J l
Beykoz’u döner dönmez, bir esinti, bir su başı serinliği, bir kır havası değecektir bağrınıza... On beşinde bir genç kız, evlerinin önünde reçellik gül yaprakları satıyor olacak mutlaka...
an ıçre
Paşabahçe’yi geçin.
Beykoz'u dönün.’
İstanbul’un köylerine atın
kendinizi! Fazla uzaklara
gitmeye gerek yok.
Altınızda dört tekerlekli bir
araç olmasa da çift biletli
bir belediye otobüsü
yeter...
Necati Güngör
B
ırakın yansın İstanbul, Halep sıcağında, kızgın çöl güneşi altında! Beton binaların duvarları yalındansın. As falt yolların zifti kaynasın, gelip ge çenlerin tabanına bulaşsın. Nereden baksa nız karşı kıyılar, karşı tepeler puslu, bulanık belli belirsiz görüntüler içinde kalsın. Günı- şığı, denizin yüzünü ayna gibi sırlasın; ora dan yansıyan sıcaklık camlara yapışsın; ev lerin içini boğucu, nemli yapış yapış bir ha vayla doldursun.Böylesine cehennemi bir ateşle yanarken kent; Boğaz’ın maviden yeşile, laciverde, yer yer bozbulanık renklere dönüşen suları insa na hiçbir serinlik duygusu vermezken; bir ha ziran gününde terk edin İstanbul’u! Üskü dar’dan çıkın yola söz gelimi, Kanlıca’yı, Pa şabahçe’yi geçin. Beykoz’u dönün. İstanbul’ un köylerine atın kendinizi! Fazla uzaklara gitmeye gerek yok. Altınızda dört tekerlekli bir araç olmasa da olur. Çift biletli bir bele diye otobüsüyle de gelebilirsiniz.
Beykoz’u döner dönmez, bir esinti, bir su başı serinliği, bir kır havası değecektir bağ rınıza; şairin dediği gibi sakın ola, şaşırma yınız! Ayağınız hâlâ İstanbul toprağında, ama siz uzak bir Anadolu dünyasında bula caksınız kendinizi. Yeşil bir koridordan ge çeceksiniz yol boyunca. Yeşilin, o huzur ve ren dinginlik duygusu aşılayan denizinde bu lacaksınız kendinizi. Sakın şaşırmayın... Yaprakların hışırtısını duyacaksınız, kuşla rın sesini. Atına yan binmiş bir köy delikan lısı selam verecek size, olanca içtenliğiyle elini alınma değdirecek, tanışıp tanışmamanız hiç önemli değil. On beşinde bir genç kız, evle rinin önünde reçellik gül yaprakları satıyor olacak; kınalı parmaklarıyla tartarken has güllerini övecek mutlak^. Biraz ötede, der me çatma bir çardak altında, gözleri kudret ten sürmeli bir köylü kadım sepetlere doldur duğu sanlı kırmızılı kirazlarından almaya ça ğıracak.
İstanbul’da susuzluk çekiliyormuş, mus luklardan akan mikroplu sulara bile gönül in dirmekteymiş insanlar. Gece gündüz, ev ha nımlarının kulağı musluktan gelen seslere ta kılıymış. Size ne bütün bunlardan? Yol bo yunca akan cömert çeşmelerin tatlı suların dan dolduran avuçlarınıza; teninize değen so ğuk suyun ürpertisini ta içinizde duyun. Çarpın yüzünüze, billur damlacıklar süzül sün öyle. Belki gözünüz kalacak gürül gürül akan o pınar sularında. Kent içinde insanlar susuzluktan kavrulurken hiç durmadan akıp giden suya yanacak içiniz, belki. Ama ne çare?
Tepeler yemyeşil, bâkir. İğne atsanız, ye şilden başka yere düşmez. Tarlalar,
F o to ğr af la r: KAYIH AN GÜVEN
Mahmutşevketpaşa Köyû’nün eski adı, “Arnavutköy": Müteahhitlerin henüz el atamadığı esentili yamaçlara, meyve bahçelerinin İçinden akan berrak sulu dere boylarına rastlayabilirsiniz.
ler birbirine eklenerek gidiyor göz alabildi ğine. Bahçelere atılmış gübrelerin çevresin de tavuklar, horozlar eşeleniyor. Atlarla top raklar sürülüyor, tapanlanıyor, yeni ekimle re hazırlanıyor. Toprak kanlı canlı, et gibi kırmızı. Çatısı kiremitli evlerin çevresinde sal- kımsöğütler, erik ağaçlan, çamlar sıra lanıyor.
Buraların da İstanbul olduğuna asla inan mayacaksınız. İnanmayacaksanız evet, Laz müteahhitlerin hâlâ buralara el atamamış ol masına! Esintili yamaçlara, yeşil tepelere, meyve bahçelerinin içine, berrak suların ak tığı dere boylarına villalar kondurup, anası nın nikâhı bir fiyatla satmaya hâlâ kalkışma mış olmalarını “ taaccüp” içinde düşüne ceksiniz!
Kadim zamanların İstanbul’unu anlatan lar, kent surlarının dışında bulunan yerleşim bölgelerinin adlarını “ köy” diye anmaktadır lar. Sözgelimi Eyüp, sütü ve kaymağıyla ün lü bir köydü ki şimdilerde yaşı ellinin üstün de olanlar bile anımsar bunu. Aiibeyköy, Da-
vutpaşa, Kâğıthane, Hasköy, Aynalıkavak, İmrahor, Karaağaç Bahçesi, Sütlüce, Kasım paşa, Okmeydanı.. İstanbul’un köyleri deni
lince buralar akla geliyordu. Oralarda otur m ak, oralard a oturm ayı düşünm ek, “muteber” aileler için hiç olmayacak bir işti.
Boğaz tepelerinin arkalarına düşen köyler deyse genellikle Rumlar ve Arnavutlar otur maktaydılar. Arnavutlar zerzevatçılık yapar; Rumlar da bağlarda üzüm yetiştirir şarap ya parlardı.
1923 sonrasında, Boğaz köylerinde oturan Rumlar Yunanistan’a göç ederken Yunanis tan’dan bu yana göçen Türkler de bu köyle re yerleştirilmişti.
“ Biz, Atatürk muhaciriyiz” diyen Haşan Tepe, tam altmış altı yıl önce buraya gelişle rini dünmüş gibi anımsıyordu. Yık, 1924. Se lanik’ten kalkıp bu köyü mesken tutmuşlar. O zam anki adıyla A rn av u tk ö y . “ Mahmutşevketpaşa” diye ad konulmuş.
Bu ad, yakın zamanların işi, beş altı yıl ön cesinin. Yine yakın yıllara kadar elektriği, yo lu da yokmuş Artavutköy’ün. Akşam olun ca idare lambasının aydınlattığ bir dünyada
yaşıyorlarmış. 1972’lerde elektriğe kavuşmuş lar ancak. Yolları yapılmış, belediye otobüs leri işler olmuş. Sabahları sarı tabelalı oto büs durağının dibinde, çarşı pazara zerzevat götürmek için bekleşiyor köylüler. Bahçele rinden kaldırdıkları ürünü, Üsküdar’ın semt pazarlarında, o günkü rayiçle satıyorlar. Ne nakliye gideri, ne komisyoncu avantası! Ki mi köylülerin, semt pazarlarında tezgâh yeri var. Beş on dönümlük bir tarlanın ürünüyle kalabalık aileler, bey gibi geçinip gidiyorlar.
Haşan Tepe, yetmiş altı yaşında bugün. Dört çocuk, on altı da torun sahibi. Hâlâ tır pan sallıyor tarlada, ot biçiyor. Ak sakalı nın gümüş tellerinden ter damlaları akıyor çe lik göğsüne. Yetiştirdiği çocukları emekli ol muşlar devlet kapılarından; ama kendisi hâ lâ çalışıyor. Emeklilik sözüne gülerek karşı lık veriyor. “ Biziın emekliliğimiz tırpanın sa
pında beyim.”
Bu köyde geçirdiği altmış altı yıl boyun ca, kente gidip yerleşmeyi akimın ucundan bile geçirmemiş Haşan Tepe. Toprakla mut- olmuş, toprakla bulmuş yaşama gücünü. Evi ni kendi elleriyle yapmış; odunu ormandan kesiyor. Tarlada, bahçede yetiştirdiklerini hem satıp paraya çeviriyor, hem de çoluk ço cuğun boğazına bakıyor. Süte, yoğurda, yu murtaya para verdiği yok; ahırdaki koyuıı- larla tavukları yetiyor bu ihtiyaçlarına.
Bu sabah kahvaltıda ne yediğini soruyo ruz Haşan Tepe’ye:
“ Tarhana yahu!” diyor mutluluk içinde, sonra ekliyor:
“ Tarhana, köylünün mayasıdır be çocuk la r!”
Mahmutşevketpaşa köyünün şimdiki nü fusu bin beş yüz. Bunların tümü Selanik göç meni değil elbet. Arada Karadenizlilerden sız malar olmuş. Özellikle de Kastamonulular çoğunlukta. Pazarlarda karalahana, mısır unu satan kara cübbeli hatunların kökeni Kastamonu.
Delikanlılar lise yıllarını Beykoz’da geçi riyorlar. İstanbul denilince Beykoz’u tanıyor lar. İçlerinden üniversite sınavlarını kazanan lar çıkarsa ancak öyle çıkabiliyorlar Beykoz dışına. İstanbul’a günübirlik gidip gelmek her
zaman mümkün, ama köyde onları bekleyen işler var. Nüfus arttıkça köyün toprakları da ralmıyor mu diyeceksiniz. Tarlalar, tepeler deki ormanlara doğru genişlemiş zamanla. İlk “ gelişme” bu. İkincisi, çevrede kurulan fabrikalara sürekli işçi veren bir kaynak bu köyler. Sözgelimi, Mahmutşevketpaşa’da üç yüz kişilik bir işçi grubu var. Sabahın körün de servis arabaları köye dayanıyor ve işçileri alıp götürüyor.
Bu yörenin köylerine elektrik geldikten sonra evlerde, elektronik cihaz kullanımı günden güne artmış. Bugün her evde buzdo labı var; çatılarda televizyon antenleri. Ça maşırlar makinede yıkanıyor, ortalığın tozu elektrikli süpürgeyle alınıyor.
İstanbul’un köylerinde insanlar, kent ya şamının birçok olanağına sahip. Havasının temizliği, suyunun bolluğu, yiyeceklerinin doğallığı ise hiçbir kentlinin ulaşamayacağı olanaklar! Buralarda doğup büyüyen insan ların kente özlem duymamaları’, kent yaşa mına özenmemeleri, pek anlaşılmaz bir şey olmasa gerek.
Emeğini topraktan çıkaran insanlar, bir de
toprakla uğraşmanın zevkini yaşıyorlar. Da hası, aracısız ve komisyonsuz, doğrudan tü keticiye mal satmanın kazancı içindeler. Bü yük kentin sağlık ve yükseköğrenim kurum lan burunlannm dibinde!
Bir tatil günündeyiz. Mahmutşevketpaşa’- nın komşu köyü Alibahadır’da, köy kahve sinin önünde oturuyoruz. Bir yanda köyün yaşlıları öbeklenmiş, öte yanda gençler. İçe rideki televizyonda “ Tatil Sineması” var. Ama televizyonun başında bir iki kişiden baş kası yok. Kahvenin tam karşısında saıı bo yalı köy kahvesi. H afif bir esinti yüzümüzü yalayıp geçiyor. Geçen esintinin içinde yine hafif bir gübre kokusu. Bu gübre kokusu, ne rede olduğunuzu size anımsatmak için yeterli. Köyün içinden kentli yüzler geçiyor arada bir. Dakka başına bir araba geçiyor hışımla. De likanlılar aralarında aşk ve sevda muhabbe tini koyulaştırmışlar. Kahvenin kapısının önünde bir karadut, yeşil bir şemsiye gibi göl ge veriyor insanlara. Karadullar saçılmış dört bir yana. Kimse dönüp bakmıyor. Niyesi şu: Bu tür meyveler, istemedikleri kadar bol köy de. Herkesin bahçesinde ağaçlar dolu, dal lar hınca hmç meyveyle yüklü! Kim gönül in dirir yere dökülen karadutlara!
Evlerin birinden pantolonlu bir genç kız çı kıyor, saçları yarı belinde. Göğsü alabildiği ne beyaz; Erzurum yaylası gibi bir serinlik duygusu veriyor insana bu beyazlık! Soka ğı, bir boydan bir boya geçiyor genç kız, karşı evlerden birine giriyor.
Karadutun dalına bir kuş konuyor, uzun uzun ötüyor o güzel sesiyle. Ne kuşu olduğu belli değil. Belki buralılar bilir, ama biz çı karamıyoruz. Kuşa hasret, yeşile hasret, de niz içre olup denize hasret bir koca kentten geliyoruz çünkü biz.
Kalkıyoruz. İçtiğimiz çayların ücretim öde mek üzere garsonu ararken gruptaki delikan lılardan biri önümüzü kesiyor:
“ Siz gidin,” diyor bize. “ Parayı boş ve rin! M isafirsiniz.”
Gün devrilirken İstanbul’un yolunu tu tuyoruz.
Gözümüz, gönlümüz dinlenmiş olarak dö nüyoruz. Yol boyunca kiraz ağaçları; küpeli kirazlar pembe kırmızı ışıltılarla yakut yeşili yapraklar arasında ışıldıyor. Sıcaktan asfalt yolların eridiği, evlerin beton duvarlarının ya lım yalım yandığı İstanbul’a dönüyoruz. De relerin kıyısında naneler, yarpuzlar boy atmış. Ne zaman başınızı dinlemek isterseniz, gü rültüden, boğucu havalardan, trafik sıkışık lığından yılarsanız, alın başınızı İstanbul’un köylerine çıkın. İsterseniz bir su başında du rup avuç dolusunca çarpın yüzünüze. Bağrı nızı serinletin. Ne zaman, ne zaman isterse niz. Burada bir değil, birçok köy var; İstan bul’dan içre, burnunuzun dibinde □
Mahmutşevketpaşalı Haşan Tepe. “ Biz Atatürk muhaciriyiz," diyor. On yaşında bir çocukken, 1924 yılında yerleşmiş bu köye. Elektriğe, İ972'lerde kavuşmuşlar; yolları yapılmış, belediye otobüsleri işler olmuş. Dört çocuk, on altı torun sahibi Haşan Tepe, hâlâ tarlada tırpan sallıyor; kente gidip yerleşmeyi aklının ucundan bile geçirmemiş. Bahçelerinden kaldırdığı ürünü, Üsküdar'ın semt pazarlarında satıyor; süte, yoğurda, yumurtaya para verdiği yok...
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi