin etti. Surkof, Poloyov, Uya. Erin- burg gibi Sovyetler Birliğinin en ünlü yazar ve şairlerinden 12 kişi de komis yonumuzun üyesi.
Komisyonumuz, Nâzım Hikmetin ya yınlanmış yayınlanmamış bütün şiirleri ni, romanlarını ve yazılarını, Nâzım Hik mete ait ne kadar eşya, el yazısı vesai re varsa hepsini ve hepsini toplamakla görevli. Nâzım Hikmet külliyatını tam bir seri halinde altı ciltte toplayarak ya- ymlıyacağız. Bulabildiklerimizin mikro filmleri, alınıyor. Muazzam bir arşiv yaptık. Devlet Hazine binasında bunla rı saklamak için daire vardır Gorkinin, Pasternakın falan da edebi mirasının ar şivleri buradadır.
Nâzımın külliyatını toplarken, oeri yandan da onun için bir anı kitabı hazır lıyoruz. Nâzımla tanışmış dünyanın en büyük yazarlarının, şairlerinin Nâzım Hik met için özel olarak yazdıkları yazılar dan meydana gelecek bir kitap bu Şim diden meşhur Fransız düşünürü Sartre, Amerikalı Romancı Steinbeck. bizim 11- ya Erinbuıg, Kübanın. Çinin en meşhur düşünür ve şairleri bu kitap için yazıla rını yazdılar ve gönderdiler.
Komisyonumuz ilk toplantılarından bi rinde resmen karar aldı. Nâzım Hikme tin toplanacak edebi mirası ve naaşı is tendiği takdirde derhal memleketine gönderilecek. Bunu zabta geçirdik Biz onları burada bir emanet olarak saklı
yoruz..
"• ' ':iri.su«r,,’"ı da Nizım Hikmetin ede- ui külliyatı Türkçe olarak basılacak. O da altı cilt olacak. Beni Bulgaristana da
Nâzıın Hikmet için dikilecek anı» vet ettiler, önümüzdeki günlerde gidip bu işe nezaret edeceğim.»
Ekber Babayel beni otelin önüne ge tirmişti ve belki yarım saatten beri ote lin önünde motora bile stop ettirilme miş otomobilin içinde onun anlattıkları nı dinliyordum. Vakit hayli gecikmişti.. O ise hâlâ anlatıyordu.
1963 de Moskovaya gelen Diı Brodvvay Prodüktörü Nâzım Hikmetin iki piyesi ni seyretmişti. Enayi ve Damoklesin Kı lıcı adlı bu piyesleri Amerikaöa oynat mak için satın almıştı. Piyesieı Arae- rikada hâlâ afişteydi. Nâzımın ttalyada 6 kitabı yayınlanmıştı. Dünyanın en lüks baskılı kitaplarını basan bir basımevi Nâ zımm Portreler adlı kitabını İtalyanca ve Türkçe olmak üzere Abidin Dino ve tablolarının her biri Amerikada birkaç yüzbin dolara satılan Kutuzov’un bu ki tap için özel olarak yaptıkları resimlerle süsleyerek basmıştı. Bu iki cilt ttalyada elli dolara satılıyordu. Kitabın bir sayfa smda şiirin Türkçesi, karşı sayfasında Italyancası vardı. Türkçe bir mısraın u- zunluğu ne ise Italyancası da tam ayni uzunluktaydı.
Ekber Babayef gene anlatmaya devam ediyordu: Amerikada basılan Yirminci Yüzyılın En Büyük Şairleri adlı bir an tolojide yer alan 25 şairden biri de Nâ zım Hikmetti. Ayni antolojide Eluard.
Mayakovski, Yesenin gibi gerçekten dün ya çapında şairler vardı. Nazım Hikmet bunların içindeki tek Türk şairiydi.. Fransada Nâzım Hikmetin plâkları dol durulmuştu. Bu plâklar Türkçe olduğu halde satış rekora kırmıştı. Cezayir, Mı sır, Suriye, Irak gazetelerinde hemen her gün Nâzım Hikmetin şiirleri yayın tanıyordu.
Doğu Almanyada, Çekoslovakyada, Ro manyada, Bulgaristanda ve Yugoslavyada piyesleri oynanıyordu. Arif Melikof ad lı müzisyenin seslendirdiği Bir Aşk Masalı veya Ferhat ile Şirin bale olarak bir yıldan fazla zamandır Kahirede tem sil ediliyordu. Bulgarlarla Çekler ortak olarak bu baleyi renkli filme almışlar dı. Çeşitli sinemalarda bu film gösterili yordu Nâzım Hikmet Orta Asya halkla rı arasında da çok yaygın bir şöhrete sahipti, özbekistanda, Çin Türkistamnda dahi adı biliniyordu
Ekber Babayei Nâzım Hikmetin Edebi Mirası Komitesinin, büyük şairin bir heykelinin mezarı başına dikilmesine ka rar verdiğini, bunun için hevkeltraşlar arasında bir yarışma açıldığını ve Modern Rus heykeltraşlarmdan ikisinin ortak ma ketinin bu yarışmayı kazandığını, üç metre boyundaki gri bir kaya parçası üzerine yontmak suretiyle Nâzım Hik metin normal boyunda bir röıiyefinin çi zileceğini ve kayanın bu haliyle, üzerin de Nâzım imzasıyla mezarının başına di kileceğini de anlattı. Sonra üzgün bir sesle 6800 rubleye mal olacak heykelin ölümünün ikinci yıldönümü olan 1965 Haziranının üçüncü gününde ylrine ko nacağını söyleyerei. şöyle devam etti:
«— Keşke mezarı da heykeli de mem leketinde olsaydı. Hep beni memleketime gömün. Orada ölmek isterdim derdi.»
Ekber Babayef, Sovyetler Birliği hü kümetinin uu büyük Türk şairinin hatı rasını yaşatmak için Yugoslavyaya sipa riş ettiği .c inşası ilkbaharda tamamla nacak bir transatlantiğe Nâzım Hikmet adını verdiğini geminin 1965 Mayısında Nâzım Hikmetin çok sevdiği Boğaziçin den geçerek Odesaya geleceğini ve orada Nâzım Hikmetin Edebi Mirası Komitesi tarafından törenle karşılanacağını, ge mide bir kamaranın Nazım Hikmete tah sis edileceğini, Odesa ile Küba arasında sefer yapacak ve ayda aşağı yukarı bir kere Boğaziçinden geçerek bu gemide Nâzım Hikmetin kitaplarının turistlere satılacağını da sözlerine ekledi.
Ekber Babayefin son olarak anlattığı
Bu otobiyografi 1961
yılı 11 E ylülünde
Doğu Berlinde yazıldı
1902 de doğdum
Doğduğum şehre dönmedim bir daha Geriye dönmeyi sevmem
Üç yaşında Halep’te paşa torunluğu ettim
On dkuzunda Moskova’da komünist üniversite öğrenciliği Kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka - parti ko nukluğu ve On dördümden beri şairlik ederim.
Kimi insan otların, kimi insan balıkların çeşidini bilir ben ayrılıkların
Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını ben hasretlerin
Hapislerde de yattım büyük otellerde de
Açlık da çektim, açlık grevi de içinde, tatmadığım yemek yok gibidir
Otuzumda asılmamı istediler
Kürk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini verdiler de
Otuz altımda yarım yılda geçtim dört metrekare be tonu Elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prag’tan Ha-vana’ya 951 de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstü ne ölümün 52 de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü j^WMW~WWWIfWilttirilll»lllllllllll » II... II I.... MI
Sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım Şu kadaıcık haset etmedim Şarlo’ya bile Aldattım kadınlarımı
Konuşmadım arkasından dostlarımın
İçtim ama akşamcı olmadım
Hep alilimin teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu I bana I
Başkasının hesabına utandım yalan söyledim Yalan söyledim başkasını üzmemek için Ama durup dururken de yalan söylemedim
Bindim tirene, uçağa, otomobile Çoğunluk binemiyor
Operaya gittim
Çoğunluk gidemiyor adım büe duymamış ope- S ranın 1 Çoğunluğun gittiği kimi yerlere ben de gitmedim 21 i
den beri I Camiye, kiliseye, tapmağa, havraya, büyücüye Ama kahve falına baktırdığım oldu
Yazılarım otuz kırk dilde basılır Türkiyemde Türkçemle yasak
Kansere yakalanmadım daha Yakalanmam da şart değü Başbakan falan olacağım yok Meraklısı da değilim bu işin Bir de harbe girmedim
Sığmaklara da inmedim gece yarılan
Yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında Ama sevdalandım altmışıma yakın
Sözün kısası yoldaşlar
Bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da İnsanca yaşadım diyebilirim
Ve daha ne kadar yaşarım Başımdan neler geçer daha
Kim bilir?
Nâzım Hikmet
i
bir hatırası var ki büyük şairin ideolojisi ne olursa olsun, Türkiyeyi ne kaçar çok sevdiğini gösteriyordu Babayel sulu sep kenden lapa lapaya çeviren kar altında ve soğuk bir Moskova gecesinde, gözleri hafiften sulanarak hatırasını şöyle nak letti:
«Nâzım Hikmet, Moskovaya bir Türk geldiğini duymaya görsün. Yerinde du ramazdı Hemen koşmak, gelenle konuş mak isterdi. Ama buna cesaret de edemez di. Bu konuda çok kötü hatıraları vardı. Bir keresinde Baküde yapılan bir kong reye. Türkiyeli yazarlardan Agâh Sırrı Levend de gelmişti. Dünyanın çeşitli memleketlerinden gelmiş yazarlar vardı.. Fransızlar, îngilizler Amerikalılar A- raplar. Almanlar, Ruslar.,
Nâzını Hikmet Kongrenin şerei misa firiydi Başkanlık kürsüsünün altında bir koltuk kendisine ayrılmıştı Nâzım Hikmet kongreye hitaben nutkum- söy leyip yerim- oturduğunda, salon uıptan ayağa kalktı ve onu ayakta alkışlı-m.. Bir
kişi müstesna. Nâzımın hemen vanm- da bir koltukta oturan Agâh Sırrı. Oy sa biraz önce Nâzım ^gâk Sırrı Levend konuştuğu aman. icetlisi olarak onu ayakta alkışlamış ^hrik etmişti.. Agâh Sırrı ise. polili’- ;le, ideoioii ile hiç ilgisi olmayan tamamiyle sanatla, e- debiyatla, dille ilgili bu kongrede kendi dilinin en büyük şairin alkışlamak, eli ni sıkmak lüzumunu bile duymadı.
Bu hareketi ile de Nâzımı ne kadar yaraladı bilemezsiniz.
27 Mayıstan sonrak aylardı Moskovada gene bir kongre toplanmıştı. Çeşitli mil letlerden delegeler gelmişti, Bir yat kongresiydi. Türkiyeden de kalaba lık bir heyet gelmişti Profesöı Fahir !z heyetin başkanıydı heyette Ömer Lütfi Barkan, yanılmıyorsam Ahmet Şükrü Esmer, gazetecilerden ömer Sami Coşar, Orhan Karaveli vardı
Nâzım. Türklerin geldiğini öğrenince gene yerinde duramaz oldu. Memleketi min toprağının kokusunu getirmişler dir. diyordu Ama tam kongre günü gel diğinde kongreye gitmek istemedi. Gene Baküdeki gibi olur, birşey söyJerlc- bim kırılır, diyordu Ben ısrar ettim. Kongreye gittik. Türkiyeden gelenlerle de karşılaştık.. Çok iyi davrandılar Üs tadım. üstadım diyerek boynuna sarıldı lar. Nâzım çok içlendi, adeta ağlayacak gibi oldu Birini bırakıyor, ötekine dö nüyordu
Onlar burada kaldıkları sürece uzun uzun görüş’tiler. Hemen her akşam be raber yemeğe çıkıyorduk. Nâzım hasta lığını falan unutmuştu şiirler okuyor, îstanbuldan, Boğaziçinden bahsediyordu. Canlanmış, neşelenmişti. Bir akşam bir lokantada yemek yerken bir ara TUrki yelilerin hemen hiç birinin parmağında alyans olmadığını görünce, hayrola artık Türkiyemde alyans takılmıyor mu diye sordu. Galiba Ömer Sami yahut da Fa hir îz cevap verdiler. Türkiyede 27 Ma yıs ihtilâli olmuştu. Halk hâzineye bir yardım kampanyası açmıştı, kadınlar ziy. netlerini, evliler ve nişanlılar alyanslan- nı hâzineye bağışlıyorlardı. Onlar da öy le yapmışlardı.
Nâzım Hikmet söylenenleri bir an dal gın dalgın dinledi, sonra gözleri dolu do lu sarmağındaki alyansı çıkardı Fahir îz’e uzattı, bunu alın, Türkiyeye döndü ğünüzde hâzineye verin, ben memleke timden kaçmış bir adamım, ama memle ketimi severim. Bu kadarcık olsun bir hizmetimi çok görmeyin. Adım bahis ko nusu değil, ama nihayet ben de bir Türk’ üm. Yüzüğün benim olduğunu söylemeye lüzum yok, dedi.
Masada kısa bir sessizlik oldu. Nâzım alyansını Profesör Fahir iz’e doğra uzat mış duruyordu. Hepimizin gözleri dol muştu. Fahir Bey de heyecanlanmıştı, a- ma çekiniyordu da, biz dedi gümrükten geçerken alyanssız geçtik, şimdi döner ken bir alyansla dönersek başımız derde girer...
Nâzım Hikmet uzattığı elinde alyansı, bir süre önüne eğdi ve durdu, öldüğü gün Nâzım Hikmeti bu alyansıyla birlik te gömdüler. Simdi Alyans da Nâzım gi bi toprağın altında..»
Ekber Babayef karanlıklar içindeki o- tomobilin camından dışarda lapa lana ya ğan kara baktı ve sustu. Bir süre de ben sustum, sonra vedalaştık, ben otomobil den çıkıp otele girdim, o evine gitti... Otelde düşündüm. Nâzım Hikmeti, iste diğimiz kadar reddedelim, bütün dünya onu büyük bir Türk şairi olarak tanıya caktır. Biz Türk değil desek, o dünyanın gözünde Türk şairi kalacaktır. Dünya. Nâzım Hikmetin şiirlerini okunarak, bir kötü propagandanın «barbar» diye ta nıtmak isliliği Türklerin, büyük sairler çıkaran kültür zenginliğine sahip bîr millet olduğunu düşünecektir. Nâzını, is tesek de istemesek de, Türk kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır. Bu serce Bi de ğiştirenleyiz. Değiştirmeye çalışmak, ken di kültürümüzü inkâr olur.
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi