Y A B A N C I ÇÖ ZÜ YLE
I
Q"(s>n
YAHYA KEMAL
A L E S S İ O B O M B A C İ
( Çeviren : M. Uyguner)
Yahya Kemal Beyatlı (asıl adı Mehmet Agâh), Makedonya’nın Üsküp şehrinde, eski ve zengin bir ailenin çocuğu olarak, 1884 yılında doğdu, öğreni mini ise gençliğinin uzun yıllarını geçirdiği Paris’de yaptı. 1958 yılında da öldü. Yeni Türkiye’nin en ze ki, en geniş düşünceli ve en yapıcı simalarından bi riydi ¡kültürlü çevrelerde bir üstad olarak kabul edilmiş ve genel bir saygı kazanmıştı.
Bazıları çok kısa olan, kısalığı ve başkalannın- kinden ayrılığı ile göze çarpan eserleri sanatçının ince varlığının belgeleridir. Onun sanat dünyası anılardan, ince duygulardan, çekilmiş acılardan iba rettir :
Rüya gibi b ir yazdı. Yarattın hevesinle. Her ânını, her rengini, her şiirini hazdan. Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle! Bîr gün, bir uzak hâtıra özlersen o yazdan
Körfezdeki dalgın suya b ir bak ,göreceksin: Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde; M ehtap... iri g ü lle r... ve senin en güzel aksin... Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!
Bütün bir geçmiş romantik bir şiirin ritminde kendini gösterir :
Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik; Bin atlı o gün dev gibi b ir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: ilerle! B ir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle...
Şimşek gibi b ir semte atıldık yedi koldan, Şimşek gibi Tü rk atlarının geçtiği yoldan.
Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla ...
Cennette bugün gülleri açmış görürüz de Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde!
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendikl
ya da Höredia’nın sonnet’lerini düşündüren bir şi irinde yaşar bu geçmiş :
Tarih âlemi açılır ona, özellikle Türk tarihi da ha yakındır ruhuna. Bu tarih ulusal övünçle dolu dur, fakat o buna biraz da somut bir görüntü ve rir :
Yavuz Sultan Selim Hân'ın önünde O k atan ihtiyar Bektaş Subaşı, Bu yüksek tepeye dikti bu taşı, O Gazi H ünkâr'ın mutlu gününde.
«Fikrimce 1071 tarihinden öncesi bir tarih öncesidir, tarih bu tarihten başlar. Selçuklular ve OsmanlIlar çağına, Anadolu’nun, Rumeli’nin ve İs tanbul'un bizi biz yapan görüntülerine ve mimar risine bakarak anladım bunu; dilimizin yenilen mesi, devletimizin ve uygarlığımızın yeniden doğu şu ve gelişmesi bu çağdadır; yabancılara boyun eğmeden ve yabancı sermayeye dayanmadan, yal nız ana vatanımızdaki kaynaklardan ve halkın emeğinden yararlanarak sanayiimizi bu çağda kurduk».
Vezir, molla, ağa, bey takım takım, Güneşli b ir nisan günü ok attı. Kimi yayı öptü, kimi fırlattı; En er kemankeşe yetti üç atım.
En son Bektaş Ağa çöktü diz üstü. Titrek elleriyle gererken yayı, Her yandan bir merak sardı alayı, O k uçtu, hedefin kalbine düştü.
Hünkâr dedi: «Koca! Pek yaman saldın! Eğer;! bellisin benim katımda.
Bir sır olsa gerek bu ilk atımda, Bu sihirli oku nereden a ld ın ? »
İhtiyar, elini bağrına soktu, Dedi ki: «İstanbul muhasarası Başlarken aldığım gazâ yarası İçinden çektiğim bu altın o k tu !»
Yahya, Osmanlı Türk geleneğini en mükemmel şekilde ortaya koyar. Tarihçilerin bize anlattığı ve bazı modem müliyetçilerin yararlandığı din an layışıyla alevlenen kahramanlık ruhunu duyur makla kalmaz aynı zamanda bir epikür sevinci ve ataklığım, ince bir estetiği, hayatın ve ölümün iç güdülere dayanan ilhamını, mistisizmin temizli ğini de verir bize.
Lâle Devri’ne adanmış edebî minyatürler, mo dem Türk şürinin en ince örnekleri olarak değer lendirilebilir :
Gördüm ol meh dûşuna b ir şal atıp lâhûrdan Gül yanaklar üstüne yaşmak tutunmuş nürdan
Nerdübanlar bûsiş-i nermîn-i dâmâniyle mest İndi bin işveyle bir kâşâne-i fağfürdan
Atladı dâmen tutup üç çifte b ir zevrakçeye Geçti sandım mâh-ı nev âyîne-i blllürdan
Feridun Ersavagh
Halk-ı sadâbâd İki sahil boyunca fere feve Va'de-i teşrifine alkış tutarken dürdan
Cedvel-i Sîm 'in kenarından bu âvazın Kemâl Koptu b ir fevvâre-i zerrin gibi m âhûrdan»
Nev-bahar-ı vuslatın bassun deyû ilk âyına Bûseden pâpûş giydirdim o nermin pâyına Kasr-ı Sadâbâd güizâr-ı hümâyun-sayına Eyledim mehtabı hem dâvet düğün âlayına
Tâ ki seyretsün felek ol şûh çözmüş kâkülü B ir elinde cam-ı âteş-fâma kalbetmiş gülü Leyi içinde âh ederken nev .baharın bülbülü Eyledim mehtabı hem dâvet düğün âlayına
Ey Kemâl eyyâm gördüm meslek-i şûhanede Neşve verdim cüşişimden devr-i Ahmed Hân'e de Dehrden b ir kâm alup b ir şeb bu mâtemhânede Her seher b ir gül açar; her gece bir bülbül öter.
Büyük İranlı şair Hafız'a adanmış bir şiirin de, sofizmin sonsuz ahiret mutluluğu özetlenmiş tir :
Ö lüm âsüde bahar ülkesidir b ir rinde; Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher b ir gül açar; hor gece b ir bülbül öter.
Osmanlı geleneğine duyulan özlem, yalnız imparatorluğun bir zafer mirası değü ayın za manda ruhî bir izlenimdir ve Yahya Kemal dil den de kuvvet alarak bu gür kaynaktan faydala nır. O, Fransız sembolistleri ile ilgi kurmuş; Mal- larme’nin, şiir kelimelerden kurulu musikidir fik rini benimsemiştir, fakat onun için bu musiki di van şiirinde, Türkler tarafından yaratılan ince şiirlerde ve Yahya Kemal’in de faydalandığı bu kültür mirasında görülen ritmdir. Bu yüzden, modern bir duyarlıkla aruz ölçülerim kullanır, yeni sesler yaratır ve Lâle Devrinin şiirine yeni sesler katar.
Eski Doğu şiiri ile yeni Avrupa şiirini birleşti ren Haşim ile Yahya Kemal arasındaki fark yal nızca biçimde değü, Yahya Kemal’in, ilhamım klasik Osmanlı dünyasından da alan ve yeni - kla- slzm olarak nitelendirilen orijinal terkip ustalı ğında dır da.
14
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Ta h a Toros Arşivi