T ’ £ 9
S J e b i ¿ H â t ır a la r : 1 0
YAHYA KEMAL
Y
ahya Kemal ile 1947 sonbaharında tanış tım. Fakat daha önce de, kendisini yakın dan ve şahsen tanıyor gibi idim. Çünkü babam onu bana bir çok defalar anlatmıştı. O ve babam yüksek öğrenim yıllarım beraber ge çirmişler, o yıllarda samimi ve sıkı fıkı arka daşlık etmişlerdi.Yirm inci yüzyıl başının 3irinci Dünya Sa vaşma kadar geçen yıllarına «L a belle époque» (Güzel devir) demek âdettir. İşte genç Yahya Kemal ile genç Sadri Maksudi bu güzel devri Paris gibi güzel bir şehirde birlikte geçirmiş lerdir. Ne yazık ki, kronik bir şekilde, meteüksiz olarak...
Bilindiği gibi, dört beş yüz yıl önce, Paris Üniversitesinde öğretim lâtince yapıldığından ve öğrenciler dersten sonra da lâtince konuşma ğa devam ettiklerinden, onların oturduğu, onla rın yaşadığı mahalleye ! Latin Mahallesi» (Quar tier latin) denmiştir. İşte Sorbon civarında bu lunan, fakat asıl canlılığını Sen Mişel bulvarının teraslı kahvelerinde görmek mümkün olan bu mahallede, Sciences Poütiques öğrencisi olmak la beraber, gözü edebi çevrelerde olan genç şair ile Hukuklu arkadaşı birbirlerine sık sık rasHarlarmış. Babam o günieri şöyle anlatırdı.
«Karşılaşınca, paralı günlerimizde büyük hovardalık yapar, oradaki kahvelerden birine gi rer. uzun uzun sohbet ederdik. Züğürt zamanla rımızda ise, dadıların ve sevgililerin bahçesi olan Luxembourg bahçesine gider, orada bedava va kit geçirirdik. Fakat öyle günler olurdu ki. o kar şıdan gelirken, daha uzaktan elini kaldırıp : «Sad rı, aklımda, sana beş frank borcum var» diye ses lenir ve yanıma uğramadan yürüyüp giderdi. Ben 'de kendisine fena halde kızardım. Mizaçlarımız çok farklı idi. Ben, param gelince, haftalara, hattâ günlere ayırır ve bir gün sonraki paraya dokunmazdım. 0 ise, paralanınca, Simone lan Yvon ne lan yemeğe davet öder, bir kaç gün lordlar gibi ' aşar, sonra da sağdan soldan borçla geçmird.. 3ir sanatçı, bir şair için bu bohem mizacı tabii karşılaman idim. Fakat o zamanlar pek içerlerdim. O da bana arada sırada: «Ah, bu zekânla bir az da şair olsan!» derdi. Çünkü bana bir iki şiirini oku masına tahammül ellikten sonra: «Bırak şu şiiri de. doğru dürüst konuşalım» derdim. Fakat tarih merakı', tarih sevgisi bizi birleştirirdl. Türklük
ta-A D İ L E ta-A Y D ta-A
Hhini aym şekilde anlar, ayni şeküde yorumlardık. Okuduğumuz tarih kitaplarım biribirimize tavsiye eder, beğendiğimiz hocalara biribirimizi sürükler dik; o beni Albert Sorei’in, ben onu Halévy’nin derslerine... Sonra, takdir ettiğim bir tarafı da şu idi ki, müsbet şeylerin peşinde idi. Günlük politika ile uğraşmaz, Jöntürklere karışmazdı. Meşrutiyet ten önceki o yıüarda, Pariste tahsüde bulunan talebelerin yüzde doksam Jöntürktü. Bunlann tek düşüncesi yıkmak, devirmekti: gözleri başka şev görmüyordu. Yahya Kemalin emeli ise, yap mak, yaratmaktı.»
1946 ile 1948 arasında, babam İstanbul Hukuk Fakültesinde Profesör iken, Yahya Kemal de Parkotelde, etrafına topladığı geniş çevre üzerinde edebi saltanatım sürmekte idi. Şairle Profesör şu rada burada bazen karşılaşırlar, eski günleri anar lardı. Fakat aralarında ayrıca samimiyet ve ya kınlık yoktu.
Ben ise, şairin uzaktan büyük hayranlann- dandım. Bulabildiğim şiirlerini okur, edebî hayatı nı takip ederdim. O devirde Yahya Kemal az şiir vazar ve her yeni şiiri bir edebi olay teşkil eder di. Nitekim 1947 ilk baharında bir dergide yayın lanan «Rintlerin akşamı» böyle oldu. Şür elden ele gezdi, kopya edilip ceplerde saklandı, ezber lendi, yorumlandı. Ben de tuttum, bunu vesüe ederek, o devirde çok okunan «C um huriyette şai rin kişiliği ve sanatı hakkında geniş bir etüd ya yınladım. 2 Haziran 1947 de çıkan bu yazıda şair üzerindeki etkileri de araştırıyor ve şöyle diyor dum:
«...Héredia’nm Yahya Kemal üzerindeki tesi ri, şüphe yok ki, derin olmuştur. Yahya Kemal’ in şiirleri içinde öyle parçalar vardır ki, Hérëdia- nm tesirini mısra mısra, kelime kelime tesbit et mek mümkündür. Meselâ, «Trophées» lerdeki «Le réveil dün dieu» sone’sinin bir varyasyonu olan «Bibios kadınlarında veya «M er montante» man zumesinden mülhem olduğu anlaşılan «Deniz» şirinde olduğu gibi :
«...L ’Océan m a parlé düne voix fraternelle... « Madem ki deniz ruhuna sır verdi sesinden...»
...Amerika kıt’asının keşfinden sonra, ülke ler fethetmeğe, altın ve gümüş madenleri ara mağa giden Portekizli ve Ispanyol «Fatih» lerinin destanını terennüm eden manzumeler «Trophées»
■ ü itf
lerin en kuvvetli parçalandır, işte Türk fatihleri nin kahramanlıklarına sahne olmuş, atlarının nal M eriyle ebediyet için damgalanmış olan Balkan larda doğup büyüyen Kartiye Laten talebesi genç şair bu manzumeleri okurken, ruhunda çok derin akislerin uyandığını hissetmiş ve her büyük sa natkar gibi, bu akisleri yepyeni bir şekilde ebe dileştirmek arzusunu duymuştur. Bu suretle Türk edebiyatı «Mohaç türküsü», «Akıncılar» gibi şa heserleri kazanmıştır...»
Gerek Edebiyat Fakültesindeki meslekdaşla- nm, gerek gazete mensuplan arasında Yahya Ke mal’in çevresine girip çıkan, onun meclisine kabul edilen kimseler vardı. Onlar vasıtasiyle şairin bizim makalo hakkındaki reaksiyonu pek çabuk kulağıma geldi. Evvelâ :
— Bu kadın beni röntgenden geçirmiş, de miş,
Daha sonra, etrafındakilere : — Kim bu kadın? diye sormuş. Kim olduğumu söyledikleri zaman da : — Sadri'r.in kızı ha? İnanmam. Sadri edebi yattan anlamazdı, kaskatı bir hukukçu idi, de miş.
Fakat yazının her cümlesi üzerinde, bazen tasviple, bazen tenkitle günlerce durduktan son ra :
— Şu Hanımı bir görsek! demiş.
Bu akisler «Cumhuriyet» in o zamanki Yazı İşleri müdürü Cevat Fehmi Betin de kulağına gel diğinden, bu fırsattan gazete için faydalanmak maksadivle, bana bir gün dedi ki :
— Tanışmanız çok iyi olur. Hem görüşme sı rasında şairin söyleyeceklerini bir mülakat ha linde neşrederiz. Bu işi soğulmadan yapmalı.
Fakat Cevat Beyin muhabirlerden birinin ara cılığı ile tertiplediği görüşme, bir takım sebepler le, ancak dört ay sonra, 11 Ekim de gcrçokleşe- bildi.
S İ H İ R L İ Ş A R K I
----Ürkek bakışlarındaki çağrı
Yenilmez korkularla çırpınan deniz Bulutlarla örtülü bir gökyüzü
Bilinmeyen iklimlere başlayan yolculuk Ve yağmur sonrasında doğan güneş Şimdi aşkın dönülmeyen sahillerindeyiz Kalbimizde o hiç dinmeyen ebedî ağrı Uzak mesafelerden gelen muhacir kuşlar Hırçın dalgaların dinlendiği yorgun kıyı
Neden yarım bıraktık o sihirli şarkıyı
NURETTİN OZDEMİR
Kararlaştırıldığı üzere, Beyoğlundaki Büyük Kulübe gittim. Beni büyük nezaketle kabul etti. Çok itinalı giyinmişti. Nedense, o anda, babamın kendisi için ; «Gençliğinde uzun boylu, zayıf, za rif, yakışıklı bir çocuktu» deyişi aklıma geldi. Şim di ise, göbekli ve vücutça biraz hantaldı. Tuhaf tır, büyük sopranolar ve büyük şairler hep şiş man olur... Fakat Yahya Kemal oturduktan ve hele konuşmağa başladıktan sonra, ne şişmanlı ğı kaldı, ne de hantallığı. İçinde bin b ir mananın parıldadığı yeşilimsi gözlerinden başka bir şey görmüyor, o konuştukça kuvvetli bir büyünün et kisi altına girdiğimi hissediyordum.
Hoşbeşten sonra: «N e gibi sualler tesbit etti niz, Âdile Hanımefendi?» diye, bizzat görüşmeyi bir «edebi mülakat» haline sokuvermişti. Müla kat iki buçuk saat sürdü. Bu iki buçuk saat zar fında şair bütün sanat görüşlerini, bütün esteti ğini önüme serdi. Karşımdaki bilgi, kültür, dü şünce derinliği, sanat, incelik kaynağı önünde gözlerim kamaşmış, sarhoş olmuş gibi idim. An cak bana hep «Aaadile Hanımefendi» diye hitap edişi beni çok mahcup vc hattâ rahatsız ediyor du. Nihayet 34 yaşında bir genç kadındım ve «Hanım efendi» hitabına pek alışık değildim. Adı mı ağzını doldurarak ve «a » yı uzatarak, adetâ zevkle telâffuz edişinin sebebini çok sonra öğ rendim. Meğer pek sevdiği anno annesinin adı da Âdile imiş.
Ayrılırken, mülâkali daktilo ettikten sonra kendisine göstermem için benden söz aldı. Böy- lecc 24 saat sonra tekrar bir görüşme oldu. Me tinden pek memnun kalan şair dedi ki :
— Tıpatıp benim fikirlerim ve asıl garibi, benim ifadem.
Tabii ufak tefek düzeltmeler yapmadı de
ğil-...iki üç gün sonra bir akşam, kolon halinde dizilmiş olan yazının provalarına bakmak üzere gazeteye gelmiş bulunuyordum ve Yazı İşlen odasında idim. Odada bir kaç kişi daha vardı. Birdenbire kapı açıldı ve iki eli havada Yahya Kemal Bey göründü.
— Adile Ayda burada mı? diye sordu. Odadakiler hep birden beıni gösterdiler. Bunun üzerine, yanıma gelerek:
— Âdile Hanımefendi, lûtfunuzu istirham ediyorum, mülâkati basmayalım. Daha iyisini ya parız. Bu mülakat çıkmasm. Minnettarınız ola cağım, elinizi öpeyim...
Benim «Estağfurullah, emredin» demekten halim haraptı. «Peki, üstad, istediğiniz gibi olsun, neşretmeyelim, basmayalım» dememe rağmen, şair ayni şeyleri tekrar etmeğe, «istirham edi yorum, lütuf buyurun» demeğe devam ediyordu. Bir aralık beni bıraktı, Cevat Beye yalvarmağa başladı. Onlar konuşurlarken, ben bir az kendimi toparladım. Konuşmalarına müdahale ederek :
— Bunu basmayalım amma, yenisini yap mağı vaad buyurduğunuzu da unutmayacağız. Za-
tiâlinizi onbeş gün sonra arayacağım, dedim. Ve muzip bir tavırla Cevat Fehmi Beye ba karak :
— Üstad yeni mülakat vermezlerse, bunu ba sacağız, değil mi? dedim.
Tahmin edilebileceği gibi, yeni mülakat hiç bir zaman yapılamadı. Onbeş gün sonra şairi ara dığımda: «Ankaraya gitti» dediler. B ir müddet sonra da: «Pakistana Büyükelçi oldu» cevabım aldım. Şair Pakistan’dan dönünce de, ben Fran sa'ya gittim.
Paris Büyükelçiliğimizde 1951 yılının 29 Ekim günü münasebetiyle bayramlaşırken, biri :
— B iliyor musunuz, Yahya Kemal Paris'te, dedi.
Büyükelçilikten adresini öğrenip oteline te lefon ettim, mümkünse görüşmekten şeref duya cağımı söyledim. Dedi k i :
— Maalesef suallere cevap vermeğe ahvali ruhiyem çok gayri müsaittir.
...Yani, aradan dört yıl geçmiş olmasına rağ men, verdiği sözü hiç de unutmamış. Anladım ki. o sevdadan vaz geçmek gerek. Politikayı değiştirerek şöyle dedim :
— Üstad, sizi rahatsız edişim mülakat için değil. Sohbetinizden şahsen müstefid olmak is tiyorum. Söz veriyorum, hiç bir sual sormayaca ğım.
Sesi ve tonu hemen değişti ve ertesi akşam için Champs Elysees deki bir kahvede buluşmak üzere randevu verdi. Bu defa da beşten yedi bu çuğa kadar konuştuk : dikkatimi ve hafızamı zor lamadan, yorulmadan, sual sormak zahmetine de katlanmadan, benim için rahat ve zevkli bir konuşma oldu bu... Nelerden konuşmadık ki? Parisin elli yıl önceki halinden, Moreas'tan. Va- lery’dan, Lamart ¡neden, ihtilâllerden, kendisi için Lâleli’de yapılan Jübileden...
Pariste geçirdiği gençlik yıllarım anlatırken, arada bir dalıyor, benim mevcudiyetimi unutarak, gözleri uzak hayallere dikili, sanki kendi kendine bir monolog yapıyordu. Ayrılırken ;
— Ne güzel konuştuk, ne güzel dertleştik. Var olun, Âdile Hanımefendi, dedi.
Ben de, bu müstesna insandan ayrılıp metro ya doğru yürürken, çok güzel bir film seyret miş veya çok güzel bir konserden çıkmış bir insan gibi, manen uçuyor, maddeten sendeliyordum.
B ir daha şairle karşılaşmadım. Vefatından sonra. Cevat Felımi Beyin arzusu üzerine; «N eş redilmemiş mülakat», 1959 yılında, iki delada, 1 ve 2 Mayıs günlen yayınlandı.
Yahya Kemalin şiirindeki büyüleyici kuvvet nazmının kusursuzluğundan, mısralannın pürüz- süzliivünden mi ileri geliyor? Bence değil. Yahya Kemal'in bazı şiirlerinde nazım hataları veya ih malleri ve hatta türkçe hataları var. Fakat
VARLIK BU MU? 8ir terkediliş, kaçıp gidiş ardı sıra. Çağrımdır bin yıl öncelerde bin yıl sonra. Varlık bu mu, kalsak da yok olsak da bizi Sonsuz bir ışıkla yansıtır dalgalara.
KAYIT
Bir şirket defterinde bir iş kaydı. Topraklara yağmur gibi sinmiş kaydı. Masmavi bir akşamda tutuklanmış ve Sessiz karakollarda silinmiş kaydı...
SIRSIKLAM
Sarp dağların ardısın, derin, sırsıklam. Bekler gecemizde gözlerin sırsıklam. Binlerce umut şarkısı, binlerce sunu üstünde büyük denizlerin sırsıklam.
ELİ
Gündüzleri yansıyan ışıklarda eli. Irmakta, bulutta, sarmaşıklarda eli Güller gibi kopmuş eski gergeflerden Bir türkü sayıklar bulaşıklarda eli...
İÇTEN DIŞTAN
Yansır gece damla damla içten dıştan. Uçmakta bir eski karga içten dıştan.. Sarmaş dolasız o özlenen yağmurla, Hiç dinmese yağsa yağsa içten dıştan..
SEYFETTİN BAŞCILLAR
şiirlerinin bizi etkilemesi, mısraianmn ruhu muza hitap etmesi şundan ileri geliyor ki, şair «émotion poétique» denilen vecdi, yani şiir hale tini duymadıkça kalemi eline almamıştır. Bu ha let mısralar vasttasiyle aynen ruhumuza akmak tadır. Ben şahsen öyle bir duygu içindeyim ki, şanki şiirlerinin perdesi arkasında, küçük yaşta kaybettiği annesi Nakiye Hanım, ilk aşkı Redife Hanım ve büyük aşkı Celile Hanımefendi gülüm- semektedirler.
Ben Yahya Kemalin kişiliğinin büyüsünden de uzun zaman kurtulamadım. Vefatından sonra da, onun hâtırasını saklayan hangi şehre, hangi ülke ye gittimse, her fırsatla, onun hayalini aradım, ispanyada Büyükelçilik kavasını konuşturarak, iki gün şairle Madrid sokaklarında dolaştım. Yu- goslavyada, Belgrattan Uskübe kaçamak yaparak, evini, okulunu, koşup oynadığı sokaktan arayıp buldum ve havalen aile muhitine de girdim. Bü tün bunlan «Cumhuriyetsin 10 ve 23 Mart 1962 sa yılarında anlattım.
Yahya Kemal 11 Ekim 1947 günü yaptığım ız o güzel mülâkatin yayınlanmasını niçin isteme di? Öyle zannediyorum ki, 1962 de bastırdığım ve mülâkati içine alan küçük kitaba yazdığım Ön sözün aşağıdaki satırlan bu suale bir dereceye kadar cevap vermektedir :
«Yahya Kemal, kendisi hayatta iken, şiirleri nin tam ve nihaî bir baskısmı yayınlamaktan han gi sebeple çekindi ise, gerçek bir memnuniyetle verdiği mülâkatin yayınlanmasından da ayni se beple ürktü.
Tiyatro tarihi, Sarah Bemhardt gibi en bü yük sahne sanatkârlarının bile, seyircüerin kar şısına her çıkışlarında Fransızların «tra c» dedik leri bir hissin altında kalarak, felce uğrar gibi ol duklarını kaydeder. Bu his mükemmeliyet aşkı nın tezahüründen, muhayyel seviyenin aşağısına düşmek korkusundan başka bir şey değildir.
Yahya Kemal bir «trac» hissinin tesiriyledir ki, matbaaya koşup gelmiş ve mülâkatin neşrim durdurmuştur. Şair biliyordu ki, burada fikri şahsiyeti ile tarih sahnesine çıkmaktadır. Bana tam bir samimiyet ve tabiîlikle vermiş olduğu cevaplarda fik ri kılığına kâfi derecede çeki dü zen vermemiş olmaktan endişeli idi. «Daha iyisi ni yaparız, daha iyisini yaparız» diye tekrar et mesi bunu açıkça gösteriyordu.
YaShya Kemalin, şiirlerini toplu halde Ve k a ti şekilde bastıramamış olması da sanat hüvi yeti ile ebediyet sahnesine çıkmadan evvel duy duğu bir «tra c» hissinin neticesidir.»
Fakat o bizim için daima sahnededir, yani gözlerimizin önündedir, şiirlerinde yaşamakta dır. Dahası v a r : O, her büyük şair gibi, şiirleri ile bize kendi duygularımızı keşfettirmekte, bizi yaşatmaktadır.
« . ..Ayılıp neş'eni yükseltici sarhoşluktan,
«... Yılm a korkunç uçurum zannedilen boşluktan. «.. Duy tabiatte biraz sen de ilâh olduğunu, «. .Ruh erer varlığının zevkine duymakla bunu. «...Yürü, hür maviliğin bittiği son hadde kadar... «. .İnsan âlemde havai ettiği müddetçe yaşar.»
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi