• Sonuç bulunamadı

Rauf Orbay'ın hatıraları

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Rauf Orbay'ın hatıraları"

Copied!
27
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Yakın tarihim'zîn bütün önemli olaylarının

ya iç'nde, ya kenarında y a ş a m ı ş olan

Hiç kimseye küskün olmamı ştır. Memlekete faydalı o-

lacağına inandığı her vazifeyi kabul etmiş, hepsinde

daima örnek olacak bir dürüstlük

,

feragat ve fedakâr

-

lıkla çalışmış

,

müstesna bir şahsiyettir.

K

ırk yıl önce yurdu felaketlerin en müthi­ şinden kurtarıp selamete eriştiren (Kuva- yi Millîye ruhu) bu gün dahi şıkışık du­ rumlarda, bilhassa aydınlarca: <—aman, bize lazım olan odur, o ruhtur.» diye bir çok zor­ lukların, sıkıntıların tek devası sayılmaktadır. An­ cak hu (ruh) gibi, bundan doğup büyük zaferi sağ­ lamış olan (Millî Mücadele) nin de hakiki mahiyeti­ ni lâyıkile bilenler günden güne artacak yerde, ya­ zık ki, azalmaktadır. Hatta aşıladıkları bu ruhla Millî Mücadeleyi yaratıp zaferle sona erdirmek su- retile, o devrin birer sembolü haline gelmiş olanlar hakkmdaki bilgimiz de, heyhat ki gene yok dene­ cek kadar noksandır.

Yarının tarihçilerini şaşırtıp, hayli zor duruma sokacak olan bu bilgi noksanının, belli başlı sebep­ leri arasında, şüphe yok ki bu durumda bulunan şahsiyetlerin — kendilerinden bahsetmeyi bir çeşit övünme sayarak veya başka düşünceler te’sirile —• susmakta olmalarıdır. Bu miitalâmızı te’yit eden olaylar az değildir. Mesela, Millî Mücadelenin çok daha önceki günlerinden itibaren Mustafa Ke­ mâl’in en yakın ideâl arkadaşı olarak, kurtuluş dâ­ vamızın hazırlık devresinden Lozan safhasına ka­ dar, onunla yanyana ve sırdaşı durum unda çalı, şarak o devri temsil edenlerden biri bulunan Rauf Orbay, yıllardanberi, çeşitli niyetlerle ortaya atı­ lanlar tarafından, şahsı ve içinde bulunduğu hâdi­ seler hakkında ileri sürülen çoğu yanlış m ütalâala­ rın hiç birini bir tek kelime ile dahi düzeltmek ve­ ya tavzih etmek lüzumunu duymamıştır.

Meselâ kıymetli gazeteci arkadaşlarımızdan — Sâbık Basın Yayın Vekili — Cihat Baban Anka- rada çıkan (Yenigün) gazetesinde yayınladığı (Va­

zifeye Dâvet) başlıklı başyazısında şöyle diyordu: «Sayın Rauf Orbay, İzmir suikasti teşebbüsü İkâ edildiği sıralarda tedavi maksadile Avrupada- dır, olan biten hâdiselerle hiç bir Alâkası ve malû­ matı yoktur O tarihte muhalif olduğu ve muhale­ fet te tasfiye edilmek istendiği için onun d^ı teşrii masüniyeti, tıpkı Bölükbaşı hâdisesinde olduğu gibi kanuna aykırı olarak kaldırılmıştır. Sayın Orbay o hâdiseden beri küskün ve yorgundur, âmme iş­ lerinin hepsinden uzak yaşamaktadır.

Rauf Orbay gibi fazilet ve dürüstlüğü her kuv­ vetin üstünde telâkki eden insanlar, memleketin kurtuluş dâvâsında bütün varlıklarını hasrettikten

sonra, siyasî hayatın girinti ve çıkıntılarında bo­ ğulmaktan çekindikleri için, kendilerini memleket hizmetinden uzak tutmaktadırlar.»

Pek iyi niyetle yazılmış olduğu aşikâr olmakla beraber, gerek şahsı, gerekse yakın tarihim i­ zin aydınlatılması bakımından tavzihe mühtaç bir çok noktaları bulunan bu yazı karşısında da Rauf Orbay sükütu ihtiyar etmişti.

Halbuki açıklanması gereken noktalar çok ö- nemli idi. Evvelâ; İzmir suikastı teşebbtisile zerre kadar alâkası bulunmadığı, bilâhare Askeri Temyiz Mahkemesi kararile de sabit olan Rauf OrbayhD

(tıpkı Bölükbaşı hâdisesinde olduğu gibi) teşrii masuniyeti kaldırılmamıştır ve (kaldırılm adan) da on yıl ağır hapse mahkûm edilmiştir. Hattâ yalm z

o değil, aynı durum da bulunan muhalefet arkadaş­ ları Kâzım Karabekir, Ali Fuad, Re’fet ve Cafer Tayyar Paşalarla bir çok tanınmış Milletvekille­ ri de teşriî masuniyetleri (kaldırılmadan) palas- pandıras yakalanarak kimi haftalarca mevkuf tu­ tulmuş, kimi de asılmıştır.

Aydınlatılması gereken diğer noktaya gelince; Rauf Orbay bu hâdiseden beri küskün ve yorgun ve âmme işlerinin hepsinden de uzak kalmış de­ ğildir. Aksine; o hâdisenin hemen akabinde, yâni m eşhur (Ali Beyler İstiklâl Mahkemesi) nin hiç bir esasa İstinat etmeden verdiği keyfi kararın kanun yolu ile tashih edilip beraata çevrilişinden sonra, hiç bir küskünlük ve yorgunluk göstermeden, se­ çildiği Kastamonu Mebusluğunu, biraz sonra da teklif edilen Londra Büyük Elçiliği vazifesini mem­ nuniyetle kabul ederek yıllarca bu vazifede başarı ile devam etmiştir.

Rauf Orbay Londraya, pek nazik bir zamanda gitmişti. Esasen oraya gönderilmesinin sebebi de zamanın bu nezaketi idi. Dünya ahvalinin son de­ rece karışık, bizim için de endişe verici bir saf haya girdiği o günlerde müttefikimiz tngiltere nez- dinde. her bakımdan mümtaz bir şahsiyet tarafın­ dan temsil edilmemiz zarureti duyulunca, Rauf Beyden başkası akla gelemezdi. Mükemmelen tngf- lizce bildiği gibi, gençlik çağlarından beri temasta bulunduğu Londra yüksek sosyetesinin, bilhassa Hamidiye kahramanlığı dolayislle sevgi ve say­ gısını kazanmış ve çeşitli kulüplerine intisapla dostluklar te’sisl suretile. siyasî geçinenlerimizin hiç birine nasip olamayacak derecede muhit yap­

— 11 — YAKIN TARİHİMİZ

(2)

mağa muvaffak olmuş bulunması bakımından da Eauf Bey için o buhranlı devrede Londra Büyük Elçiliği gerçekten, biçilmiş bir kaftan sayılmakta idi. Nitekim oraya varıp, itimadnâmesini verdiği günden itibaren, hükümet te, işlerin yoluna gir­ diğini görerek, huzur ve emniyetle geniş bir nefes almış bulunuyordu. Fakat Rauf Bey, aynı şekilde (Ankarada da işlerin yolunda gittiğine) kâni ola­ madığından huzur ve emniyetle çalışma imkânını bulup geniş nefes alabilmek şöyle dursun, gitgide uğradığı huzursuzluklarla nefesi kısılacak hale gelmekte idi. Yani; Londrada o sırada müttefik­ ler cephesinin mutlak âmiri durumunda olan Çör- çil ve yakınları ile aralarındaki bütün yabancı diplomatları kıskandıracak derecedeki yakın dost­ luk ve samimiyet sayesinde karşılıklı münasebet­ lerimizi güzelce idare ve memleket menfaatlerini korumakta güçlük çekmediği halde, bağlı bulun­ duğu Hariciye Vekâletinin bazı halleri yüzünden, çalışmalarının semeresiz kalması ihtimali ile ra ­ hatsız olmağa başlamıştı.

O sırada, Hariciye bir kelime ile, Allahlıktı. Bilhassa memleketin kaderi ile ilgili, son derece önemli ve m ahrem evrak ve mektupları Londraya götürmek üzere ellerine emânet ettiği (kuriye) de­ nen kimseleri, rastgele yahutta şunun bunun, şu- sudur busudur diye seçtiğinden, bu mühim evrak ve mektulpardan bazıları zayi oluyor ve bu arada bazı (devlet sırrı) mahiyetindeki malûmat ta kim bilir kimlerin kulaklarına gidiyor, ellerine geçi­ yordu. Rauf Beyin, pek vahim neticeler doğurabil­ mesi ihtimali olan bu ve buna benzer bozuk düzen işlerin düzeltilmesi için arka arkaya vuku bulan ihtar ve teşebbüsleri hep neticesiz kalıyor, hari­ ciye bu kötü gidişinden vaz geçmiyordu. Nihayet yazıp çizmekle meram anlatamayacağını görerek bir ara Ankaraya gidip, Başvekil ve Hariciye Ve­ kili ile temasla bu işleri bir dereceye kadar yo­ luna koymağa muvaffak olan Rauf Bey, Londra­ ya dönüşünden bir müddet' sonra. Başvekil Refik Saydam’m vefatı üzerine Saraçoğlu Kabinesi ku­

rulunca, hâriciyede işlerin gene çığımdan çıkarak, eskisinden daha beter hale geldiğini görmüştü. Hatır gönül saymak zaafile gönderilen bazı kuri- yeler, gene asil vazifelerinin ne olduğunu unuta­ rak, Londraya varır varmaz altın ve döviz alış­ verişlerine dalıp, devletin itibar ve şerefini sars­ makla da kalmayarak, ellerine teslim edilmiş olan mühürlü mahrem evrakı kaybetmek suretile, dev­ let sırlarının şuyuuna sebebiyet vermekte devam ediyorlardı.

İşte bu sırada, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, vu­ ku bulan davet üzerine uçakla Kahireye giderek. — Birleşik Amerika Cumhurreisi Ruzvlet ve İngil­ tere Başvekili Çörçil ile görüşüp memlekete dö­ nerken, Londrada bulunan Rauf Beyi de Ankara­ ya dâvet etmiştir.

19 Ocak 1944 günü Ankaraya varan Rauf Bey derhâl Cumhurreisi İsmet İnönüyü ziyaretle, Çan­ kaya köşkündeki toplantıya katılmıştır. Cumhur- reisinin başkanlığında, Başvekil Saraçoğlu Şükrü. Hariciye vekili Numan Menemencioğlu, Genel Kur­ may Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ve Genel Kur­ may ikinci başkanı Orgeneral Kâzım Orbayla bir­ likte yapılan bu toplantıda-, neler konuşulduğu kimseye duyurulmamış olmakla beraber, başbaşa kapananların doğrudan doğruya dış siyaset ve

ordu büyükleri oluşları, konuşmanın esasen o sı­ ralarda umumî efkârı da endişe ile meşgûl et­ mekte olan (harbe girip girmememiz) daha doğ­ rusu (Ingilizlerin bizi harbe sokmak için vukuu muhtemel ısrarlarına ne suretle mukabele ede­ ceğimiz) konusuna münhasır kalmış olduğu şüp­ hesizdi. Netekim sonraları sızan haberler de, bu­ nu teyit etmiştir.

Bu haberlere göre, Cumhurreisi İsmet İnönü- nün Kahire mülakatında Çorçilin harbe katılma­ mızı İsrarla isteyişini bahis mevzuu ederek «Ne yapacağız?» diye pek müşkül bir vaziyette kaldı­ ğını belirtişi üzerine, Başvekil Saracoğlunun da keza kararsız ve mütereddit, diğerlerinin ise gir­ mek taraftarı olmadıklarını ihsas ettikleri halde sessiz kalışları karşısında Rauf Orbay’m:

«—Ne hakla bunu istiyor ve İsrar ediyorlar?» diye konuşmaya başlayarak bizzat Çörçilin, on kü­ sur ay önce 30 Ocak 1943 deki Adana mülakatın­ da tnönüye; Ordumuzu azami derecede takviye için muayyen bir zaman içinde vermeği vaad et­ tiği beşyüz Shermann tankı, beşyüz Speed Fire uçağı ve bir sürü top, tüfek ve saire gibi harp le­ vazımından hiç birini vermemiş olduğunu hatır­ latıp, hu durumda Ingilizlerin harbe girmemizi istemeye katiyen hakları olamayacağını izah etme si üzerine uzun müzakereler neticesinde Ingilizle- re verilecek cevabın da bu şekilde olması k arar­ laştırılmıştır.

Çörçil, Adana mülakatında, bahis konusu u- çak tank ve saire gibi harp levazımını bir yıl için­ de bize vereceğini vaad ederken, harbe girmemi­ zi de (ancak bu silâh ve teçhizatı kâmilen teslim alıp tecrübelerini de yaptıktan sonra, Balkanlar­ da her hangi bir müdahale vuku bulduğu takdirde, gerekecek hareket hattını bizzat kendimiz tayin etmemiz) şartına bağlamış bulunuyordu. Halbu­ ki, yardım yapılmadığı gibi, Balkanlarda da her­ hangi bir müdahale vuku bulmamıştır. Rauf Be­ yin, bunu da ileri sürerek, müttefikimiz tngilizleri gücendirmeden harbe katılmak tehlikesinden sıy­ rılışımızı sağlayacak bir yol gösterişi, bilhassa Mareşal Fevzi Çakmağı — sonraları bizzat ifade ettiği gibi — o ânda Rauf Beyin boynuna sarıl­ maktan kendini alamayacak derecede sevindirip mutahassıs etmiştir.

Rauf Orbay, memleketine bu son büyük hiz­ meti de yaptıktan sonra, Başvekil Şükrü Saracoğ­ lunun davetine icabetle, katıldığı Vekiller Heyeti toplantısında, Hâriciyenin hâlâ sürüp giden ma­ lum (kuriye) meselesinden doğan mühim evrak kayboluşu ve devlet sırlarının gerektiği gibi m u­ hafaza edilemeyişi gibi münasebetsizlikleri uzun uzadıya izah ettikten sonra, artık düzelmesini de hiç tahmin edemediğini, bu şartlar altında çalış­ makta devâm edemeyeceğini bildirmiştir.

Rauf Orbay, işte bu suretle, gerek Cumhurre­ isi İsmet İnönüne, gerek Başvekil Saraçoğlu Şük­ rü ile diğer bütün vekillere durumun fecaatini olanca çıplaklığile anlata anlata bitiremediği hal­ de hiç birine meram anlatamayışmdan dolayı Londra Büyük Elçiliğinden istifa edip, çekilmek zorunda kalmış ve bir daha da başka hiç bir va­ zife kabul etmemiştir. Hatta Münir Beyin ölümü ile boşalan Vaşington Büyük Elçiliği vazifesin' kendisine İsrarla teklif eden Başvekil Saraçoğlu Şükrüye de:

(3)

«Hâriciyemizde değişmiş bir şey yolc, Keşme­ keş ve emniyetsizlik berdevam... Bu vaziyette hiz­ met edemeyeceğime kâni olduktan sonra, mutla­ ka bir makamda bulunmak isteyeceğimi elbette tahm in edemezsin !» diye bir çok t'a yeni aksaklık- örnekleri sayıp, red cevabı vererek kendi ale­ mine çekilmiştir.

Lâkin bu durumda, İnziva köşesinde ayine-I devran’ı seyre daldığı halde, nedense bir takım hafiyelerin adım adım takip ve tarassutlarından kurtulamadığı sıralarda hayatının en garip tek­ liflerinden birine m uhatap olduğu da duyulmuş­ tu.

Demokrat Partinin kuruluşunu müteakip, Ma­ reşal Fevzi Çakmağın da muhalefete geçtiği gün­ lerde, bir gün Cumhurreisi İsmet İnönüniin, Dol- mabahçe Sarayına davet ettiği Rauf Orbaya, (Te­ rakkiperver Fırka) yı tek rar kurmasını teklif ile, o sırada Büyük Millet Meclisi Reisi olan Kâzım Karabekir Paşayı da bu yola sevk edebileceğini

ihsas eylediği, Rauf Orbaym da pek tuhaf bulduğu bu teklife:

*— Yaa?. Sen gene Fırkanın reisi ve Cumhurreisi, biz de karşınızda muhalif... aşkolsun, çok güzel...» diye mukabelede bulunduğu duyulmuştu.

Kısaca henüz bıyıkları terlediği sırada gönül­ lü olarak atıldığı memleket hizmetinde azimli a- dımlarla ilerleyip, temayüz ederek Hamidiye kah­ ramanlığı ile de tetviç ettiği hayatı boyunca her önemli hâdisenin ya İçinde veya kenarında bu­ lunarak tertemiz ve daima bir dürüstlük, feragat ve fedakârlık örneği halinde yaşamış olan Rauf Orbay, hiç bir zaman, hiç kimseye küsmediği gi­ bi, memlekete hizmetten de uzak kalmamıştır.

Bugün de (Yakın Tarihimiz) e şeref vererek hâtıralarını yayınlamak suretiîe, memleket hizme­ tinde berdevam olduğunu göstermektedir ki, bu lütfü ancak derin şükran ve minnet duygularüe karşılayabiliriz.

Feridun KANDEMIR

KISA NOTLARI

Keçecizadenin

Sultana cevabı

Istanbulda müthiş bir para buh­ ranı başlamıştı. Hiç bir çare buluna­ mıyordu. En tesirli tedbir, saraydaki

altm eşyanın paraya çevrilmesi fik­ ri idi. Keçecizâde Fuat Paşa bu fık- ri sarayda açıklayınca Sultan Abdül- aziz sinirlenerek:

«Bizim sultanların seyir yerle­ rinde su içtikleri tasları da mı el­ lerinden alacağız...» diye bağırdı, Keçeçizâde şu cevabı verdi: «— E- vet efendim- Onları da alırız. Al­ lah etmeye, bu devlete bir fenalık gelip te efendimiz başımızda olarak kullarınız da peşinizde Konya ova­ sına doğru göçerken Sultan hanım efendiler bu taslarla Ayrılık Çeş­ mesinden mi su İçecekler?»

★ *

Evini bilir misiniz?

Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi nin, yeni taşındığı mahallede, kendi evini bulamadığı da söylenirdi Za­ vallı hoca dönmüş dolaşmış bir tür lü hangi eve taşındıklarım kestire- memiş. Sabaha kadar sokaklarda gezmek kabü olamayacağı için niha­ yet bir kapıyı çalarak sormağa mec­ bur olmuş:

«— Kuzum hanımlar, demiş, bu- raya yeni bir Şeyhülislâm taşınmış, acaba hangi evde oturduğunu bili­ yor musunuz?

2000 de birimiz gazete

okuyoruz

İttihat ve terakkinin meşhur Şey­ hülislâmı, âlım ve fazıl olduğu ka­ dar da, pek dalgın bir hoca idi. Mu­ sa Kâzım Efendi kendi âleminde bir hoca iken, tabii arabaya binmezdi. Nadiren böyle bir şeye mecbur olur­ sa, cebinden parasını çakarır araba­ cıya verirdi. Fakat Şeyhülislâm ol­ duktan sonra artık hoca, borç harç külüstür bir fayton tedarik etmek zorunda kalmıştı. Ancak bir türlü arabayı benimseyemiyordu. Sabah­ lan Bâb-ı Meşihat önünde araba­ sından inince, elini cebine daldırıyor ve çeyrek çıkararak kendi arabası­ na ücret veriyordu.

Dalgın Nâzır

Gelenbevi Sait Bey birgün Mah- mutpaşa yokuşundan inerken Maa­

rif Nâzın Emrullah Efendiye rast- gelmiş. Konuşmaya başlamışlar. Em­ rullah Efendinin dalgınlığını bilen Sait Efendi, lâkırdı arasında yavaş­ ça dönmeğe başlar ve o suretle ha­ reket eder ki, yüzü yokuşa doğru konuşan Emrullah Efendinin geldiği istikâmet yokuş aşağı şeklini alır. Sait bey veda’la yanından aynlınca, Emrullah Efendinin, Mahmutpaşa yokuşundan, evvelki geldiği istika­ metin aksine olarak, aşağı doğru dalgın dalgın iner.

Kendi arabasına ücret

veren Şeyhülislâm

Bizde üç rejim gördüm; İstibdat, Meşrutiyet ve Millî rejimler... Her üçünde de gazete okuyanların mik­ tarında büyük bir değişiklik olma­ dı. Bizde şimdiki halde 2000 kişide biri gazete okuyor.

Bütün matbuatımız, belli başlı bir Atina veya Bükreş gazetesine m at. dildir.

Hele kitap?... Yedi yüz effl bin ki­ lometre kare tutan yurdumuzda, şimdi (1933) olsa olsa belki kırk ka­ dar kitapçı dükkânı vardır. Editör denilen tâbi’e gelince, öyle bir tica. ret ve sanatten zaten bizde eser yok gibidir.

Bir tarihte Malta adasında sür­ gündüm. Maltızların dili, kötü Arap- çadır. O dilde kültür olmaz. Adam olmak isteyenleı İngilizce, biraz İtal­ yanca öğrenirler. Böyle olmakla be­ raber, adanm merkezi olan La Va­ letta kasabasının başlıca caddesin, deki kitapçıların sayısı, bütün Türki­ ye kitapçılarından fazladır. Malta a- dasınm nüfusu ise bizim şu Beyoğ. lununkinden daha azdır.

1 Mart 1933 - Vakit gazetesi Celâl Nuri

(4)

***** * * * * * * * * * * * * * * # .* * * * 1♦-♦****** > * * * > * * * ♦ * * * * * * + * * * * * * * * * * * * .# .,

J Hamidiye kahramanı ve Millî Mücadelede Atatürk'ün en yakın arkadaşı olarak çok

* önemli vazifelerde her zaman memleketin e hizmet kaygusu içinde yaşamış olan

Ra-*

uf Orbay, yeni bir hizmet olarak ta hâtı ralarını Türk Tarihine tevdi etmektedir.

*

Rauf Orbay Bahriye Erkânıharbiye Reisi

Sultan Osman Süvarisi olarak

Londraya gidiş — Enver Paşa

ile başbaşa — Bağdat'tan Iran

sınırına — Bahriye Erkânıhar-

biye

Reisi olunca — Cemal

Paşa ile Almanya'da — Ami­

ral Şoson Rauf Bey'e ceghe a-

lıyor — Mustafa Kemâl'le bu­

luşma

¥

S

ultan Osman süvarisi olarak üç aydır Londrada bulunuyordum. İlk önce Brezilya hükümeti adı­ na Arms-trog tezgâhlarında inşa edil­ mişken, bu hükümetle Şili ve Arjantin’­ in, donanma yapmamak hususunda a- ralannda anlaşmaları üzerine hüküme­ timiz tarafından satın alınarak -Sultan Osman» ismi verilen bu dretnotu teslim alıp memlekete götürecek olan bin kişi­ lik mürettebat ve askerim de. Reşit Pa­ şa vapuriyle Ingiltereye gelmişti. Gemi­ nin son taksiti olan yedi yüz bin lira da ödenmişti. îşleri bir an evvel bitir­ mek için tecrübelerin bir kısmından da vazgeçerek fabrika ile 2 Ağustos 1914 günü geminin, bize teslimi konusunda mutabık kalmıştık. Fakat, parayı verişi­ mizin ertesi günü için kararlaştırılan

5ancağımızı çekme töreni zamanından yarım saat evvel tngilizler «Sultan Os­ man» a el koydular.

Dünyanın birbirine girdiği günler- Bir hafta., önce, 28 Temmuz 1914 de harp ilân etmiş, arkasından çorap sökü­ ğü gibi bir boşanışla Ağustosun dördü­ ne kadarki hafta içinde Almanya. Rus­ ya, İngiltere ve Fransa da Almanyaya harp ilân ederek Avrupa kıt’ası baştan başa bir savaş alanı haline gelmişti.

— 1« YAKIN TARİHİMİZ « * * 4C * * A r 4 c A f * J r.

(5)

ÇANAKKALE'DE BAŞLIYAN DOSTLUK

(6)

ve «Midilli» diye adlandırılmış bulunuyorlardı.

ENVER PAŞA... «Elbette büyük vatanseverdi» Birdenbire içine düşülen bu karışık durumu bahane ederek İngiltere «Sultan Osman» dan sonra, Vikers tezgâh­ larında inşası tamamlanmış «Reşadiye» diretnotumuzla, gene orada Şili hükümeti namına inşa edilmişken hükümetimiz tarafından satın alınması kararlaştırılıp pazarlığı da yapıl­ mış olan iki torpido destroyerine de el koydu.

Gerektiği şekilde, şiddetle protesto edildi ise de kâr et­ medi. İngilizler yayınladıkları bir beyanname ile, hangi dev­ lete ait olursa olsun İngiliz tezgâhlarında inşa edilmekte olan harp gemilerinden hiç birinin hiç bir vesile ile İn­ giltere kıyılarından uzaklaştırılamıyacağmı tebliğ ile gemi­ lerimize ambargo koymakta ısrar ettiler.

Biz de çaresiz, Reşit Paşa vapuru ile Istanbula dönmek üzere hareket ettik. İngiliz hükümetinin tavsiyesi üzerine torpillenmiş olduğu anlaşılan Dover Boğazından geçmeyip, Irlandamn kuzeyinden bir devir yapmak suretiyle yolu uza­ tarak seyir ediyorduk.

Yolda, Lizbonda iken, «Goben» ve «Breslav» isimli Al­ man kruvazörlerinin Çanakkale Boğazından girdiklerini duyduk. Çanakkale önüne varışımızda, Boğazın bu Alman kruvazörleri çıkar diye İngilizler tarafından abluka edil­ miş olduğunu gördük. Fakat İngilizler bize dokunmadılar. Esasen, bu iki Alman kruvazörü de, bilinen şekilde, hükü­ metimiz tarafından seksen milyon marka satın alınmış gös­ terilerek, birkaç gün önea donanmamıza katılıp «Yavuz»

— 1« —

ENVER PASA İLE BAŞBAŞA

Istanbula vardığımız zaman, kısmî seferberlik ilân edil­ miş, Mebusan Meclisinin de Padişah tarafından - üç ay son­ ra dâvetsiz toplanmak kaydile - dağıtılmış olduğunu gör- lük. Memlekette, bir harp havası esiyordu.

Artık tütün işlere hâkim bir durumda bulunduğu der­ hal sezilen Enver Paşayı, Harbiye Nezaretindeki makamın­ da ziyaret ettim, ingilterede bulunduğum sırada, hal ve vaziyetin gidişi dolayısiyle kendileri en yüksek makamları işgal ederken beni ve durumumu düşünmekte kusur etme­ diklerini belirtmek isteyen pek samimî bir ifade ile:

«— Rauf Bey, ne yapalım İşte böyle oldu. Bu vazi­ fe de bize düştü. Yoksa Zatışahanenin, coğrafi durumu itibariyle ehemmiyeti aşikâr olan Afganistan ile münase­ bet tesis etmek ve Afgan ordusunu ıslah eylemek gibi bir vazife ile Afganistan Emirine göndermek üzere ol­ duğu heyetin başında gitmeyi tercih ederdim» dedik­ ten sonra gözlerimin içine bakarak düpe düz: »Sen gi­ der misin?» teklifinde bulundu.

Hatır ve hayalimden dahi geçirmediğim, bu beklenme­ dik teklif karşısında şaşırdım ve elimde olmadan gülümse­ yerek, dilimin ucuna şu kelimeler geldi:

«— Afganistan denen yerin, adından başka nesini biliyoruz Paşam?... Şu anda oranın haritadaki yerini bile gözümün önüne getiremem. Nereden, ne ile, nasıl gidilir, hangi yolların ucundadır, meçhulüm... Müsaade, nizle, Amerika tarikiyle mi gitsem acaba?...»

Enver Paşa, olanca ciddiyetiyle, işe gerçekten pek önem verdiğini hissettirerek şu cevabı verdi:

«— Gerçi orası öyle ama, bahis mevzuu olan İş, Af. gznlstanı İngilizler aleyhine harbe girmeğe hazırlamak gibi son derece ehemmiyetli bir teşebbüstür. Siz me­ rak etmeyin. Her şey hazırlanmıştır. Irak ve havalisi kumandanı Cavit Paşaya İcap eden talimat verilmiştir. O size, her türlü kolaylığı göstererek, Iraktan İran yo­ luyla Afganistana geçebilmeniz için gereken her şeyi yapacaktır. Siz evvelâ onu görün. Onunla temas edin,

kâfidir.»

Enver Paşa, işte böyle, kat’î konuşuyordu. Dünya bir­ birine giriyor ya, Alman İmparatoru da Afganistanı Hin- distandaki İngilizlere karşı silâhlandırıp tahrik etmeği dü­ şünmüş ve bu işi bir çok sebeplerle hatırını pek saydı­ ğım bildiği - Enver Paşaya yaptırmağı uygun bulmuş...

İmparatorun bu maksadı o kadar aşikârdı ki; «Fon Vas Muss» ismindeki - vaktiyle İranda konsolosluk etmiş, Fars­ ça bilen, tecrübeli - bir hariciyecisini Afganistanda harce- dilmek üzere sandık dolusu altınlarla, maiyetine verilmek 'çin, Istanbula göndermişti.

Sultan Reşat da ona uyarak, Afgan Emiri Habibullan Hana, bir nâmei - mahsusla murassa kılıçlarla bir hayli kıymetli hediyeler gönderiyordu.

HAZIRLIK TAMAMDI

Enver Paşa, İtalya harbi esnasında (Bingazi) ye birlik­ te gitmiş olduğumuz, şimdi de Umumi karargâh şark şu-

oesi müdürü olan Ömer Fevzi Mardinî’nin, maiyetime ve­ rilecek askerî heyete başkanlık edeceğini de söyledi. Bu zat, Irak, Filistin ve Suriye filân gibi yerlerde teşkilâtlar hazırlamış olduğu gibi, Afganistanda askerî heyetimizin yapacağı işleri de teferrüatiyle programlamıştı.

İyi, güzel ama, bilhassa o hengâmede Afganistana, hem de böyle, askerî bir heyet ve ayrıca bir tabur da askerle nasıl gidilebileceğine, bir türlü aklım ermiyordu. Enver Paşamn: «Çok mühim bir vatanî hizmettir. Bunu ancak siz yapabilirsiniz...» şeklindeki rica ve ısrarları üzerine çarna­

çar bu işi, yâni Türkiyenin ilk (Afganistan siyasî mümes­ silliği) vazifesini kabul ettim ve Alman İmparatorunun ada­ mı Fon Vas Muss’u da yanımıza alarak, heyet halinde ts- tanbuldan ayrılıp Irak yoluna revan olduk. Yanımdaki as­ kerî heyete dahil olanlar arasında - sonraları Orgeneral olan - Haşan Atakan ve Osman Tufan Paşa ile, Enver Pa­

(7)

şanın; dil bilir, işine yarar diye bana verdiği Afganlı Ab- durrahman Nihat da vardı ki, bu zat daha evvel bir sıhhiye heyetiyle Afganistandan İstanbula gelmiş ve bizde kal­ mıştı.

İlk merhale olarak vardığımız (Halep) te Baron otelin- de, bir aydan fazla kalarak, yanımıza katılacak zabitlerle, Afgan Emirine sunulacak hediyelerin geri kalanlarını bek­ ledik. Bu arada Cavit Paşa ile muhabere ettim.

Halep’te bulunduğumuz sırada, Karadeniz hâdisesi vukua geldi ve arkasından harbe girdiğimiz haberi alın­ dı. Bu suretle durumumuz daha ziyade nezaket kesbedı- yordu.

Bu esnada Enver Paşa, yolculuğumu kolaylaştırmak için, istanhuldaki Alman Ataşemiliterinin Benz marka otomobilini bana Halebe göndermişti.

BAĞDATTAN İRAN SINIRINA

Nihayet Ömer Feyzi ve Nihat Beyleri de yanıma ala­ rak bu otomobille Halepten doğru Bağdat’a, oradan da - Dicle vapuriyle - Cavit Paşa karargâhının bulunduğu Kumaya gittik. Bu yolda, ilk defa otomobil gördükleri an­

laşılan Araplar, şeytan, şeytan... diye ürküyorlar ve hancılar bize kapılarım açmıyorlardı. Biz bu yolda iken İngilizler de Basrayı almışlardı.

Karargâhına vardığımız Cavit Paşa, uzun uzadıya dü­ şünerek, bana yapabileceği şeyleri tek cümle ile hülâsa edip: «Sizi Şeyh Hazal götürecek...» deyince tıpkı Enver Paşanın ilk teklifi karşısında olduğu gibi büyük bir şaş­ kınlığa uğradım. Zira, bu Şeyh Hazaı denen adamın, bir İngiliz bendesi olduğunu, daha evvelden pek sağlam kay­ naklardan öğrenmiş bulunuyordum.

Bu durumda Cavit Paşadan da bir hayır umulamaya- cağmı anlayınca, (Kuma) dan Bağdada döndüm. Müstakil ve doğrudan doğruya Başkumandanlığa bağlı olduğumdan, Enver Paşa ile muhabere ederek, bu işin böyle olamayaca­ ğını kendisine anlattım. O da bana: «Tahran Sefiri Asım beyle temas edin. O, sizin Afganistana geçmenizi temin edecektir. Her şeyi hazırlamıştır.» cevabını verdi. Temasla­ rım sonunda gördüm ki; Asım Beyin de, o karma karışık durumdaki İrandan bize yol bulup Afganistana emniyetle geçebilmemizi temin hususunda, Cavit Paşadan bir farkı yoktur.

Çaresiz ahvalin alacağı şekli kollayarak Türk - İran sı­ nırı bosumdaki (Mendeli) kasabasında tertibat alıp bekle­ meye karar verdim.

Burada beklerken, yanımdaki Alman murahhası Fon Vas Muss’un: «Baş benim» der gibi bir tavır takınarak bana tahakküm etmeğe kalkıştığını görünce, kendisini kış­ kırtıp, elindeki altın dolu sandığı alarak yanımdan defet­ tim.

(istanbula dönüşümde bu altınları, mâliyeye verilme­ si için Enver Paşaya teslim ettimse de, Maliye biz İngiliz parası alamayız diye kabul etmemiş, Enver Paşa da bir yo­ lunu bularak bunları, bir Hollanda vapuru ile Yemen ku mandanı Ali Sait Paşaya yollamıştı.)

KİRMANŞAH ÖNÜNDE

O zaman İranın kuzeyi Rusların, günesd de İngilizlerin nüfuzları altında idi. Bu nüfuz bölgelerinde İngilizler de Ruslar da silâhlandırmış oldukları İranlı aşiretlerle işbirli­ ği yapmış bulunuyorlardı. İranın başındaki Şah denen zat da, hükümdardan başka her şeye benziyordu. Tahrandaki Avusturya sefirinin kızına gönlünü kaptırınca bu sefaret­ haneye kaçmağa bile kalkmış, aşiretlerin belli başlıları da. dediğim gibi, paralarım aldıkları İngilizlerle Rusların kul­ ları haline gelmişlerdi. Ben bunların hepsini Enver Paşaya yazdım, anlattım ve buradan Afganistana geçmek imkânı kalmadığını bildirdim.

Bunun üzerine Enver Paşa da - artık Başkumandan sıfatiyle - bana: «— Şimdilik bulunduğun yerde kal. Cenu bî İran Başkumandanısın. O bölgeyi aşiretlerle müdafaa

YAKIN TARİHİMİZ

Rauf Orbay Londra Büyükelçisi iken

edecek, İngüizleri kaçıracaksın.» dedi. Bu yeni sıfat ve va­ zife ile (Mendeli) de beklerken, (Kirmanşah) tâki İngiliz ve Rus konsolosları sınır civarındaki İranlı Sencanî aşire­ tini üstümüze saldırttılar ve bir karakolumuzda birkaç as­ kerimizi şehit ettüer. Elimdeki Türk taburiyle bunları çe­ virttim. Asker hürya etti, Sencanileri kaçırttı. Biz de yü­ rüdük, Kirmanşaha kadar olan yerleri işgal ettik. Fakat ye­ tecek kadar kuvvetim olmadığı için Kirmanşah şehrine gir­ medim. Kirmanşah üe sınırımız arasındaki dağlarda, Kirind mevkiinde karargâhımı kurdum. Burada tam bir yıl icrayı hükümet ettim. Hattâ İran hükümetinin o zamana kadar yapamadığı şeyi yaparak, halktan vergi topladım ve bun­ ları İrana verdim. Orada kaldığım müddetçe, İngilizler gir­ mesin üye, Bağdadı himaye ediyordum.

Bu esnada müttefikimiz Almanların İrandaki durum­ ları ise pek acaipti. Almanlar burada yalnız kendi menfa­ atlerini gözönünde bulundurarak, bizi ellerinde âlet gibi kullanmaktan başka bir şey düşünmediklerini her halle­ riyle hissettiriyorlardı.

Nitekim Kirind’te bulunduğum sırada İranlı aşiretle­ rim hücumuna uğrayarak vuruşmağa başladığımız zaman, yanımdan defetmiş olduğum mahut Fon Van Muss ile Tah­ randaki Alman Ataşemiliteri Van Kaniç’i de karşımızda,

(8)

tngilizlerin parasını aldıkları halde el koyduktan İlk dritnotumuz «Sultan Osman». Rauf Bey, hu geminin süvarisi ola­ rak Londra’ya gönderilmişti.

çarpıştığım» bu aşiretlerin arasında gördük. Bundan da anlaşılıyordu ki Almanlar. İranla aramızı açarak, onlara da bize de ayrı ayrı hükmetmek maksadım gütmektedirler.

İLK CİHAN HARBİNE GİRMEMİZ ZARURÎ İDİ

Biz bu durumda (Kirmanşah) tan ileriye gidemeyeceği­ mizi anladık. Alman İmparatorunun dileğini yerine getir­ mek için dağlar delinip, yollar açılamazdı. Esasen Irakta iş ler sarpa sarmış olduğundan, artık orada beklememizin bir mânâsı da kalmamıştı. Bu esnada yalnız Enver Paşanın amcası Halil Paşa Birinci Kuvvei Seferiye kumandanı oia rak Tebrize girmiş, oradan da Azerbaycana geçmişti.

Ben de durumu Enver Paşaya bildirerek, İrandan çe­ kildim. Can kurtaranım durumundaki aslan gibi zabitlerim ve yiğit Mehmetçiklerimle İstanbula dönmek üzere, uzun yollar aşarak «Kerkük» e gittim. Bu esnada Enver Paşa nedense tekrar: «— Aman Afganistana gitmez misin?» de­ yince ben de: «Amerika yolile mi?» diye şaka etmekten kendimi alamadım ve ona, o günkü şartlar altında artık Afganistana yol bulmanın imkânı kalmadığını kafi şekil de anlattım. Bunun üzerine olacak ki, İstanbul da da İran boşaltmak kararı verilmişti. Beni de yarbaylığa terfi etti rerek, Bahriye Erkânıharbiye Reisliğine tâyin ettiler. Bu nun üzerine biz de Kerkükten hareketle, gene çeşitli vasi talarla; yâni Kerkükten Mardin yakınlarına kadar at ve Mardinden Halep ve İstanbula trenle geldik.

İstanbula gelişimde, Bahriye Nâzın Cemal Paşa, Dör düncü Ordu Kumandam olarak Suriyede bulunduğundan kendisine Enver Paşa vekâlet ediyordu. Beni Bahriye Erkâ m Harbiye Reisliğine getiren de Enver Paşa idi.

Şuracıkta şimdilik kısaca söyieyim ki; Enver fevkalâ de dürüst, efendi, namuslu bir adamdı. Hele her şeyin üs tündeki vatanseverliğine tozkondurmak imkânı yoktur. O nun hakkındaki tek ittiham da, memleketi umumî harbe sokmasıdır. Bence bu itham da varit değildir. Zira biz umu mî harbe girmemiş olsaydık, o zaman İngilizlerin müttefi ki olan Ruslar, Türkiyeye girerlerdi. Biz eğer harbe gir memiş olsaydık, Rusyada Bolşeviklik inkılâbı olmaz, Çar lık idaı-esi devam eder ve bu idare hele bir büyük harbin galibi olunca, öteden beri göz diktiği Boğazlar ve Istanbu- lu nutlaka ele geçirmek yolunu tutardı, öt* yandan m üt­

tefikimiz olan Almanlar da, para veriyorlar, top veriyorlar ve harbe girmemizi istiyorlardı.

Pek sıkışmış bir dürümdakilerin bu istekleri idare edi­ lemezdi. Zira o zaman Almanlar bizi bırakmış olsalardı, bittik demekti.

Kısaca; bizim 1914 te Birinci Cihan Harbine girmemiz bence, katiyen zaruri idi.

BAHRİYEMİZE HÂKİM OLMAK İSTEYEN ALMANLAR Bahriye Erkânıharbiye Reisi olduğum zaman, Nazır Ce­ mal Paşa, Dördüncü Ordu Kumandanı olarak Suriyede bulunduğundan, Bahriye Nezaretine Enver Paşa vekâlet e- diyordu. Bu durumdan istifade eden Donanma Kumandanı Alman Amiral Şoşon, donanmayı tam bir istiklâl ile sevk ve idare etmekle kalmayarak, başlıca şube müdürlüklerine Alman subaylar tayin ettirmek suretiyle bütün işlerine el koyduğu Bahriye Nezaretini de kayıtsız şartsız idaresi al­ tına alıp, Alman maksat ve menfaatlerine hizmetkâr kıl­ mış ve böylece bizim menfaat ve ihtiyaçlarımızı gözönün- ie tutmakla ödevli olan yetkili makamlarımızdan mütalâa beyan etmek fırsat ve imkânlarını dahi selbeylemiş bulu­ nuyordu.

Bu amiral, bizden kimseyi tanımaz, hattâ donanmamı­ za ait raporlarım Başkumandan Enver Paşaya dahi verme­ yip, «Ben her şeyi bağlı bulunduğum Alman karargâhına

/eriyorum.» derdi. Bahriyemizin bu şekilde Alman tahak­ kümü altına girişi yüzünden, denizcilerimizi pek haklı ola­ rak üzüp, izzetinefislerini rencide eden, bir çok hâdiseler de oldu. Meselâ; Amiral Şoşon «Yavuz» ve «Midilli» ile diğer harp gemilerimizi alarak, ilk defa Karadenize çıkıp, Rus kıyılarına taarruz ettiği vakit, Sivastopol açıklarında tesadüf ettiği bir Rus nakliye gemisini top ateşiyle batır­ mıştı. Bu esnada vak’a mahalline yakından geçen torpito muhriplerimizden biri, denizde boğulmak üzere çırpındığım gördüğü birini kurtarmak için durmuş ve torpidonun ikin­ ci kaptanı Haşan Basri Efendi de, bizzat işe karışarak, sonradan bir askerî doktor olduğu anlaşıh n bu Rusu kur­ tarmıştı. Şahsen tanıdığım Haşan Basri Efendi çalışkan, fedakâr, vatansever bir yüzbaşı idi. Fakat, Amiral Şoşon bu kurtarma işini haber alınca, onu yufka yüreklilikle suç­ landırarak, Bahriye Nezareti kanaliyle, cezaların en büyü­ ğü olan (Askerlikten çıkarılmak) cezasına çarptırmıştı. Bu

(9)

genç ve kıymetli yüzbaşının, harp içinde, vatanına bir çok hizmetler yapabilmek şerefinden mahrum edilerek böyle bir akibete uğratılışı, Türk denizcilerini son derece üz­ düğü gibi, zaten tahakkümleri bitip tükenmeyen her rütbe­ den Alman subaylarına karşı olan iğbirarım da bir derece daha arttırmıştı. Gene, aynı Karadeniz seferinde torpido muhriplerimizden birinin kumandam, gemisinde bulunan kendisinden iki derece aşağı rütbeli bir Alman subayının sert ve haksız müdahalesiyle, vazifesinden uzaklaştırılmış ve bu suretle kumandayı ele alan Alman subayı da bir müddet sonra, torpido muhribini karaya oturtmuş olduğu halde, Amiral Şoşon; bu çirkin hâdise karşısmda da, mü­ samaha ile susmaktan başka bir şey yapmağa lüzum gör­ memişti. Buna benzer daha bir çok münasebetsizlikler vardı.

ENVER PAŞA SORUMLULUĞU KABUL ETMİYOR JErkânıharbiye Reisliğine tayin olunduktan sonra, bu gi­ bi kanunsuz ve mütehakkimâne muamelelere ve her şey­ den fazla Türk denizciliğinin izzeti nefsini inciten hallere, gerek vazife bakımından ve gerek meslek ve memleket menfaatleri itibariyle elbette muvafakat edemezdim. Derhal mâni olmak teşebbüslerine geçtim. Bahriye nezaretinde zat işleri müdürlüğü gibi vazifeler verilmiş Alman subay­ larını bu işlerin başından uzaklaştırmağa muvaffak oldum. Bu sırada, gene Şoşon’un teşebbüsiyle olacak «Bahriye müşaviri» diye bir Alman Amirali geldi. Buna - Kasımpaşa- daki eski Bahriye Nezareti binası Divanhanenin Hünkâr dairesinde yer verdiler. Oraya yerleşti. Benimle görüşmek istedi, gittim. Nezaketle karşıladı. Selâmlaştık ve hoş beşten sonra; «Bahriyenin ıslahı için hazırlanmış projeniz var mı?» deyişi üzerine aramızda şu konuşma oldu:

«— Evet var. «— Görebilir miyim?

«— Hayır, maalesef veremem...» «— Niçin?

«— Çünkü ben ancak Bahriye Nazırına karşı sorum­ luyum. Size karşı sorumluluğum yoktur. Bu sebeple size vermekte mazurum. Siz görmek istiyorsanız Bahriye Nazın vekili Enver Paşaya gider, ondan istersiniz.

Bu konuşma ile yarımdan ayrıldığım Amiral, ertesi gü­ nü Enver Paşaya gidiyor, ne diyorsa diyor. Bir de baktım, Enver Paşa bize, Divanhaneye geldi. Doğru odama girdi. «— Nedir bu mesele yahu? Alman Amirali bana geldi... Deyince ben de olup bitenleri anlattım ve Almanların bütün gayretlerime rağmen hâlâ bize tahakküme çalıştıkla­ rını ve şimdi hiç bir müracaat ve teşebbüsümüz, hattâ ha­ berimiz olmadan bu adamı müşavir diye göndermiş olduk­ larını söyledim.

Enver Paşa düşündü. Alınanlara karşı yüzü tutmadığı İçin, ne yapacağım kestiremiyordu. Nihayet;

«— Vallahi Rauf Bey, sen haklısın ama, bilmiyorum. En iyisi, bu amirali de al, beraber Şama gidin. Bu işi Cemal halletsin... Asıl mesul odur. Onunla görüşün.» dedi.

Bunun üzerine kalktık, Şama gittik Cemal Paşa beni. Sam istasyonunda bir kıt’a-i muntazıra ile istikbal ettirdi Şehre varır varmaz, Viktorya otelindeki karargâhında kendisini ziyarete gittik. Evvelâ benimle görüşmek istediği ni belirterek Amirali intizar odasında beklettikten sonra başbaşa kaldık.

CEMAL PAŞA İLE ALMANYADA

Cemal Paşaya durumu anlattım ve Almanların, birbirini takip eden işlerimize karışma teşebbüslerinden artık usan­ dığımı ve bu bapta verecekleri kararın benim istikbalimle ilgili olacağını söyleyerek dedim ki:

*— Bu şartlat altında ben yapamam. Bahriyemizln ıslahı projesi, işte budur. hazırdır. Fakat Alman mü­ şavirine ihtiyacımız yok.»

Cemal Paşa.

«— Peki dedi, sen istirahat et Yol yorgunluğunu gider. Merak etme, ben meseleyi hallederim.»

Benden sonra Amirali çağırtmış görüşmüş... Ve işi be nim tavsiy* ettiğim şekilde yoluna koymuş. Tekrar yanı na gittiğim raman bunu anlattı ve şu mealde iki tezkere

yazdırdı:

«Geldiler, her tki tarafı da dinledim. Erkâmharbiya Reisinin projesini bahriyemiz için münasip gördüm. Esasen harp zamanında müşavire ihtiyacımız yoktur. Bahriyemiz için de Alman amiraline lüzum yoktur.» Bu tezkerelerin biri sadarete gönderildi, diğeri de ka­ sada hıfzedildi Bu suretle Alman Amirali de yolcu edildi gitti.

Ben de; biraz geniş nefes alarak, Şamdan İstanbul» döndüm.

Biraz sonra. Alman İmparatoru, Cemal Paşayı Bahriye Nâzın 3ifatiyle Almanyaya davet etti

Paşa; Bahriye müsteşan Vasıf Beyle beni beraber al­ dı. Almanyaya gidince doğru umumî karargâhın bulun­ duğu - Ren nehri kenarındaki - (Krcznachl a davet edil dik. imparator burada, evvelâ Cemal Paşayı kabul etti Konuşmalan bitince dışarı çıktılar. Cemal Paşa, bizi takdi­ me başladı. Vasıf Beyden sonra, sıra bana gelince, İmpara­ tor iki eliyle pek samimî bir tavırla, ellerimi sımsıkı tut­ tu:

«— Sizin hareketinizi, Hamidiye seferinizi ilgiyle, yakından takip ettim.»

Dedi ve ilâve etti;

•— Bizim Emden de sizi taklit etmek istedi. Fakat muvaffak olamadı. Sen başarı ile memlekete döndün. Bunlar, Uzak Doğuda battı..m

Teveccüh ve iltifatına teşekkür ettim.

O gün karargâhta bize mükellei bir ziyafet verdi. Son­ ra Krupp fabrikasına davet edildik Orayı gezdik. Oradan işgal altındaki Belçikaya götürdüler. Belçika limanlarında­ ki Alman denizaltılarını ve bunların denize açılma teşeb­ büslerini önlemek isteyen İngilizlerin iiman ağızlarım tı­ kamak için neler yapmış olduklarını gösterdiler. Sonra; Fransa hududunda cepheyi gezdirdüer. Nişanlar, harp ma­ dalyaları verdiler. Nihayet; Başkumandan Hindenburgla da konuştuk. Bu konuşma esnasında, bizim üzerinde dur­ duğumuz (Alman meselesi) de bahis konusu oldu. En son, o sırada pek önemli bir duruma girmiş olan (Hamburg) şehri ve limanını da ziyaret ettik ve bu esnada, Hamburg Belediye Reisi pek müstesna kimselere verildiği kaydiyle, bize aynca birer nişan verdi Oradan îstanbula döndük,

AMİRAL ŞOSON

Amiral Şoşon üe maiyetini nezaret işlerimize katiyen karıştırmamağa muvaffak olunca, bunlar bana karşı derhal vaziyet almışlardı. Çeşitli zorluklarla çalışmalarımı balta­ lamağa yöneldiler. Şoşon kıymetli bir amiraldi (Goben) ve (Breslav) kruvazörlerini Akdenizdeki üstün İngiliz ve Fran sız donanmalarından kurtarmakta büyük cesaret ve maha­ ret göstermişti F a k a t bu cesur ve mahir adam, elinde olmayan birbirine zıt tesiıler altında itidalini kay­ betmişe benziyor ve böyleee bizi bir türlü tar.ıyamıyor, her şeyin üstünde bildiğimiz memleket ve millet menfaatlerini korumak amaciyle olan hareketlerimizin mânasını kavraya­ mıyordu.

Bilhassa beni icraatına engel görerek, bulunduğum vazifeden vüeudümü ortadan kaldırmak suretiyle de ol­ sa - atıp dilediği gibi harekette serbest kalmak istiyordu. Bunun için Başkumandan Enver Paşaya da müracaat ederek:

•— Rauf Bey İngiliz taraftarlanndandır ve bazı ken. dİ gibi denizcilerden kurulmuş gizli bir cemiyetin reisi, dir. Bu cemiye» münferit sulh teşebbüsünde bulunacak­ tır» diye ihbarda bulunmak hafifliğini bile göstermişti. Sonraları bana bunu anlatan Enveı Paşa. Amiral Şosona ı cevabı verdiğini de ilâve etmişti:

«— Biz evvelâ ve her şeyden önce Türküz Sonra, Türklere ve Türk vatanına dost olanların dostuyuz.» Bütün bu teşebbüslerimle, AmiraJ Şosonla diğeı Alman denizcilerini Bahriye Nezaretinin işlerine karışmaktan u- zaklaştırıp. yalnız donanmada kalmalarını temine muvaffak ılduğum zaman, ben de donanmaya karışamazdım Fakat Amiral Şosonla henüz karşı karşıya gelmiş şahsen tanışmış değildik. Bir gün beni Haliçteki Alman nakliye gemisi (General) de öğle yemeğine davet etti.

Bereket Ramazandı; «oruçluyum, mazur görün» diye git­ medim.

— M —

(10)

Amiral Şosonla yalnız bir defa (İstinye) de bıılunan (Yavuz) da karşılaştık. Enver Paşa ile beraber gitmiştik, fcnver Paşa, giderken bir şey söylememişti. Gidince: «Ku- düşü müdafaa için Yavuzla Filistin cephesine asker gönder­ mek istediğini» söyledi. Şoson buna muarızdı: Ben Enver Paşaya dedim ki: «— Yavuzu gözden çıkarmadıkça bu ola­ maz. Eğer Yavuz Boğazdan çıkarsa, bir daha dönemez. Git­ mesine gider, askeri götürür. Fakat dönüşte ya bir ecnebi limanına sığınması veya Ingilizl ere teslim olması mukad­ derdir.»

Talih işte, Yavuza ilk gidişim ve orada Amiral Şoso­ nun yüzünü ilk defa görüşüm böyle oldu.

Almanların mütehakkimâne hareketlerinden şikâyet e- den yalnız ben değildim. Ordu erkânı arasında bazı güzide kumandanlar da, Almanların çeşitli cephelerdeki bu nevi hareketlerinden bizar olduklarından, onlarla mücadele ha­ linde idiler.

O sıralarda Halepten İstanbula dönen Mustafa Kemal Paşadan da bu konuda bir çok şikâyetler dinlemiştim.

MUSTAFA KEMAL PAŞA İLE BULUŞUNCA Her ikimiz de çeşitli sebeplerle sık sık yolculuklar yap­ tığımız için Mustafa Kemal Paşa ile, ancak İstanbulda bu­ lunduğumuz zamanlar buluşabiliyorduk. Fırsat buldukça Beşiktaş Akaretlerde oturduğu eve gider ziyaret ederdim. Bu seferki buluşuşumuz da uzun bir fasıladan sonra müm­ kün olmuştu. Fakat bu defaki gelişinde pek üzgündü. An­ lattığına göre, ordu kumandanı olarak Halepte iken, Enver

Paşa ile aralarında çıkan yeni bir anlaşmazlık sebebiyle isti faya karar verdiği günlerde, Ordu Kumandam Cemal Paşa da, keza Enver Paşa ile (Hicaz ve Medine taraflarındaki yetki sınırlarım tesbit meselesinden) aralarında çıkan anlaş mazlık yüzünden Şamdan İstanbula giderken uğradığı Ha­ lepte kendisine: «Biraz sabret bekle meseleyi hniledemez- sem, sana bildiririm, o zaman beraber istifa ederiz..» demiş ve istanbula gidince kendi işini dilediği gibi halletmiş, dö­ nerken de Mustafa Kemal Paşaya: «Canım vaz geç... işi bü­ yütme! Niçin böyle şeyler yapıyorsun?. Zamanı mı şimdi sakin ol...» gibi lâflar etmiş... Mustafa Kemal Pasa da bu­ na fena halde sinirlenmiş ve hemen kalkıp, istanbula gel­ miş...

Şüphesiz ki bu işte Cemal Paşa haksızdı. Bu kanaatte olduğumu Mustafa Kemal Paşaya söyledim.

Aradan birkaç gün geçti. Tekrar Akaretlere gidişimde onu bu sefer daha üzgün buldum. Sebebini sordum, anlat­ tı: Evvelki gece, eski Valilerden Memduh Beyin Şişlideki evinde eğlencede imişler. Aynı apartmanın üst katında oturan - Cemal Paşanın eski kâtiplerinden - Arap Tevfik te inmiş, sofraya gelmiş, yanma oturmuş ve: «Cemal Paşa

sizi pek sever...» filân diye söze başlayınca birdenbire si­

nirlenip kendini tutamıyarak: «Senin Cemal Paşan da.,.» diye bazı ağır sözler deyivermiş... Ertesi sabah Şişliye çık­ mış... Giderken bir de bakmış ki Cemal Paşa da, her ha.de Emirgândaki evinden Şişlideki evine gidiyor. Kendisini gö­ rünce, otomobilini durdurmuş, dâvetle yanma almış, birlikte götürmüş..

Mustafa Kemal Paşa bana bunları anlatırken, sözlerini şöyle bitirdi:

«— Nedir bu benim başıma gelenler. Evvelki gece böyle oldu sabahleyin de böyle... Şaşırdım vallahi... Ne yapayım burada böyle... Deli olacağım... Başımıza iş aç­ tık,. Şimdi gider Tevfik, sofradaki sözlerimi flemal Pa­ şaya anlatırsa...»

«— Hele dur bakalım telâş etme Paşa...» diye ben ya­ nından ayrılarak Bahriyeye gittim. Cemal Paşa da mevki­ inde imiş, imzalatacağım bazı evrakı aldım, yanma çıktım. Bir de baktım ki, Enver Paşaya telefon ediyor. Meğer Tev­ fik, hakikaten gitmiş, yetiştirmiş...

Telefonda:

«— Nedir bu artık çektiğimiz Mustafa Kemalden... Divanıharp isterim... Benim için demediğini bırakma­ mış...» filân diyor.

Cemal Paşaya: «Ne oluyor?» dedim.

■— Ne olacak?... İşte senin Mustafa Kemalin... Be­ nim için ağzına geleni söylemiş...

«— Nereden çıktı bu? Kim söylemiş?

«— Tevfik geldi söyledi, böyle böyle oldu, diye an­ lattı.

— İlâhi Paşam... dedim, Tevfik te kim oluyor? Siz de, Mustafa Kemal Paşa da birer ordu kumandanısı­ nız. Tevfik aranıza nasıl girer? Böyle adamların lâfiyle hareket edilir mi?

— Ya ne?

«t— Bırakın bir de ben sorayım, anlayalım bakalım.. Cemal Paşa bunun üzerine tekrar telefonu açtı, Enver Paşaya:

— Rauf Bey bu işi tetkik edecek, ondan sonra si- *e malûmat veririm.» dedi.

Ben de tekrar otomobile binerek Akaretlere gittim. Mus­ tafa Kemal Paşaya: «— Tevfik söylemiş... Şimdi yapılacak şey basit... Ben sizi barıştıracağım...»

Mustafa Kemal Paşa:

«Hayır, dedi, ben Divanhaneye gitmem.»

«Divanhanede değil... Ben bir yemek tertip edeceğim. İkinizi de davet edeceğim. Orada konuşursunuz, olur, biter.»

Ertesi günü öğle vakti, Perapalastaki sofra başında Ce­ mal Paşa, ben ve Mustafa Kemal Paşa ile yaveri Salih... Dördümüz toplandık... Hiç bir şey olmamış gibi yenileli, içil di. Bir müddet sonra Enver Paşa ile de aralarını bulmuş­ tum. Sırası gelince anlatırım. (Devam edecek)

«TAM ADAM»

Yetiştirmek istiyoruz

Meşrutiyet devrinin Maarif Nazı­ rı Şükrü Bey 1917 Martı iptidasında konuşuyor:

— Memlekete adam yetiştirmek istiyoruz. Maarif programımızda tek düşündüğümüz nokta, her mânasiy- Ie adam yetiştirmek gayesi oldu. (Tam) bir adamın nasıl olabileceği meselesi nazarı dikkate alınırsa, bence onun, dinine bağlı, vatanını sever, milliyetini tanır, yâni muh­ telif namlarla zikrolunan şu vazife­ leri hüsnü ifaya gayret eder bir a- dam olması lâzım gelir. İşte biz (tam adâm)ı bu suretle yetiştirmek dinini sever, vatanını sever ve ken­ disine bir siyasî birlik veren milli­ yetini sever bir adam bulmak üze­ re yetiştirmek gayesini

programla-DÜNDEN BUGÜNE ..

t

rımızda takip ettik. Yâni; iyi bir va­ zifeşinas, münevver bir vatanper­ ver olacak çocuklar yetiştirmekten başka bir emelimiz yoktur.»

Ankaraya giderken

kinin yutmak lâzımdır

1922 de sıtma mücadele programı­ nı hazırlayan sağlık komisyonu, bu konuda bir de talimatname meyda­ na getirmiştir. Bu talimatnameye göre sıtmaya tutulmamak için, me­ selâ İstanbuldan Ankaraya gidecek

olanların, -yola çıkmadan iki hafta önceden haşlamak üzere, üçer gün fasıla ile, bir ay kadar bir zaman, günde birer gram kinin almaları gerekmektedir. Bunlar, dönüşlerinde de birkaç gün, bu şekilde kinin al­ makta devam etmelidirler. Bu su­ retle, sıtmaya tutulmak ihtimali pek azalmaktadır.

65 yaşındaki talebe

Yıl 1921... Elâzığdaki Dâriilharir (İpekçilik mektebi) ne kaydedilmek için müracaat eden talebeler arasın­ da bir de ak sakallı, altmış beş ya­ şında Hacı Haşan Bey vardır. Mek­ tep müdürü, eldeki talimatnameye göre bu yaşta talebe kaydedenuye- ceğini bildirmişse de, adamcağızın yalvarıp yakarışlarına dayanamadı- ğnıdan, nihayet dileğini yerine ge­ tirmiş, kaydım yapmıştır. Asıl gari­ bi ise; Hacı Haşan Beyin, Elâzığa bir saat mesafedeki köyünden, her gün yaya olarak mektebe gelip gi­ dişidir. Daha garibi de; sınıftaki en büyüğü 15-16 yaşında olan cin gibi talebelerin hepsinden fazla çalışa­ rak muvaffak olanı da Hacı beydir.

(11)

KISA NOTLAR

HEPSİ «MEVAŞÎ» İMİŞ!

İkinci Abdülhamide bir nüfus sayımı gibi, bir de mevaşî (hayvanat) sayı­ mı yaptırm asını tavsiye etmişler. O da teklifi iyi karşılayarak, h er tarafa tâ- mimler göndertip «mevaşî» nin sayılmasını istetmişti. B ir kaza’da kaymakama vekâlet eden ve mevaşî’nin mânasını bilemeyen alaydan yetişme b ir zat, Padi­ şahın gözüne girerim ümidiyle şöyle bir cevap vermiş: «Hamdolsun sâyei Şâ hanede burada hepimiz mevaşî’yiz.»

«ŞİŞMANLARDA KALB YOKTUR»

Bursa Valisi bulunduğu sırada, Ahmet Vefik Paşa’ya gelip, iş isteyen şiş­ man bir adamı, Paşa sinirlenip huzurundan koğar. O esnada odada bulunan dostlarından birinin «Oldu mu ya Paşa? Adamcağızın kalbını kırdın..» deyişi

üzerine de Vefik Paşa şu cevabı verir:

.Şişm anlarda kalb yoktur, ben kendim den bilirim.»

HANEDEN

HANEYE FARK VAR

Sonraları paşalıkla sadaret mevkiine yükselen İbrahim Hakkı Bey, KSmil Pa

şa kabinesinde Dahiliye Nazırlığından başka bir Nazırlığa nakledileceğini haber

alınca, elçilik istediğinden canı sıkılmış ve: «memuriyet denen şey işte böyledir Satranç tahtasına benzer, memurlar bir hanesinden ötekine konar dururlar.» diye kendisini teselli etmek isteyenlere; «canım Efendim onun Roma, Paris gibi hane leri de var, biraz da öyle bir haneye konsak ya.» demiştir.

SADRÂZAMIN CEVABI

Eski Sadrâzam Tevfik Paşa 1921’de Londra’da toplanan sulh konferansına Osmanlı Hükümeti adına gittiği halde, m üzakereye başlandığı sırada İngiliz Başmurahhası Loyd Corc’un, Anadolu Millî kuvvetlerini «haydutlar» diye tav­ sif edişine sinirlenerek, derhal itirazla: «— Gerçi ben Osmanlı murahhası ola­ rak bulunuyorum amma, asıl memleketin mümessili ve söz sahibi onlardır. Ve bizim kalbimiz de onlarla beraberdir.» diyerek Loyd Corc’la beraber bütün benzerlerini şaşırtmıştı.

YAŞARAN GÖZLER

A skerlikle hiçbir alâkası olmayan Şair Abdülhak Hâmit, gariptir ki, as­ kerlik konusunda küçücük m ünakaşa veya tenkide taham m ül edemez ve ne­ rede bulunursa bulunsun, asker geçtiğini gördüğü anda, m utlaka gözleri yaşa-

rırdı.

HİÇ BİR FARKI YOK!.

Sndrazam Sait Paşa, birgtin 8ab -ı Şiî’ye gelip te arabadan indiği sırada, ora cıkta «İrâdem çıktı Sadrazam nasp olundum.» diye şuursuz hareketlerle çırpınıp turan temi? pâk giyinmiş yaşlı başlı bir adamcağızı teskin etmekle meşin'1 ııian polisleri yanına çağırarak der ki «ber halde hasta olmalı dokunmayın... Zaval hyı bırakın. Kendini avutsun Bizim halimiz de ondan farklı değil ya...»

(12)

ÎÎ

J5

3

Mondros Mütarekesinde verdikleri sözden daha bir ay geç -

meden dönen İngilizlerin bu kötü tutumuna hayret eden ve

böylesine bir aldanışı kendi kendine bir türlü izah edemiyen

Rauf Orbay şöyle demektedir:

«...Lüzumsuz ve icapsız hareketleri ile bir milleti şeref ve no

muşunu korumak azmiyle silâha sarılıp mücahedeye şevket

tiklerinin farkında olmayışları idi ki, bizim o kâbuslu günler

deki en büyük kazancımız da işte bu idi.»

Y

ine «Minber, in ertesi günkü «Kabine var mı, yok mu?» serlevhâlı başyazısı da

şöyle bitiyordu:

Eğer Tevfik Paşa, m ensup olduğu biçare vatana, en büyük bir siyasî m uvaffakiyetten da­ ha büyük bir hizm et ifa etm ek isterse, işgal edip durduğu m akam ı bilâ tereddüt terk edip gitm eli­ dir; bu gidiş, emin olsun ki, Osmanlı tarihinde b ir sükûn sahifesine doğru gidiştir. Ve keza em in olsunlar ki bu ancak felekzede b ir m illetin bütün şükran hissi ile teşyî edilir...»

M ustafa Kem al Paşa, birkaç gün kaldığı «Pe- rapalas» tan sonra, Halep’ten tanıdığı b ir H ıristi­ yan Arabın Beyoğlundaki apartım anm a, oradan da Şişli’deki eve nakletti. Burada da geleni gide­ ni eksik olmamakla beraber, en yakın ve m ahrem arkadaşları olarak, yine Ali Fethi, İsmail Canbu- lat ve ben vardım. Hemen hemen her gün buluşur,

toplanır, konuşur, daha doğrusu dertleşirdik. İs­ tanbul artık, sokaklarında dahi rah at dolaşıp, n e­ fes alınam ayan bir şehir hâline gelmişti. İm zala­ dıkları m ütarekenâm e hüküm lerini, daha m ü rek ­ kebi kurum adan, çeşitli bahanelerle hiçe saym a­ ğa başlayarak, azgınlıklarını arttırdıkça arttıran İngilizler, şım arttıkları Fransız ve İtalyanlarla be­ raber bu şehri b ir sömürge havasına bürüm ek için yapm adıklarını bırakm ıyorlardı.

B ütün dünyaca sözünün ehli olmak geleneği­ nin canlı bir örneği sayılan İngiliz denizciliğinin en yüksek m ertebelerine ulaşm ış olan Amiral Galtrop, daha bir ay evvel, Mondros’ta, gözleri­ m in içine bakarak; «Karadenize çıkm aları zarure­ ti hâsıl olsa bile. Yunan harb gem ilerinin kimseye görünmemeleri için. Boğazdan yalnız geceleri geç­ m elerini temin edeceğim.» diye bana k at’ı tem i­ nat vermiş olduğu halde, şimdi. Dolmabahçe önün­ de dem irlettiği, «Averof» da İstanbullu Rumlara ziyafetler çektiriyordu. Çeşitli vazifelerle uzun zaman aralarında bulunarak, her hallerini vakın- dan görüp, ağır başlılıkları, çalışkanlıkları, dürüst­ lükleri ve bilhassa ahde vefakârlıklariyle takdir ettiğim İngilizler. bunlar mı idi ’ Böylesine bir a l­ danışı. kendi kendim e bir tü rlü izah edem iyor­ dum.

Daha iki hafta evvel- İstanbul’a gelişimin üçüncü günü, gazetecilerin. Mondros m ütarekesi

— 100 —

hakkm daki sualini cevaplandıran Mustafa Ketnal Paşa da ayni inançla: «İngilizlerin Osmanlı m ille­ tinin hürriyetine ve devletimizin istiklâline ria­ y ette gösterdikleri hürm et ve insaniyet

karşısın-Mustafa Kemal Paşanın o tarihlerde yapılmış bir resmi y'AKIN TARİHİMİZ im m ıt m !

(13)

d a yalnız benim değil, bütün Osmanlı m illetinin mgüızlerden daha hayırhah bir dost olanııyacağı Kanaatiyle m ütehassıs atm aları pek tabiîdir.» de­ miş almasını şimdi, nasıl izah edeceğimi bilem i­ yordum.

Asıl önemli otan ise, İngilizlerin ötedenberi, haklarında beslenen iyi duygularla, inancı, kö­ künden sarsacak derecede luzuıusuz ve icapsız h a­ reketlerde bulunm akla canından bezdirdikleri bir m uietı şeref ve nam usunu korum ak azmiyle silâ­ ha sarılıp m ücahedeye sevk ettiklerinin farkında olm ayışları idi ki, bizim o kâbuslu günlerdeki en bu.yük kazancımız da işte bu ıdı. Biz Şişlide. şim­ di müze olan evin, orta katında perdeleri daim a ırıık duran odasında, başbaşa vererek işte bu ruh haleti içinde dertleşirken, artık, m ütarekenin ilk günlerindeki yılgınlık, bezginlik ve kötüm serlik­ ten yavaş yavaş sıyrılarak. «Kurtuluş çarelerini m utlaka bulmak» ve bunu tatbik edebilmek için «yalnız ve yalnız kendimizi, bu m illetin sönmedik ğıne ve sönmeyeceğine inandığımız imanına» gü­ venmek gerektiğinde ittifak ediyorduk.

Bir gün Şişlideki evde vine toplu bulunduğu­ muz sırada, yaver Cevat Abbas Bey telâşlı bir durum da odaya geldi: «İtalyan K \rabinyerleri ka­ pıya geldi. Evi aram ak istiyorlar.» dedi. M uştala Kemal Paşa, birdenbire hiddetlendi. «Ne araması- ne istiyorlar?» Cevat Abbas’a «Çağır b aşlan kim ise. onu bana..» em rini verdi.

Başları olduğu anlaşılan bir subayla, bir E r­ meni tercüm an geldiler.^ Tercüman, Paşayı gö­ rüp te: «Kolonel!..» diye hitap edince, Paşa bü­ tün bütün hiddetlenip azarlayarak; «— Ne kolo- nelı?.. Gözünü aç, ben generalim!..» dedi ve şa ­ şırıp kalan tercüm ana devam la: «Ben K ont Sfor- ça ıie konuşurum , haydi siz gidin!.» dedi. O nlar aa, bu tekdir ve k a t’î konuşuş karşısında sesleri­ ni çıkaram ıyarak, ters yüzü dönüp gittiler. Sonra­ dan anlaşıldı, m eğer İtaiyanlar, M ustafa Kemal Paşanın Halepte/ı birlikte getirip, evinde sakla­ dığı Erm eni çocuklarım aram ağa gelm işlerm iş... H albuki böyle bir şeyin aslı yoktu. O sıralarda m üşterek dostum uz Ali Fuat Paşa da sıtm adan muztaı-ip olduğundan, tedavi için Istanbula gel­ mişti. M ustafa Kemal Paşanın. Şişlideki evinde buluştuk. Onun da Anadoludan getirdiği taze ha­ berlerin, iyi denebilecek bir tarafı yoktu. A dana’- dan çekip Konya Ereğlisinde topladığı k ıt’alanm , A nkaraya sevk için, im kân bulamadığını, çünkü dem iryolu idaresi ellerinde bulunan İtalyanların para istediklerini, halbuki paraları olmadığını söyleyerek, gerektiği takdirde askerlerini A nkara­ y a yürüterek götüreceğini anlatıyor, ve ilâve edi­ yordu: «Siz de A nkaraya gelin, başka çare yok. Burada bir şey yapılamayacağı artık anlaşılm ıştır. Kolordum A nkacaya yerleşince, gelin, birlikte ha­ reket edelim.» Galiba yine o »ündü, Ali F u at P a ­ şa, o sıralarda kardeşinin kızıyla evlenm ek üzere olan —daha sonra Dam at Ferit Paşa kabinesi Da­ hiliye Nazırı— M ehmet Ali Beyden bazı husus­ larda faydalanılabileceğini de ortaya atmıştı.

Mehmet Ali Bey denen bu zatı tanım ıyorduk. Yeniköy Belediye Reisliğinden emekli ve ticaretle meşgulmüş. H ürriyet ve İtilâf fırkasının sivrilmiş, nüfuzlu şahsiyetleri arasında bulunuyormuş. Ali F uat Paşa, bu zatla akrabalığından istifade edile: rek- bilhassa durum a hâkim bulunan H ürriyet ve İtilâfçılav arasında beslendiği görülen itim atsızlı­ ğı izale suretiyle Mustafa KemaJ Paşayı —Anado- luda asayişi tem in maksadiyle— bir vazifeye ta ­ yin ettirm ek düşüncesini ileri sürm üştü. Birkaç gün sonra Ali Fuat Paşanın babası rahm etli İs­ mail Fazıl Pasa- Kuzguncuktaki yalılarında yeme­ ğe davet ettiği Mustafa Kemal Pasa ile Mehmet Ali Beyi birbirlerine tanıştırdı. Mehmet Ali Bey,

YAKIN TARİHİMİZ

Kâzım Karabekir Paşa Şark 1. Ordu M üfettişi iken

zaten A nafartalardanberi, hakkında büyük bir saygı beslediğini gizlemediği, M ustafa Kemal P a­ şa ile tanıştıktan sonra, sık sık ziyaretine gelerek, kısa bir zamanda samimiyetini arttırd ı ve H ürri­ yet ve îtilâfçılar arasındaki nüfuzundan istifade ederek, Paşaya h er hususta yardım etm eğe am a­ de olduğunu belirten bir vaziyet aldı ve o sırada Tevfik Paşa K abinesinin istifası üzerine iktidara gelen Dam at F erit Paşa Kabinesinde Posta Tel­ graf N âzın olan Mehmet Ali Bey, b ir m üddet son­ ra da aynı K abinede Dahiliye N âzın olmuştu. İs­ te o günlerde Îstanbuldaki işgal kuvvetleri ku­ mandanlığının, Sadârete m üracaatla: Samsun ve dolaylarında âsâyişin bozulduğu ve Rum köyleri­ nin m ütem adiyen taarruza uğradığından bahisle. H üküm et asayişi muhafaza edemediği takdirde, kendilerinin m üdahaleye mecbur kalacaklarını bil­ dirişi üzerine, telâşa düşen Sadrâzam Damat Fe­ rit Paşa, M ehmet Ali Beyi çağırtıp: «Dahiliye Na­ zırı olarak bu meseleye ne gibi b ir çare düşündü­ ğünü» sormuş, o da, «bu iş burada. Babı Alî’de yoluna konamaz Asayişin bozulduğu bölgeye, bu dâvanın hakkından gelebilecek, diravetli. tecrü­ beli bir şahsiyeti geniş seiâhiyetle göndermek lâ­ zımdır Mevcut kum andanlar arasında bu vasıfları naiz olarak hatırım a gelen de Mustafa KemaJ Pa­ sadır » cevabını verince. Damat Ferit Paşa bir müddet, tereddüt etmişse de. sonunda, bir dene­ meye teşebbüs ederek, yine Mehmet Ali Bey va- sıtasiyle Mustafa Kemal Paşayı Serkldorivanda bir vemeğe davet etmişti. Mustafa Kemal Pasa. Damat Ferit ile ilk defa o gün. o vemekte tanıştı. Fakat, o gün. yalnız tanışm akla kalıp, esaslı bir konuya temas etmemişlerse de, ondan sonra vine

Referanslar

Benzer Belgeler

mü'ndc doçentlik, M illi Eğitim müfettişliği, Talim-Terbiyc Kurulu üye­ liği, Tercüme Bürosu Başkanvekiiliği, Hasanoğlan Yüksek Köy Ensti­. tüsü öğretim

Aralarında Asuman’ın da bulunduğu bazı Türk ressam­ larıyla kurulan “ Siyah Kalem” gurubuyla, 1961'de Viyana ve Klagenfurtt'da resimleri

İnsanlar kendilerini ve evreni yaratan Tanrı’yı tanımak için her zaman bir arayış içe- risinde olmuştur. Yaratılışı gereği insan O’nu anlayabilmek için de

bahsedelim: 1) Sadrazam Ahmed Cevat Paşa Kütüphanesi Padişah II.Abdülhamid dönemi sadrazamlarından Ahmed Cevat paşa (1850- 1900)’ın BabIali’deki Hazi- ne-i

Leylâ ha­ mın hayli uzun bir fasıladan sonra annesine misafir geldiği için söyle­ necek birhayli lâfı birikmiş ve bun­ dan dolayı annesni öğle uykusuna

si, nml bulmuş nıiğribî gibi bu hata- dan faydalanmış, bu hal, hasis mal sa- hibini memnun etmiş, kat da böyle çıkmış?. Sonra görmüşler ı&lt;e yapıyı tatil

1)Karadeniz’e geçmek için Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması ve geçişin emniyetli olması açısından boğazdaki istihkâmların İtilaf kıtaları

Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar, Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var..