• Sonuç bulunamadı

Yazınsal kavrayışta köklü bir değişim : Türk öykücülüğünde 1950 kuşağı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Yazınsal kavrayışta köklü bir değişim : Türk öykücülüğünde 1950 kuşağı"

Copied!
232
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Doktora Tezi

YAZINSAL KAVRAYIŞTA KÖKLÜ

BĐR DEĞĐŞĐM: TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜNDE 1950 KUŞAĞI

JALE ÖZATA DĐRLĐKYAPAN

TÜRK EDEBĐYATI BÖLÜMÜ

Bilkent Üniversitesi, Ankara

(2)

Bilkent Üniversitesi

Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü

YAZINSAL KAVRAYIŞTA KÖKLÜ

BĐR DEĞĐŞĐM: TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜNDE 1950 KUŞAĞI

JALE ÖZATA DĐRLĐKYAPAN

Türk Edebiyatı Disiplininde Doktora Derecesi Kazanma Yükümlülüklerinin Parçasıdır

TÜRK EDEBĐYATI BÖLÜMÜ Bilkent Üniversitesi, Ankara

(3)

Bütün hakları saklıdır.

Kaynak göstermek koşuluyla alıntı ve gönderme yapılabilir. © Jale Özata Dirlikyapan

(4)

Bu tezi okuduğumu, kapsam ve nitelik bakımından Türk Edebiyatında Doktora derecesi için yeterli bulduğumu beyan ederim.

……… Yrd. Doç. Dr. Süha Oğuzertem

Tez Danışmanı

Bu tezi okuduğumu, kapsam ve nitelik bakımından Türk Edebiyatında Doktora derecesi için yeterli bulduğumu beyan ederim.

……… Prof. Dr. Fazlı Can

Tez Jürisi Üyesi

Bu tezi okuduğumu, kapsam ve nitelik bakımından Türk Edebiyatında Doktora derecesi için yeterli bulduğumu beyan ederim.

……… Doç. Dr. Ayşenur Đslam

Tez Jürisi Üyesi

Bu tezi okuduğumu, kapsam ve nitelik bakımından Türk Edebiyatında Doktora derecesi için yeterli bulduğumu beyan ederim.

……… Yrd. Doç. Dr. Mehmet Kalpaklı

Tez Jürisi Üyesi

Bu tezi okuduğumu, kapsam ve nitelik bakımından Türk Edebiyatında Doktora derecesi için yeterli bulduğumu beyan ederim.

……… Yrd. Doç. Dr. Laurent Mignon

Tez Jürisi Üyesi

Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü’nün onayı ………

Prof. Dr. Erdal Erel Enstitü Müdürü

(5)

ÖZET

YAZINSAL KAVRAYIŞTA KÖKLÜ BĐR DEĞĐŞĐM: TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜNDE 1950 KUŞAĞI

Özata Dirlikyapan, Jale Doktora, Türk Edebiyatı Bölümü

Tez Yöneticisi: Yrd. Doç. Dr. Süha Oğuzertem Ağustos 2007

Bu doktora tezinde 1950 kuşağı öykücülerinin yazdıkları öyküler tematik ve biçimsel yönlerden irdelenmektedir. Tezde öncelikle, 1950’li yıllarda yaşanan siyasal ve kültürel dönüşümler ele alınmaktadır. Demokrat Parti’nin 1950 yılında seçimi kazanmasıyla, Türkiye’de toplumsal yaşamın birçok alanına etki eden yeni bir siyasal dönem başlar. Ardından, aynı yıllarda kültürel ortamda dikkat çeken

hareketlilik çeşitli yönlerden incelenmektedir. Bu yıllarda, hemen her sanat dalında sanatçılar, Batı’da gündemde olan sanat akımlarından beslenmeye ve yapıtlarında biçimsel yeniliklere önem vermeye başlarlar. Şiirde ve öyküde de modernist bir edebiyat anlayışıyla şekillenen yapıtlar ortaya çıkar.

Yenilikçi yazar ve şairlerin ürünlerini özgürce yayımlayabildikleri ve çeşitli tartışmalar yürüttükleri A, Dost, Mavi ve Yeni Ufuklar gibi dergiler, 1950 kuşağı içinde önemli işlevler yüklenirler. Yenilikçi öykücülere destek veren bu dergilerde, “toplumcu gerçekçilik”, edebiyat yapıtında “kapalılık-açıklık” ve varoluşçuluk akımıyla gündeme gelen “bunaltı” ve “umutsuzluk” gibi konular tartışılmıştır. Bu tartışmalar sürerken, Yusuf Atılgan, Vüs’at O. Bener, Orhan Duru, Ferit Edgü, Leylâ Erbil, Özcan Ergüder, Bilge Karasu, Feyyaz Kayacan, Onat Kutlar, Nezihe Meriç, Erdal Öz, Demir Özlü ve Adnan Özyalçıner gibi yazarlar öykü kitaplarını art arda yayımlarlar. Tematik ve biçimsel açıdan farklılaşan bu yayınlarla, bireye odaklanan yeni bir öykücülük anlayışı şekillenmeye başlar. Öykülerde, varoluşçuluğun etkisiyle anlamsızlık, can sıkıntısı, cinsellik, intihar ve suç gibi temaların sıkça işlendiği, bilinç akışına, iç konuşmalara ve dilsel deformasyonlara başvurulduğu gözlemlenir. Öykülerdeki bu farklılaşma, genel anlamda yazınsal kavrayışta bir değişime yol açmış ve modernist bir edebiyat anlayışının yerleşmesine öncülük etmiştir. Anahtar Sözcükler: 1950 kuşağı, yenilikçi Türk öyküsü, bohem, varoluşçuluk.

(6)

ABSTRACT

A DRAMATIC CHANGE IN LITERARY UNDERSTANDING: GENERATION OF THE 1950s INTURKISH SHORT STORY

Özata Dirlikyapan, Jale

Ph.D., Department of Turkish Literature Supervisor: Assist. Prof. Süha Oğuzertem

August 2007

This dissertation examines the thematic and formal aspects of the short stories written by the generation of the 1950s in Turkey. First, the political and cultural transformations of the 1950s have been scrutinized. With Democrat Party’s striking victory in the election of 1950, the new political cllimate had affected nearly all aspects of the social life. Then the dissertation observes the various aspects of the salient dynamism in the cultural sphere. Artists from almost all branches of art were influenced by contemporary Western movements of art, giving priority to formal novelties in their works. Poems and short stories that adhere to modernism emerge.

Such literary magazines as A, Dost (Friend), Mavi (Blue) and Yeni Ufuklar (New Horizons) where avant-garde writers could publish their works freely and set forth various discussion topics fulfilled serious functions for the generation of 1950s. In these magazines which support the avant-garde short story writers, subjects like “socialist realism”, “obscurity-clarity” and such existentialist themes as “anxiety” and “despair” had been discussed. As these discussions continued, the short story writers Yusuf Atılgan, Vüs’at O. Bener, Orhan Duru, Ferit Edgü, Leylâ Erbil, Özcan Ergüder, Bilge Karasu, Feyyaz Kayacan, Onat Kutlar, Nezihe Meriç, Erdal Öz, Demir Özlü and Adnan Özyalçıner successively published their books. With their novel publications, a brand new notion of the short story that focuses on the

individual began to flourish. It is observed that, with the influence of existentialism, themes like absurdity, crime, ennui, sexuality, and suicide had gained prominence; and the stream of consciousness, inner speech, and several linguistic deformations had been constantly employed. This transformation in short stories had initiated a change in literary understanding, leading to the establishment of modernism in Turkish literature.

Key Words: 1950 generation, avant-garde Turkish short story, bohemia, existentialism.

(7)

TEŞEKKÜR

Öncelikle, bu çalışmanın önemini sıkça vurgulayarak tezin yazım sürecinde beni güdüleyen, yalnızca akademik olarak değil yaşam içinde kendini gerçekleştirme çabasında da “ahlaklı” kalmanın ne demek olduğunu anlamamı kolaylaştıran değerli hocam Süha Oğuzertem’e teşekkür etmek isterim; varlığı bana hep umut vermiştir. Güler yüzlü eleştirileri ve yol gösterici gözlemleri için hocalarım Fazlı Can, Ayşenur Đslam, Mehmet Kalpaklı ve Laurent Mignon’a; bazı kaynaklara ulaşmamı sağlayan Yalçın Armağan’a ve Mahmut Temizyürek’e minnettarım. Özellikle tezin son aşamasında verdikleri destek için annemi ve babamı da unutmamalıyım. Son olarak, sevgisiyle hep arkamda olan, kendisi de doktora tezini benimle aynı zamanlarda yazdığı halde anlayışını ve ilgisini benden hiç esirgemeyen biricik eşim Murat

(8)

ĐÇĐNDEKĐLER sayfa ÖZET . . . iii ABSTRACT . . . iv TEŞEKKÜR . . . v ĐÇĐNDEKĐLER . . . vi GĐRĐŞ . . . 1

I. BÖLÜM: 1950’LĐ YILLARDA TÜRKĐYE’DE YAŞANAN SĐYASAL VE KÜLTÜREL GELĐŞMELER . . . 8

A. 1950-1960 Arası Dönemde Türkiye’de Siyasal ve Toplumsal Gelişmeler . . . 8

B. 1950’li Yıllarda Türkiye’de Kültürel Ortam . . . 16

II. BÖLÜM: 1950’LĐ YILLARDA EDEBĐYAT ORTAMI VE ÖYKÜLERĐN YÖN VERDĐĞĐ TARTIŞMALAR . . . 29

A. 1950’li Yıllarda Türkiye’de Edebiyat Ortamı . . . 29

B. Öykülerin Yön Verdiği Tartışmalar . . . . 42

III. BÖLÜM: 1950 KUŞAĞININ ĐLK YENĐLĐKÇĐ ÖYKÜCÜLERĐ . 62 A. “Yeni” Olmaktan Yılmayan Öykücü: Sait Faik . . . 63

B. Đçselliğin Đncelikli Öykücüsü: Vüs’at O. Bener . . . 78

(9)

IV. BÖLÜM: 1950 KUŞAĞI ÖYKÜCÜLÜĞÜNDE FARKLILAŞAN ĐÇERĐK VE

BĐÇĐM ÖĞELERĐ . . . 114

A. Öykülerde Sıkça Karşılaşılan Temalar . . . . 115

1. Anlamsızlık, Hiçlik ve Sıkıntı . . . 119

2. Kentin Sokaklarında Bunalımlı Kişiler . . 128

3. Huzursuzluğun Somut Đfadeleri . . . 131

4. Saldırganlık ve Öldürme Đsteği . . . 138

5. Suç Đşleme Teması ve Suça Yüklenen Anlam . 148 6. Đntihar Eden ve Edemeyen Öykü Kişileri . . 153

7. Cinsellik . . . 157

8. Gerçeküstü ve Absürd . . . . 167

B. Öykülerde Đçeriği Besleyen Biçimsel Yenilikler . . . 173

1. Cümlede Başlayan Değişim . . . 174

2. Kurgusal Düzeyde Farklılaşan Öyküler . . 178

3. “Ben”in Đçinden Geçenler ve Dolaysız Anlatım . 183 4. Dilde Deformasyon ve Şiirleştirme Eğilimi . 187 SONUÇ . . . 195

SEÇĐLMĐŞ BĐBLĐYOGRAFYA . . . 207

A. Birincil Kaynaklar . . . 207

B. Đkincil Kaynaklar . . . 214

(10)

GĐRĐŞ

1950’li yıllar, Türkiye’de siyasal ve toplumsal değişimin yoğun olarak yaşandığı, buna koşut olarak edebiyatta da geçmişle hesaplaşmanın, Batı etkisinin desteğiyle yenilenme çabalarının ve yeni kümeleşmelerin görüldüğü yıllardır. 1950’lerin başlarında Türk edebiyatında öykü alanına Sait Faik, Orhan Kemal ve Sabahattin Ali’nin öykü anlayışları egemendir. Öte yandan, Mahmut Makal’ın köy notlarından oluşan Bizim Köy (1950) adlı kitabıyla başlayan “köy edebiyatı” yabana atılmayacak bir güçle gelişmektedir. Bu yıllarda öykü yazarlarının sayısında önemli bir artış gözlemlenir. Birçok kaynakta Türkiye’de “öykünün altın çağı” olarak

nitelenen 1950-1960 yılları arasında öykü yazan çok sayıda yazar bugün de anılmakta, yapıtları tartışılmaktadır. Yalnızca niceliksel olmayan bu değişim, o yıllarda bazı yazarların farklı söyleyiş özelliklerine ve yeni bir gerçekçilik anlayışına sahip olma çabalarında da ayırt edilir. 1947 yılında çıkmaya başlayan Seçilmiş Hikâyeler dergisi, sahibi Salim Şengil sayesinde, önceki kuşaktaki egemen öykü anlayışını eleştiren, o kuşağın yazarlarından farklı dil özelliklerine sahip yazarların ürünlerine yer vererek öykü alanında tartışmaların, dolayısıyla verimli bir hareketliliğin başlamasını sağlar. 1950’li yılların ortalarında, Nezihe Meriç ve Vüs’at O. Bener ilk öykü kitaplarını çıkarmışlar, Sait Faik Abasıyanık ise yazınsal tutumunda bir farklılaşmanın

(11)

yılların ikinci yarısında, dönemin önemli dergilerinde kümeleşmeler ve bu dergiler ekseninde yürütülen tartışmalar hız kazanır.

1950 kuşağının yenilikçi yazarları,her ne kadar geçmişteki öykü anlayışına karşı çıkmışlarsa da, Orhan Kemal ve Sait Faik’ten önemli ölçüde etkilenmişlerdir. Özellikle Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan adlı kitabı bu kuşağın öykücülerinin çoğu için başucu kitabı hâline gelmiştir. Sait Faik öykücülüğünde de bir dönüm noktası olan bu kitap, düş ve gerçeği harmanladığı, fantastik öğeleri ön plana çıkardığı ve önceki öykülerin gerçekçilik anlayışından farklı bir anlayışı sergilediği için, 1950 kuşağının yenilikçi yöneliminin yol açıcısı konumundadır. Kuşağın diğer bir önemli öykücüsü Ferit Edgü, kendi kuşağıyla Sait Faik arasındaki ilişki hakkında şunları söyler: “Dostoyevski’nin, ‘Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan geliyoruz’ dediği gibi, ben de, benim kuşağımın öykü yazarlarının büyük bir çoğunluğu da, Sait Faik’ten geliyoruz” (“Ferit Edgü ile Dünden Bugüne” 27).

1950 kuşağının yenilikçi öykücüleri, bir yandan kendilerinden önce gelen önemli öykücüleri değerlendirirken, diğer yandan da 1950’li yılların sonuna doğru “varoluşçuluk” felsefesinden ve gerçeküstücülükten etkilenmişlerdir. Nitekim o yıllarda varoluşçu yazarlar olarak tanınan Albert Camus ve Jean-Paul Sartre’ın kitapları yayımlanmış, Kafka’nın öyküleri de yeni yeni Türkçeye çevrilmeye başlanmıştır. Dostoyevski de, bu kuşağın öykücüleri için önemli bir esin kaynağı hâline gelmiştir. 1950’li yıllarda felsefe yazılarıyla yayın hayatına katılan Selahattin Hilav, bu akımlara duyulan yoğun ilginin Türk öykücülüğü açısından önemini şu sözlerle dile getirir: “Đlk olarak, Türk edebiyatçısı Batı’nın estetik ve düşünsel alandaki yaratışlarıyla zamansal açıdan aynı hizaya gelmişti. [....] Resmi ve

(12)

özgürlüğe ve sözcük dağarcığının genişletilmesine zemin hazırladığı söylenebilir” (11-12).

Yanı başlarında buldukları bu akımların da etkisiyle gerçekçiliğe bakışları değişen öykücüler, bireyin iç dünyasını daha derinlikli bir şekilde ortaya koymak ve aynı zamanda dillerini bu derinliğe uygun esnekliğe kavuşturmak amacıyla, imgelere, benzetmelere, farklı zaman kullanımlarına ve mekân soyutlamalarına yaslanırlar. 1950’li yılların sonlarına gelindiğinde ise öyküleri “bunalım edebiyatı” nitelemesiyle anılmaya başlar. Kuşağın önde gelen öykücülerinin metinleri, “anlaşılmaz”, “kapalı” gibi sözcükler ekseninde eleştirilir. Dönemin önemli dergilerinde, belki de Türk edebiyatında ilk kez bu kadar yoğun olarak, edebiyatta “kapalılık” ve “açıklık”tan ne anlaşılması gerektiği, kolay anlaşılırlığın “iyi” edebiyat anlamına gelip gelmeyeceği tartışılır. Bu arada edebiyatta “gerçekçilik” önemli bir tartışma konusu hâline gelmiş, birçok yazarın “gerçeği sunuş” konusundaki anlayışı değişmiştir. Böylece 1950 kuşağının yenilikçi yazarları, klasik öykü geleneğinden kopma konusunda önemli adımlar atmış olurlar.

Türkiye’de son yıllarda Adam Öykü, Hece Öykü, Düşler Öyküler gibi, sayfalarında yalnızca öykülere ya da öykü ile ilgili yazılara yer veren edebiyat dergileri 1950 kuşağı öykücülüğü üzerine dosyalar hazırlamış, dönemin önemli öykücüleriyle yapılan söyleşilere yer vermiş ve konu hakkında soruşturmalar düzenlemiştir. Bunların arasında en kapsamlısı, Adam Öykü dergisinin Temmuz-Ağustos 2004 tarihli sayısında yayımladığı “Edebiyatımızda 1950 Kuşağı” üst başlıklı dosyadır. Kuşağın Orhan Duru, Leylâ Erbil, Demir Özlü, Adnan Özyalçıner gibi önemli öykücülerine yöneltilen altı soru aracılığıyla yazarların düşüncelerine geniş yer veren dosya, dönemin atmosferini anlamamıza büyük ölçüde yardımcı olmaktadır. 1950 öykücülüğü hakkındaki bu tür özel dosyalar, dönemin koşullarını ve yazarların

(13)

bakış açılarını yansıtma konusunda önemli işlevler yerine getirse de bu alandaki kapsamlı incelemelerin sayısı henüz yeterli düzeyde değildir.

1950 kuşağı öykücüleri, dosya konusu olmak dışında, makale ve denemelere de konu olmuşlardır. Necati Mert’in “Sait Faik ve 1950 Kuşağı” başlıklı yazısı bunların içinde en yakın tarihli olanıdır. Sait Faik’in 1950 kuşağı öykücüleri

üzerindeki etkisinden söz eden yazar, bu etkiyi somut örnekler vererek mercek altına almadığından yazı kısa bir “değini”den öteye geçememiştir. Diğer bir yazar Cemal Şakar ise “50 Kuşağının Öykü Serüveni” başlıklı yazısında, dönem hakkında yazılan hemen hemen bütün yazılarda görebileceğimiz tarihsel bilgileri yinelemiş ve yazısında kuşağın önde gelen öykücülerinin “varoluşçuluk” felsefesine olan ilgilerinin Türk öykücülüğüne neler kattığını anlamaya çalışmak yerine, bu ilgiyi küçümsemekle yetinmiştir.

Bildiğimiz kadarıyla, 1950 kuşağı öykücüleri hakkındaki yazılardan oluşan yalnızca tek bir kitap vardır, o da Asım Bezirci’nin kaleme aldığı 1950 Sonrasında Hikâyecilerimiz’dir. Bezirci’nin 1958-1975 yılları arasında çeşitli dergilerde yayımladığı eleştiri yazılarından oluşan kitapta, Demir Özlü, Adnan Özyalçıner, Saadet Timur gibi öykücülerle yapılan söyleşilere de yer verilmektedir. Bundan başka, Füsun Akatlı’nın Bir Pencereden adlı kitabının büyük bir bölümü 1950 kuşağı

öykücülerine ayrılmıştır. Her iki kitap da tek tek öykücüleri değerlendiren yazılardan oluştukları, dönemin genel atmosferini irdelemede ve öykücüleri karşılaştırmalı bir değerlendirmeyle ele almada yetersiz kaldıkları için bütünlüklü birer inceleme olamamışlardır.

Yalnızca 1950 kuşağı öykücülüğünü konu alan yazılar ve kitaplar dışında, Türk öykücülüğünün gelişimine ışık tutan kitaplarda da bu kuşak, öykünün modernleşme aşamaları bağlamında ele alınmıştır. Feridun Andaç’ın Gerçekçilik

(14)

Yolunda ve Yazınsal Gerçekçiliğin Boyutları adlı kitaplarında yer alan “Cumhuriyet Sonrası Öykücülüğümüzün Gelişimi” ve “Çağdaş Türk Öykücülüğünün Oluşum ve Gelişimine Yön Verenler” adlı yazıları, Türkiye’de modern öykücülüğün gelişim aşamalarına ışık tuttukları için dikkate değerdir. Ömer Lekesiz’in beş ciltten oluşan Yeni Türk Edebiyatı’nda Öykü adlı kitabının ikinci ve üçüncü ciltlerinde de 1950 kuşağı öykücülüğünün gelişim aşamaları izlenebilir.

Bütün bu çalışmaların tezimizin yazılmasına katkı sağlayacağı şüphesiz olsa da, 1950 kuşağı öykücülüğü hakkında şimdiye dek yapılmış inceleme ve

değerlendirmeler, ayrıntılı ve kapsamlı bir çalışmanın gerekliliğini göstermektedir. Kuşağın önemli öykücülerinden Leylâ Erbil’in “gelenekten kopuş çağı” (Soruşturma Yanıtları 31) olarak nitelediği 1950 kuşağı, Türk öykü ve romanının modernleşme sürecini hızlandıran, bugünkü edebî birikime büyük katkı sağlayan öykücülerin yetiştiği bir kuşaktır. Öykünün gelişim aşamaları, uğradığı içeriksel ve biçimsel değişimler hakkında sağlıklı yorumlar yapabilmek için, öykünün bir edebî tür olarak hayli gündemde olduğu, verimli tartışmaların ve bu tartışmaların sonucunda öykülerde yenilikçi atılımların yapıldığı 1950-1960 dönemi her yönden ve ayrıntılı bir şekilde incelenmelidir.

Yenilikçi öykücülerin çağdaş dünya edebiyatı ve akımlarına olan ilgisi, öykünün modernleşme yolunda attığı önemli adımlardan sayılmıştır. Ancak öykünün “altın çağı”nın modernizmle olan ilişkisi, Meksikalı yazar Octavio Paz’ın şu sözleriyle birlikte düşünüldüğünde daha net bir şekilde anlaşılır: “Modern çağ, bölünmenin ve kendini yadsımanın çağıdır, eleştirinin çağı. Modern çağ değişimle, değişim eleştiriyle ve her ikisi ilerlemeyle özdeşleşmiştir. Modern sanat eleştirel olduğu için moderndir” (140). 1950 kuşağı öykücülüğünü “modern” yapan önemli öğelerden biri, yazarların öykü geleneğine karşı takındıkları eleştirel tavır olsa gerektir. Yukarıda sözünü

(15)

ettiğimiz inceleme-araştırma yazılarında bu konu yeterince ele alınmamıştır. Bu kuşağın yazarlarının “yeni”yi oluştururken “eski”yle kurdukları düşünsel ve sanatsal ilişki, içerikte ve biçimde ne tür yeniliklere imza attıkları ve bu yenilikleri hangi toplumsal koşullarda gerçekleştirdikleri etraflıca incelenmediğinde, öykücülüğün modernleşme yolunda ilk adımı olarak nitelendirilen “1950 Kuşağı”nın yerini ve önemini doğru anlamak mümkün olmayacaktır.

Tezin birinci bölümünde, öncelikle 1950-1960 yılları arasında Türkiye’de yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmelere odaklanılmakta, ardından sırasıyla kültürel ortam mercek altına alınmaktadır. Yenilikçi öykücülerin hangi toplumsal koşullar altında ve nasıl bir kültürel ortamda ürün verdiklerini bilmek, özelde öykücülükte genelde ise yazınsal kavrayışta yaşanan değişimi anlamlandırmamıza önemli bir katkı sağlayacaktır. Đkinci bölümde ise amaç, 1950’li yıllardaki edebiyat ortamını topluca değerlendirmektir. Bu amaç doğrultusunda, ilk alt bölümde, “edebiyat matineleri” ve “bohem yaşantı” gibi kamusal alandaki edebiyat etkinliklerine değinilmekte, ikinci alt bölümde ise 1950-1960 yılları arasında öykücülükte ortaya çıkan yenilikçi harekete ilişkin, dönemin önemli dergilerinde yürütülen tartışma ve polemik konularına odaklanılmaktadır. Bu bağlamda, A, Dost, Mavi, Pazar Postası, Seçilmiş Hikâyeler, Yeni Ufuklar ve Yenilik dergilerinin 1950-1960 yılları arasında çıkan sayıları taranmıştır. Tezin üçüncü bölümünde, 1950’li yılların başlarında yayımladıkları kitaplarıyla, kendilerinden sonra gelen genç öykücülere öncülük etmiş ve onları etkilemiş olan yazarlar ele alınmakta, öykülerinde biçim ve içerik açısından yaptıkları yenilikler incelenmektedir. Đlk alt bölüm Sait Faik’e ve 1950 kuşağı öykücülerinin dillerinden düşürmediği Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabına ayrılmıştır. Sonraki alt bölümlerde ise sırasıyla Vüs’at O. Bener ve Nezihe Meriç’in öykülerindeki

(16)

ışık tutulacaktır. Tezin dördüncü ve son bölümü, Bener ve Meriç dışındaki diğer 1950 kuşağı öykücülerine ayrılmıştır. Bu bölümde, varoluşçuluğun da etkisiyle öykülerde sıkça karşılaşılan temaların saptanmasının yanı sıra, öykülerdeki gerçeküstü ve “absürd” durumlar da ele alınmaktadır. Đkinci alt bölümde ise öykülerdeki biçimsel yenilikler irdelenmektedir.

(17)

BĐRĐNCĐ BÖLÜM

1950’LĐ YILLARDA TÜRKĐYE’DE YAŞANAN SĐYASAL VE KÜLTÜREL GELĐŞMELER

Türkiye’de 1950’li yıllarda siyasal alanda önemli değişimler yaşanmış ve bu değişimler kültürel ve toplumsal bağlamda dikkat çekici bir dönüşümü de beraberinde getirmiştir. Bu bölümde, öncelikle Türkiye’nin 1950-1960 yılları arasındaki siyasal ve ekonomik durumu ele alınmakta, ardından değişiklik gösteren siyasal dinamiklere koşut olarak kültürel ortamdaki gelişmelere odaklanılmaktadır.

A. 1950-1960 Arası Dönemde Türkiye’de Siyasal ve Toplumsal Gelişmeler Uzun yıllar Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) iktidarında süren tek parti rejimi, CHP’den ayrılan milletvekillerince kurulan Demokrat Parti’nin (DP) 1950 seçimlerinde oyların yüzde 53’ünü alarak iktidara gelmesiyle son bulmuş ve yeni bir siyasal dönem başlamıştır. DP, ülke yönetiminde önceliği ekonomik kalkınmaya vermiş ve CHP’nin son dönemlerinde izlemeye başladığı liberalleşme politikalarına hız kazandırarak bu politikaların geniş kitlelerce benimsenmesi için çalışmıştır. Ancak 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren DP, eleştirilere ve muhalif fikirlere yönelik baskısını büyük ölçüde artırmış ve bu baskı ortamı, düşünce tarzı, yaşam biçimleri, dolayısıyla kültür ve sanat etkinlikleri üzerinde etkili olmuştur.

(18)

DP ilk olarak, baskı yönetiminin sona erdiği, gerçek demokrasinin

kurulduğuna yönelik söylemiyle CHP döneminin baskıcı uygulamalarına son vermeye odaklanır. DP’nin iktidara geldiği yıl içinde Arapça ezan yasağı kaldırılır; Nâzım Hikmet’in de yararlandığı bir genel af yasasıyla CHP döneminde işlenen bütün suçlar affedilir ve basın yasasında demokratikleştirici düzenlemeler yapılır. DP hükümetinin temel hedefi, burjuvazinin önünü açan düzenlemeleri gerçekleştirmektir. Aynı yıl içinde bazı istisnai mallar dışında dış ticaret tamamen serbestleştirilir ve özel

sermayeyi teşvik amacıyla Türkiye Sinai Kalkınma Bankası kurulur (“Demokrat Parti Dönemi” 1941). Dünya kapitalist sistemiyle bütünleşme sürecini hızlandıran bu adımlar, dış politikada da ABD’nin başını çektiği emperyalist sisteme eklemlenmeyi beraberinde getirir. Nitekim, 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki soğuk savaş döneminde Türkiye, ABD tarafında olmuştur.

1954 yılı başlarında Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın çıktığı 52 günlük ABD gezisi, ABD-Türkiye ittifakının, özellikle basında yankı bulması için iyi bir fırsat olur. ABD başkanı Eisenhower, Türkiye’yi “Amerika’nın en büyük dostu” olarak

tanımlarken, Bayar da ABD kongresinde yaptığı bir konuşmada Türkiye’nin batı blokuna kayıtsız şartsız bağlılığını ifade eder (“Demokrat Parti Dönemi” 1941). Uluslararası arenada bu “birlik ve beraberlik” mesajları verilirken, iç politikada da anti-komünizmin tırmandırılmasına zemin hazırlayan uygulamalara girişilir. Türkiye ile ABD arasındaki çıkar ilişkisini, yazar Haluk Gerger, “Soğuk Savaş ve Türkiye” başlıklı makalesinde şöyle ifade eder:

‘[H]alk oyu’ ile iktidarda kalabilen egemen blok, ‘kalkınmacı’ felsefesiyle kitleleri tatmin gereğini daha fazla duyuyor, bu ise ‘yardım’ gereğini ve dolayısıyla da bağımlılığı daha da artırıyordu. Daha çok yardım içinse, Türkiye’nin stratejik önemi (bedeli) daha da

(19)

artmalıydı, yani Türkiye daha çok soğuk savaşçılık yapmalıydı. [….] Savaşın gerekleri olarak antikomünizm ve antisovyetizm, Amerikan yaşam biçiminin yüceltilmesiyle beraber toplumsal vicdana

nakşediliyor[du]. (1943)

Dış politikadaki bütün bu gelişmeler bir tarafa, 1950’lerin başı, Menderes döneminin altın yıllarıdır. DP 1950-1954 arasındaki icraatları sayesinde—özellikle traktör sayılarındaki önemli artış ve tarımsal krediler—çiftçi kesimin büyük desteğini alır. Öte yandan, limanlar, barajlar, köprüler, köy içme suları, kent düzenlemeleri gibi hizmetlerle “Türkiye adeta şantiyeye dönüşür” (Yücel 15). Dört yıl içinde, 1950-1953 arasında Türkiye, yılda yüzde 13’lük görülmemiş bir ekonomik büyüme yaşar

(Ahmad 141). 1950-1954 döneminde milli gelir artışı yüzde 38.9 gibi yüksek bir orana ulaşır. 1946-1955 arasında Türkiye’de toplam ekili alanlar 9.5 milyon hektardan 22.4 milyon hektara genişlerken, aynı dönemde nüfus %20 artış gösterir (“Demokrat Parti Dönemi” 1943). DP döneminde gerçekleştirilen önemli projelerden biri de yaygın bir karayolu şebekesi oluşturmaktır. ABD’nin mali ve teknik yardımı

sayesinde Türkiye’de asfalt yollar 1950-1960 yılları arasında 1642 kilometreden 7049 kilometreye çıkarılır (Ahmad 140).

Makineleşmeyle birlikte Türk tarımının temel yapısında köklü değişimler yaşanır. 1948 ile 1962 arasında traktör sayısı 1750’den 43.747’ye, biçerdöver sayısı 1994’ten 6072’ye çıkar (Ahmad 141). Bu durum, toprak ağalarının toprağını ekerek geçimini sağlayan topraksız köylülerin işsiz kalmasına neden olur. Köyden büyük kentlere göç başlar ve büyük kentlerin merkezlerine yakın bölgelerde ilk gecekondular görülür. Yalnızca Ankara’da 1950 yılında 12 bin olan gecekondu sayısı 1960 yılında 70 bine ulaşmıştır. Gecekonduda yaşayan nüfusun kentli nüfusa oranı 1950’de yüzde 21.8’ken, 1960 yılında yüzde 56’ya yükselmiştir (Tekeli ve Gülöksüz 1234). 1950’de

(20)

ülke nüfusunun 15 milyonu (yüzde 75) köylerde, 5 milyonu (yüzde 25) ise şehirlerde yaşamaktadır. 1960’ta köylerde yaşayanlar 19 milyona (yüzde 68), şehirlerde

yaşayanlar ise 9 milyona (yüzde 32) çıkar (Akşit 1947).

“Kalkınmacı” perspektiften bakıldığında kısmen “olumlu” sayılabilecek bu gelişmelerin sonucunda DP, 1954 yılında yapılan seçimlerden, yüzde 56.6 (Ahmad 141) gibi yüksek bir oy oranıyla galip çıkar. Öte yandan, DP hükümeti aldığı yüksek oy oranına ve meclisteki gücüne dayanarak iktidarını mutlaklaştırmaya yönelik düzenlemelere girişir. Baskıcı rejimden en çok muhalif basın organları etkilenir. Eylül-Kasım 1954 döneminde, aralarında Hüseyin Cahit Yalçın ve Bedii Faik gibi yazarların da bulunduğu birçok gazeteci, para ve hapis cezalarına çarptırılır. DP’nin otoriterleşen politikasına karşı etkin bir muhalefet sergileyemeyen CHP de, saygın Kemalist aydınlardan olan bu yazarların saldırıya uğraması karşısında muhalif tavrını ortaya koyar. Bunun üzerine birçok CHP toplantısı yasaklanır; partinin bazı kongreleri polisçe dağıtılır. CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, Zonguldak’ta yaptığı bir

konuşmasından ötürü tutuklanır ve bir günlüğüne hapsedilir (“Demokrat Parti Dönemi” 1951-52).

1954-1957 yılları arasındaki üç yıllık süre, Demokrat Parti’nin en fırtınalı ve en tartışmalı dönemi olmuştur. DP’nin muhalif kesime yönelik gittikçe artan baskı dozu bir yana, “1950’den beri siyaset sahnesini yönlendiren millet, siyasetteki belirleyici rolünü giderek sermayeye bırakmıştır” (Ahmad 138). Ancak 1950-1954 döneminde gerçekleşen sermaye birikimi sanayiye değil, lüks tüketime ve bir ölçüde ticaret sermayesine yönelir. 1954 seçimlerinden sonra “birçoğu siyaset amaçlı, rastgele yapılan yatırımlar, dağıtılan krediler enflasyona, döviz darboğazına, mal kıtlığına” yol açar (Akşin 216). Aynı yıl içinde ekonomik büyüme oranının yüzde 9.5’e düşmesiyle durgunluk belirtileri kendini gösterir (Ahmad 141).

(21)

Öte yandan, 1955 yılına 6-7 Eylül olayları damgasını vurur. Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığına ilişkin bir haber gazeteler aracığıyla kısa sürede Đstanbul’a yayılır ve azınlıklara yönelik şiddet yüklü eylemler baş gösterir.

Ermenilerin, Yahudilerin ve Rumların evleri ve iş yerleri yağmalanır. Sonradan, Atatürk’ün evinin bombalandığı haberinin asılsız olduğu anlaşılır. Adnan

Menderes’in, 27 Mayıs 1960’ta, ordu yönetime el koyduğunda kurulan Milli Birlik Komitesi’nce yargılandığı zaman suçlu bulunduğu maddelerden biri de 6-7 Eylül olayları olacaktır. O dönemin genç edebiyatçılarından Demir Özlü, 6 Eylül günü yaşananları, Türkiye’nin Çıplak Tarihi adlı derlemeye verdiği yazıda şu sözlerle anlatır:

Tünel tarafında ellerindeki kancalarla kimi dükkânların kepenklerini parçalamaya çalışan insanlar gördüm. Galatasaray’a doğru kalabalık arttı. Rumlara ve kimi öteki Hıristiyanlara ait dükkânların vitrinleri kırılıyor, içlerindeki eşyalar caddeye fırlatılıyordu. [….] Đstiklal Caddesi’nde ellerinde bayraklarla topluluklar halinde dolaşan kalabalıklar kiliselere saldırıyor, çanlarını sökmeye çalışıyor, tahta bölümlerini yakıyorlardı. [….] Đktidar iki gün sonra, mala karşı olan saldırılardan yararlanarak, bu olayı “komünistler”in düzenlediğini öne sürdü. [….] Aziz Nesin, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Faik Muzaffer Amaç gözaltına alınarak Harbiye’nin bodrum katına atıldılar. Đktidar onların idamını istiyordu. (47-48)

Bu olaylardan sonra ilan edilen sıkıyönetim, kısa sürede pek çok yasağın uygulanmasına neden olur. Alpay Kabacalı, “Türkiye’de Basın Sansürü” başlıklı yazısında sıkıyönetimin o günlerde koyduğu ilk yasakları şöyle sıralar: “Halkı heyecanlandıracak haberler yayımlamak; hükümeti tenkid etmek; hükümet

(22)

çalışmalarını etkileyecek nitelikte yazılar yayımlamak; sıkıyönetim çalışmalarıyla ilgili haberler vermek; NATO devletleriyle ilgili haberler yayımlamak; darlık, kıtlık ve yokluk haberleri vermek; 6-7 Eylül olaylarını komünistlerden başkalarının

yaptığına ilişkin yazı ve yorumlar yayımlamak” (964-65). Üstelik, bu yasakların yanı sıra, kişiye ve duruma özel bazı yasaklamalar da getirilmiştir. Örneğin, bunlardan biri şudur: “Afyon kaçakçılığı suçuna iştirakten sanık Malatya Emniyet Amiri Recai Dayıoğlu ve arkadaşları hakkında yayın yapılması yasaklanmıştır (4 Haziran 1955)” (Kabacalı 965).

Demokrat Parti 1956 yılında üniversite kesimine ve Kemalist aydınlara yönelik baskısını daha da artırır. Mayıs-Haziran 1956’da 23 üst düzey yargıç ve Yargıtay üyesi emekli edilir; içeriği tamamen iktidarın takdirine bırakılan yeni yayın yasakları getirilir; altı ay mahkûmiyet alanların gazetecilik yapamayacağı hükme bağlanır. Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanı Turhan Feyzioğlu, okulun açılış konuşmasında söylediği “nabza göre şerbet vermeyiniz” sözlerinden dolayı görevinden alınır. Bunun üzerine öğrenciler bir süre dersleri boykot ederler; beş öğretim üyesi (Doç. Dr. Muammer Aksoy, Doç. Dr. Aydın Yalçın, Doç. Dr. Münci Kapani, Dr. Coşkun Kırca, Dr. Şerif Mardin) istifa ederler (“Demokrat Parti Dönemi” 1953).

Öte yandan DP iktidarı, Đslami kesime karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı tavizler vermeye başlar. Tek parti iktidarının kuruluş döneminden itibaren devlet politikasını belirleyen Kemalist ideoloji karşısında kimliklerini korumaya çalışan Đslami cemaatler ve tarikatlar, DP’nin CHP karşıtı söyleminden güç alarak siyasette ağırlıklarını duyurmaya başlarlar. Bu tavizler sonucunda, Demokrat Parti bu kesimin oylarını da garantiye alacaktır.

(23)

1957 yılında yapılan seçimi yine DP kazanır, ancak DP’nin oyları azalmıştır (yüzde 47.7). Buna rağmen DP’nin muhalif fikirlere ve eleştirilere olan

tahammülsüzlüğü daha da artar. Milletvekillerinin hükümete ve bakanlara soru

yöneltme hakları kısıtlanır; Meclis Başkanının milletvekillerine verebileceği meclisten çıkarma cezaları artırılır (“Demokrat Parti Dönemi” 1954).

1956-1959 yılları arasında enflasyon tırmanır ve ekonominin büyüme oranı da yüzde 4 gibi vasat bir düzeye iner. Artan enflasyon ve şiddetli bir döviz krizinden kaynaklanan ekonomik durgunluk nedeniyle Menderes daha popülist siyasetler izlemek zorunda kalır. 1958’in sonunda muhalifler ve kendisini eleştirenler de dahil olmak üzere herkesi hükümetin arkasında birleştirmek için bir “Vatan Cephesi” oluşturarak yeniden otorite kurmaya çalışır. Bu cepheye katılmayı reddedenler de “bölücü” olarak damgalanırlar (Ahmad 138). Öte yandan, Türkiye’ye dış yardım akışının yavaşlamasıyla ciddi bir kaynak yetersizliği sorunu gündeme gelir.Temel tüketim maddelerine yapılan yüzde yüze varan zamlar bu bunalımı aşmak için yeterli olmaz ve ABD ile Batı Avrupa sermayesinden alınan borcun koşulu olarak “4

Ağustos Kararları” alınır. Bu kararlar sonucu kabul edilen “istikrar programı” ile Türkiye ekonomisinin emperyalist sistemle bütünleşme düzeyi artar. Örneğin, 1959 yılının sonlarına doğru Türkiye’de bir ABD füze üssünün kurulacağına dair bir anlaşma imzalanır (“Demokrat Parti Dönemi” 1954).

Ancak, DP iktidarının son günlerinde ihtiyaç duyduğu dış kredileri kendisine vermemekte kararlı davranan ve iktisadi bunalımın içinden çıkılmaz bir hâl almasına neredeyse seyirci kalan ABD ve öteki Batılı devletler, Menderes’in, sermaye açığını kapatmak üzere SSCB ve Doğu Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmek ve

(24)

DP’den çekerler. Ancak Menderes, SSCB ziyaretini gerçekleştiremeden, 27 Mayıs 1960’ta ordu yönetime el koyar.

Menderes döneminde, o zamana kadar politikanın uzağında tutulan kitleler politikayla ilgilenmeye başlarlar. DP milletvekillerinin niteliği, hükümetin hemen hemen her alandaki politikalarının değişeceğinin ipuçlarını vermektedir. Bu

milletvekillerinin yaş ortalamaları düşüktür, seçim bölgelerini daha iyi tanımaktadırlar ve bu bölgelerle daha köklü ilişkilere sahiptirler. Çoğu yüksek öğrenim görmemiştir ve ticaret ile uğraşmaktadır. Muhalefet partisi CHP milletvekillerinden en önemli ayrımları da bürokrat veya asker kökenli olmamalarıdır.

Bu dönem, iktidarı kaybeden bürokrasi ile iktidara el koyan yerel burjuvazinin çatışma dönemi olarak tanımlanmaktadır. Gencay Şaylan’ın, “Cumhuriyet

Bürokrasisi” başlıklı yazısında belirttiği gibi eşraf, 1950’den sonra siyasal iktidar üzerindeki doğrudan denetimini artırır ve bu durum da bürokrasinin iktidar bütünlüğünün erimesi anlamına gelmektedir (301).

DP, “Soğuk Savaş” döneminde müttefikini seçerek cephede yerini alır. Başlangıçta, alınan dış yardımlarla her şey yolunda gibidir. Ancak dış politika kararlarını uygularken korumasız ve güvensiz hareket etmek, kısa sürede birtakım olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Feroz Ahmad, DP’nin temel yanılgısını şu sözlerle vurgular:

DP genel başkanı Adnan Menderes, Türkiye’nin sadece ekonominin ve toplumun üzerindeki bürokratik kısıtlamaları kaldırarak ve Batı’dan gelen rüzgârlara bütün kapıları açarak aradaki mesafeyi

kapatabileceğine safça inanıyordu. Türkiye o sırada yaşamakta olduğu tecrit durumunu terk etmek ve artık Washington’un önderlik ettiği

(25)

savaş sonrası dünya sistemiyle mümkün olduğu kadar kısa süre içinde bütünleşmek zorundaydı. (139)

Ahmad’a göre CHP’nin de benzer fikirleri vardır ve iktidardan ayrılmadan bu hedeflere ulaşmak için gerekli adımları atmaya başlamıştır; ancak iki yaklaşım arasındaki temel fark, Menderes’in bu yola hiçbir tedbir almadan girmek istemesidir (139).

B. 1950’li Yıllarda Türkiye’de Kültürel Ortam

Đkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Sovyetler Birliği ile ABD arasında başlayan soğuk savaş, Türkiye’yi de içine alarak önemli siyasal, toplumsal ve kültürel

değişimlere neden olmuştur. Türkiye’nin bu savaşta Amerika’nın yanında yer alması ve Amerika’nın çıkarlarını gözetmesi sonucu ülkede güçlü bir “Amerikan rüzgârı” esmiş, liberal politikalarla “kalkınmacı” siyasete ağırlık veren Demokrat Parti’nin iktidarda olması da bu rüzgârın etkisini güçlendirmiştir. Yazar Murat Belge, o dönemde günlük hayatta yaşanan değişimleri şöyle dile getirir:

Enflasyonist politika, ülkenin bütününde tüketimi hızlandırdı. Bürokrasinin eski maddi gücünü azaltırken, ekonomik kazanç ve tüketim alanına yeni kesimleri sürdü. Paranın bollaşması, çeşitli halk kesimlerinin de hayat standartlarını yükseltti. [….] Böylece tüketime karşı geleneksel muhafazakâr ideoloji de değişti. Aynı dönemde radyonun yaygınlaşmasından her çeşit eğlence yerinin bollaşmasına kadar, günlük hayata katılan pek çok yenilik oldu. (“Türkiye’de Günlük Hayat” 846)

(26)

1950-1960 yılları arasında, Amerikan yaşam tarzı ve kültürü Türkiye’yi kuşatmaya başlar. Dönemin öykücülerinden Demirtaş Ceyhun, bu yıllarda etkisini gösteren Amerikancı eğilimi şöyle anlatır:

Kitapçı vitrinlerini “Komünist Cehennemden Geliyorum”, “Hürriyeti Seçtim” türü kitaplarla birlikte, Amerikan edebiyatı ve kültürüyle ilgili kitaplar pıtrak gibi sarmıştı birden. [….] [B]u kitaplar, bu şiirler, bu oyunlar ile […] yaşamımıza bodoslama dalmış Tommiks, Texas vb. çizgi romanlar sayesinde Amerikan tarihini, Kuzey-Güney Savaşı’nı, başkanlarının öykülerini, Rockefeller’in, Henry Ford’un nasıl zengin olduklarını, […] Hollywood yıldızlarının özel yaşamlarını kendi insanımızın öykülerinden, tarihimizden, coğrafyamızdan bile daha iyi öğrenmişti gençlerimiz kısa sürede. Kurdukları düşler uğruna

Amerika’ya kaçmaya çalışırken gizlice girdikleri gemilerin

ambarlarında yakalanmış gençlerin haberleri gazetelerimizden eksik olmuyordu artık. (20-21)

Karayolu politikası, kapitalist dolaşımla birlikte kültürel dolaşımı da

hızlandırır. Belge’nin belirttiği gibi, yeni yetişen zenginlerin çeşitli ihtiyaçlarına cevap veren bir gazino kültürü de o sıralarda şekillenmeye başlar. “Amerika’nın ‘caz çağına’ benzer bir israf, lüks ve gösteriş” dönemi o yıllarda kendini gösterir (“Kültür” 1302).

“Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız” vaadiyle ilericiliği savunduğunu öne süren DP, bir taraftan da Kemalist devrimlerin sonucu olarak yürürlüğe giren kimi uygulamaları iptal ederek bu “ilerici” tavrının niteliğini ortaya koyar. Türkçe okunan ezan yeniden Arapça okunmaya başlanır; Ceyhun’un belirttiği gibi “Genelkurmay Başkanlığı” yerine “Erkân-ı Harbiye-yi Umumiye Riyaseti”, “Sağlık Bakanlığı” yerine “Sıhhat ve Đctimai Muavenet Vekaleti” denir; “ekim, kasım, aralık, ocak”

(27)

aylarının adları “teşrinievvel, teşrinisani, kânunuevvel, kânunusani” olarak yeniden Osmanlıcalaştırılır (12).

Demokrat Parti ile birlikte yazarların ve sanatçıların devletle olan ilişkilerinde de önceki döneme göre çarpıcı değişimler fark edilir. Murat Belge, 1950’li yılların kültür ortamına değindiği yazısında bu değişimi şöyle açıklar: “[E]litist anlamda kültüre katkıda bulunan kimseler, yazarlar, düşünürler ve sanatçılarla iktidarın arası açılmaya başladı. Bundan önceki dönemlerde ancak tek tük muhalif sanatçı görülür, hemen hemen bütün kültür ve düşünce adamları devlet içinde istihdam olunurken, 50’lerden sonra bu özellik de değişmeye yüz tuttu” (“Kültür” 1302). Cumhuriyet devrimleriyle oluşan aydınlanmacı ideolojiyi içselleştirmiş aydın çevreler, yazarlar ve sanatçılar, büyük demokratik vaatlerle iktidara gelen DP’nin birkaç yıl içinde “çark ettiğini” ve anti-demokratik tutumlar sergilediğini görürler. Dönemin önemli bir öykücüsü olan Nezihe Meriç, bu yazarların yaşadığı tedirginliği şöyle anlatır:

Büyük bir uyanış olmuş, çeşitli devrimlerle büyük bir aydınlanma başlatılmıştır. [….] 1940’lara gelindiğinde bu coşku sürmektedir. 1950’lerde ise, coşku değişime uğramıştır. Artık hem artısı, hem eksisi vardır. Önce, kurulan cumhuriyetin getirdiği değerlerin onurunu taşıyan, eğitilmiş, bilgilenmiş, bilinçlenmiş—öyle ya da böyle—bir kişiliğin halen sürmekte olan coşkusudur bu. Sonra, bu değerlerin ucundan kıyısından, orasından burasından verilmeye başlayan ödünlere karşı duyulan bir hırsın, bir başkaldırmanın, bir karşı koymak,

durdurmak isteminin getirdiği coşku gelir. (Soruşturma Yanıtları 25) Bütün bu olumsuz gelişmelerin ve baskı ortamının yanı sıra, 1950-1960 yılları arasında hemen hemen bütün sanat dallarında, edebiyatta ve basın dünyasında bir “şahlanmanın” yaşandığı gözlemlenebilir. 1950 öncesinde, Türkiye’yi “temsil

(28)

edebilecek” bir basının varlığından söz edilemez; zira o yıllarda Türkiye’deki gazetelerin toplam satışı 150 bin civarındadır (Özükan 229). Karayolları, köyleri kasabalara, kasabaları da kentlere bağlamaya başladıkça, kente giden köylü nüfus gazeteyi köye taşımaya başlar. Artık köyde “eskiden hiç olmayan yazılı

haberleşme”den söz edilebilir. Bülent Özükan’ın belirttiği üzere, özel girişimin devlet tarafından desteklenmesi sonucu rekabetin artması ve bu rekabetin de “reklam”ı başlatması basının gelişimini hızlandırır (230). Matbaacılıkta teknolojik gelişmelerin yaşanması sonucu “dev rotatifleriyle Simavi’lerin, Karacan’ların” devri başlar. 1950’lerin ikinci yarısında Türkiye’de satılan gazete sayısı 500 bine ulaşır (230). Üstelik, 1950-1960 arası dönemde okuryazarlık oranlarında önemli artışlar söz konusudur: 1950’de yüzde 32.4 olan okuryazarlık oranı, 1960’ta yüzde 40’a yükselir (Çavdar 1560). Bu yükselişle orantılı olarak sanat dünyasında da bir çeşitlenme ve zenginleşme göze çarpar. Sanatçılar, daha önce hiç olmadığı kadar Batılı kaynaklara yönelir ve orada yaşanan sanatsal yenilikleri uygulama çabasına girişirler. Bir yandan gelenekle mücadele edip geçmişi eleştirel bir gözle değerlendirirken, bir yandan da Batıda etkili olan akım ve kuramlara kapılarını açarlar. Sanatta ve edebiyatta

“ulusallığın” ölçütleri tartışılmaya başlanır. Türkiye’nin yanı sıra dünyadaki siyasal ve toplumsal gelişmelerin de etkisiyle değişmeye yüz tutan anlayışlara ters düşmemek için, geleneğin izinden gidilerek “kurumsallaşmış” olan sanatın ve edebiyatın “dışında” yeni anlayışlar filizlenmeye başlar.

Güzel sanatlar alanında yaşanan gelişmeler de bu yöndedir. Sezer Tansuğ, Türk Resminde Yeni Dönem adlı yapıtında Türk resim sanatında yeni bir dönemin habercisi olarak gördüğü 1950’li yıllarda resim sanatında görülen değişimleri araştırır ve şu sonuçlara varır:

(29)

Sosyo-ekonomik yapının liberalleşmesi çabalarına paralel olarak sanatsal davranışların ve üslup değerlerinin bireysel özellikler

kazanması. Resimsel temaların seçiminde sanatçıların iç dünyaları ve kişisel yaşantılarına ilişkin gerçekleri ön plana almaları. Dıştaki doğal ve toplumsal çevrenin aktarılmasında öznel yorum haklarının serbestçe kullanılmaya başlanması. [….] Ülkede resimsel üslup etkinliğinin sanat eğitimi yapan kurumlar dışında gerçekleşmesi. Figüratif ve soyut eğilimler alanında ortaya konan alternatif üslup çabalarının yeni teknikler ve çeşitli malzeme kullanımıyla farklılaşan yeni boyutlara yönelmesi. Liberalleşme ve serbest piyasa ekonomisinin geçerlilik kazanması sonucunda resmin bir meta olarak yatırım ve sanatsal değer ikileminden oluşan yeni bir kültürel boyut kazanması. (12)

1950’li yıllarda sanatçı ve sanat yapıtı sayısının çoğalmasıyla birlikte

toplumun değişik kesimlerinin resim sanatına ilgisinde belirgin bir artış gözlemlenir. Gazete ve dergilerde resimle ilgili yazılar ve eleştiriler çoğalır, kuramsal tartışmalar gündeme gelir. Güncel Batılı sanat akımlarına, soyut ve non-figüratif resme yönelik ilgi, çalışmalarını bir süre yurtdışında sürdürüp ülkeye geri dönen ressamların da etkisiyle giderek artar. Bazı ressamlar, geleneksel Türk sanatının bazı öğelerini kullanarak deneysel çalışmalara yönelirler. 1950-60 yılları arasındaki dönem, Batılı bazı düşünce akımlarının irdelendiği, sanatçıların bu akımlardan yoğun olarak etkilendiği ve hemen hemen her sanat dalında, ulusal algıdan sıyrılmaya başlayıp uluslararası olma çabasına girdiği bir dönemdir.

Bu yıllarda “özel galeriler” sanat yaşamına girmiş ve kişisel sergiler artış göstermiştir. Sanatın bir yatırım aracı olarak görülebileceği de ilk kez bu yıllarda anlaşılmıştır. Zeynep Yasa Yaman’ın “1950’li Yılların Sanatsal Ortamı ve ‘Temsil’

(30)

Sorunu” başlıklı makalesinde belirttiğine göre, bu yıllarda Đstanbul’un en önemli sanat galerisi, 1951’de Adalet Cimcoz’un açtığı Maya Sanat Galerisi’dir. Galeri hem

Đstanbul’un entelektüel yaşamına katkıda bulunmuş hem de öncü sanatın, “soyut sanat” sergilerinin önemli bir mekânı olmuştur (122). Her ne kadar sadece dört yıl gibi kısa bir süre açık kalmış olsa da, bu galeri, hem düzenlediği sergiler hem de yarattığı kamuoyu açısından çok ses getirir ve Đstanbul sanat ortamında hatırı sayılır bir yer elde eder. Neredeyse bir kültür merkezi gibi çalışan galeri sadece plastik sanatlarla uğraşanları değil, Melih Cevdet, Sait Faik, Orhan Veli gibi edebiyatçıları ve Semih Balcıoğlu, Altan Erbulak gibi karikatür dünyasının saygın isimlerini de bir araya getirir (Çalıkoğlu 239). Kendini finanse edemediği için 1955 yılında kapanmak zorunda kalan Maya Sanat Galerisi’nde sadece resim değil, heykel, karikatür ve seramik sergileri de açılmıştır. Sezer Tansuğ’un belirttiğine göre, özel sanat

galerilerinin sayıca ya da nitelikçe varlıklarını duyuramadıkları bir dönemde, yabancı misyonerlerin sergi salonları, öncü sanatçıların yapıtlarını sergileme olanağı

buldukları mekânlar olmuşlardır. Maya Galerisi’nin boşluğunu da Türk-Alman Kültür Derneği doldurmuştur (18). 1950-1960 yılları arasında güzel sanatlar dünyasındaki üç önemli sözcük “galeri”, “sergi” ve “koleksiyonculuk” olarak belirlenecektir.

Türk ressamların sergilerindeki artışın yanı sıra, Türkiye’de uluslararası düzeyde düzenlenen sergilerin de artış göstermesi, çağdaş resim sanatını özgün yapıtlardan izleme olanağı yaratmıştır. Ayrıca, Paris, Münih ve New York gibi Avrupa ve Amerika’nın sanat merkezlerine gidip yerleşen sanatçıların sayısında bir çoğalma yaşanır.

Zeynep Yasa Yaman’a göre, vurgulanması gereken bir nokta da 1950’li yıllarla birlikte ABD’nin Türkiye’nin kültürel ve sanatsal yaşamında etkin olması, ancak Amerika’nın küreselleştirdiği bu sanatsal söylemin ve etkilerin Türkiye

(31)

ortamına büyük ölçüde yine Paris üzerinden ulaşmasıdır (111). 1950’leri meşgul eden en önemli mesele “non-figüratif” ve “soyut sanat” etrafında şekillenen tartışmalar olmuştur. Türkiye’nin, Batıda ortaya çıkan sanatsal yenilikleri hep “gecikerek” izlediği, sanatçıların yapıtlarını bu “gecikmişlik” duygusuyla ortaya çıkardıkları söylenir. Oysa, yaklaşık 1950-1960 yıllarını kapsayan 10 yıllık bir süreçte Türkiye’de çok etkili olan “soyut sanat” akımı zamanlama olarak Avrupa ve Amerika’daki oluşumlarla örtüşmektedir (Yaman 126).

Ancak, soyut sanat “moda”sının yol açtığı ressam kalabalığına akademi ve kurumsallaşmış sanatın temsilcilerinden pek çoğu gibi Nurullah Berk de tepkilidir: “Tabiatı âlelade objektif ve realist bir teknik içinde görmek ve resmetmekten aciz kimseler, tuvalin ötesine berisine yuvarlaklar ve kareler yaparak kendilerini aldatmak ve bakanları zehirlemekle meşgul[dürler]” (alıntılayan Yaman 115). Bazı dergilerde de “yeni sanat”ı hedef alan yazılar yayımlanır. Örneğin Güzel Sanat adlı bir dergide Hikmet Bozkurt şöyle demektedir: “Yeni sanatın amaçsızlık olduğunu düşünenler, soyut sanatı savunanların, yıkmak istedikleri şeyin yerine neyi koyacaklarını bilmediklerini savlamaktadırlar. Sanatı ve kültürel gelenekleri yıkmak isteyenlerin çevrelerinde duyumsadıkları ‘boşluk’tur” (alıntılayan Yaman 128).

Bu yıllarda, edebiyatta görülen “köy edebiyatı-yenilikçi edebiyat”

ayrışmasının bir benzeri de resim sanatında görülür. Soyut ve figürsüz çalışmaların yanı sıra kırsal yaşama ve doğaya ilişkin çağdaş yorumlar ve çağdaş anlatım

yöntemleri araştırılmaya başlanır. Nuri Đyem, Đbrahim Balaban ve Turgut Zaim gibi isimler çalışmalarında köy yaşantısını konu alırlar. Yaman’ın belirttiği üzere “nahif resimler, eğitimsiz ressamlar 1950’lerde ilgi görmeye başlamıştır” (119). Bu ressamlar içinde en çok ilgi çeken isim kuşkusuz Đbrahim Balaban’dır. Gerçi dönemin “soyut sanat” eğilimine uzak duran ve non-figüratif sanatı “resim yapmasını bilmeyen sanat

(32)

heveslilerinin sığındığı bir biçim dili olarak” (Yaman 113) gören akademi, köyde yetişmiş olan Balaban’a da epey mesafelidir. Ancak Balaban ve onun çok iyi tanıdığı köyü kendine has bir üslûpla yansıttığı resimleri sanat çevrelerinde büyük bir ilgiyle karşılanır.

Bütün bu olumsuz tepkilere ve eleştirilere rağmen, “yeni” bir sanat anlayışının filizlendiği 1950-1960 arası dönem, sanatçıların “özgün ve bağımsız olma”yı

önemsemeye başladıkları bir dönem olmuştur. Nitekim 1950’li yılların bu hareketli ve tartışmalı ortamı içinde yenilikçi eğilimlere sahip sanatçıların vardığı en önemli aşama “üslûpta kişisel özgürlük”tür (Ödekan 572). Her ne kadar sanatçı Batılı kavrayışların etki alanına girmiş olsa da, kendi özgün sanat anlayışına varmayı amaçlar. Gelenekle ve onun savunucularıyla hesaplaşarak özgün bir tarz tutturmak hayli zor olsa da, dönemin başat özelliği sanatçılar arasında böyle bir “kaygı”nın baş göstermesidir. Yaman’ın şu sözlerinden anlaşılacağı gibi 1950’li yıllar genel olarak sanatta, özel olarak resimde yeni bir dönemin başlangıcıdır:

1923-1950 modernizmine karşılık 1950’li yıllar, Türk sanat ortamında köktenci bir başkaldırı ve bireysel bir karşı duruş isteğinin süreci olarak değerlendirilebilir. [….] 1950’lerle başlayan sanatsal çeşitlenme, artan kişisel sergiler, gündemi belirleyen “soyut/non-figüratif”

tartışmaları, sanatçılara ilk kez gelenekle bir başka biçimde hesaplaşma, geçmiş kültürleri gözden geçirme, yeni bir gözle değerlendirme olanağı vermiştir. (130-31)

1950 sonrasında Türk resminde görülen non-figüratif ve soyut eğilimler, Đkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türk heykeltıraşlarını da etkisi altına almaya başlar:

“1940’ların sonlarında devlet bursuyla ya da kişisel olanaklarla birçok sanatçı

(33)

altında kalmışlar, yurda döndüklerinde denemelere başlamışlardır. Ayrıca, dış

ülkelerden gelen sergiler de çağdaş sanat doğrultusundaki gelişimi hızlandırmışlardır” (Ödekan 577-78).

1950-1960 arası dönemde, öteki alanlarda olduğu gibi karikatürde de niteliksel ve niceliksel bir gelişme yaşanır. Kişisel sergilerdeki artış, yalnızca resimle ve

heykelle sınırlı değildir. Örneğin, Adalet Cimcoz’un Beyoğlu’nda açtığı Maya Sanat Galerisi’nde ressamlar ve heykeltıraşların yanı sıra bazı karikatürcüler de sergi açma fırsatı bulurlar. Karikatür alanında yaşanan en büyük gelişme, karikatürü yazıdan arındırma ve anlatılmak isteneni bütünüyle çizgiye dökme çabalarıdır. “50 Kuşağı” karikatürcüleri olarak anılan ve “yazısız” da olsa toplumun sorunlarını başarıyla dile getiren karikatürcüler, Batı karikatürünü de izleyerek karikatürü “sergilenebilecek bir sanat yapıtı” düzeyine çıkarabilmiş ve eleştirelliklerini sürdürebilmişlerdir. Semih Balcığlu’nun Cumhuriyet’in 75. Yılında Türk Karikatürü adlı çalışmasında belirttiği gibi “şartlandırılmış bir okur kitlesine yazısız karikatürü benimsetmek zor olsa da, 50 Kuşağı karikatürcüleri bunu başarmış ve kalıcı yapıtlar ortaya koymuşlardır” (12-13).

Öte yandan, 1950 sonrasında edebiyatta ve resimde görülen, köy yaşantısını konu alma eğilimi ve “köy gerçekliği”ni idrak etme çabası, karikatürde de karşımıza çıkar. Bu dönemde, o güne dek anılmayan köy sorunu, Hüseyin Mumcu’nun

çizgileriyle basına yansımıştır. 1950’lerde tartışma yaratan kitabı Bizim Köy ile adından söz ettiren Mahmut Makal gibi köyde doğan bir sanatçı olan Mumcu, “karikatür çerçevesi içinde köyün temel sorunlarına ağırlık veren ilk karikatürcüdür” (Balcıoğlu 15).

Görüldüğü gibi, 1950 kuşağı sanatçıları hemen hemen her sanat dalında çeşitli yeniliklere imza atmışlardır. Sinema ve tiyatroda da 1950-1960 döneminde verimli hareketlenmeler dikkat çeker. Sinemada 1950’li yıllara kadar Muhsin Ertuğrul’un

(34)

başını çektiği bir tiyatrocular kadrosu ve tiyatro anlatımı egemen olmuştur. 1950’den sonraki dönemde ise Türk sinemasında Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ, Osman Seden, Memduh Ün ve Atıf Yılmaz gibi sonradan kalıcı olmayı başarmış

yönetmenlerin öncülük ettiği bir “bireyselleşme” eğiliminden söz etmek mümkündür. Bu yönetmenler “popüler konuları öz ve biçim yönünden zorlamaya” çalışırlar. Yapıtlarında elden geldiğince toplumsal temalara yer verirler ve “sağlam bir dramaturji kurma çabası” gösterirler (alıntılayan Tansuğ 144).

Sinema sanatının “gerçek anlamda” oluşmaya başladığı ve “sinemacılar dönemi” olarak anılan bu yıllarda, “tiyatrodan gelme” yönetmenler ya da oyuncular değil, sinemadan yetişmiş ya da sanat hayatına sinemada başlayan oyuncular ortaya çıkar (Ayhan Işık, Türkân Şoray gibi). Sinema eleştirmeni ve tarihçisi Giovanni Scognamillo’nun belirttiği üzere “1949-1959 dönemi anlatım açısından bir

sinemalaştırma, sinema yapma dönemidir” (146). Yılda yirmi, otuz, giderek elli film çekilir. Üstelik “Çevre artık sahne dekorları veya tiyatroya benzer platodaki dekorla sınırlı değildir, gerektiğinde, olanak bulunduğunda, dışarıya, sokağa çıkılmaktadır” (Scognamillo 142-43).

Öte yandan bu yıllar sinema-edebiyat etkileşimi açısından da önemlidir. Birçok yazarın bir ya da birkaç yapıtıyla sinemaya katkısı olmuştur. Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Peyami Safa, Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi yazarların yapıtları sinemaya uyarlanmıştır. Scognamillo’ya göre, bu “furya”nın nedeni “bir taraftan bilinen, tanınan, kimi çok satan yapıtlardan yararlanmak, öte taraftan özgün konu arama sıkıntısından kurtulmak”tır (147).

Yönetmen Halit Refiğ, sinemanın tam anlamıyla oluşmaya başladığı bu dönemi şöyle değerlendirir: “Tek Parti devrinin karakterini çizen Muhsin Ertuğrul sinemasına karşılık, Demokrat Parti’nin iktidara geliş yıllarında başlayan Yeşilçam

(35)

sineması, aynı yıllarda tıpkı siyasetin halka açılışı gibi, sinemanın halka açılışı ve ulusal özellikler taşımaya başlaması bakımından sinema tarihimizde ileri ve olumlu bir adımdır” (aktaran Scognamillo 151). “Halka açılan” sinemanın izleyicileri, bir yandan melodramlar ve edebiyat uyarlamaları izlerken, bir yandan da “köy filmleri”yle ve tarihi filmlerle tanışır.

Sinemanın tiyatronun etkisinden kurtulmaya başladığı yıllarda, tiyatroda da bazı değişimler göze çarpar. Cevat Çapan’ın belirttiğine göre, “Özellikle 1950’de başlayan liberalleşme hareketi ve 1961 Anayasasıyla sağlanan özgürlük ortamı tiyatro sanatının Türkiye’de gelişmesi ve özgünleşmesi için daha elverişli koşullar

yaratmıştır” (alıntılayan Tansuğ 143). Đkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’de tiyatronun çağdaşlaşması sürecinde önemli adımlardan biri, ödenekli tiyatroların yerleşmesinde öncülük eden Muhsin Ertuğrul’un 1950’li yılların başında özel tiyatroları kurumlaştırma girişimidir (alıntılayan Tansuğ 144). Öte yandan, Devlet Tiyatroları’nda sahneye konan tiyatro oyunlarının sayısında ciddi bir artış

gözlemlenir. 1941-1950 yılları arasında toplam 32 oyun sahnelenirken, 1950-1960 yılları arasında bu sayı 147’ye yükselir (Yücel 33).

Sahnelenen oyun sayısındaki artışa koşut olarak tiyatro yazarlığı da “Eleştirel Dönem” olarak anılan 1950-1960 yılları arasında gelişir ve Çetin Altan, Orhan Asena, Necati Cumalı, Refik Erduran, Turgut Özakman gibi sonradan kalıcı olmayı başarmış tiyatro yazarları bu yıllarda ilk ürünlerini verirler. Bu dönemin tiyatro yazınında toplumsal sorunlara ilginin arttığı görülür. Ayrıca işlenen konular ve irdelenen sorunlarda çeşitlilik dikkati çeker ve özel tiyatro topluluklarında ilk hareketlenmeler görülmeye başlar (Erkoç 9).

Toplumsal gelişmelerden doğrudan etkilenen mimarlık alanında da, 1950 sonrasında bazı yenilikler yaşanmıştır. Birçok yazara göre 1950 yılını çağdaş

(36)

mimarlığa geçişte bir dönüm noktası olarak değerlendirmek gerekir. Cumhuriyet’in ilk döneminde Alman etkisiyle gelişen ve “bölgesel-geleneksel” olarak nitelendirilen ulusal mimarlık anlayışı, 1950’li yıllarda gittikçe zayıflamaya başlar. Artık yeni biçimler aranır ve teknik olanaklar zorlanır. 1950’li yıllarda mimarlık alanında Batıdan yapılan biçimsel aktarmalar egemendir; arayışların ana hedefi Batı ile bütünleşmektir. Cumhuriyet Dönemi Türk Mimarlığı kitabının yazarı Metin Sözen’e göre, 1950’li yıllar Cumhuriyet Dönemi Türk mimarlığında tam bir dönüm noktası sayılmalıdır. Zira 1950 sonrasında pek çok anlayış, üslûp ve düşünce aynı anda ve bir arada varolabilmişlerdir. Sözen’in belirttiğine göre “demokratik döneme geçişle birlikte, bir yandan devletin mimarlık etkinlikleri içinde payının oran olarak düşüşü, öte yandan yeni iktidarların mimarlığa yönelik bir ‘siyaset’ oluşturmadaki

isteksizlikleri yüzünden, artık kamu kesimi ‘piyasa’nın genel eğilimlerini izlemekle yetinmektedir” (277).

Bu yıllarda, dünyadaki ünlü mimarların ürünlerinin benzerleri üretilmekte, yeni yayınlar aracılığıyla bu mimarların ilkeleri benimsenmekte, yoğun şehircilik çalışmaları yapılmakta, bilimsel araştırmaların düzeyi her geçen gün artmaktadır. Batıda gelişen her yeni akım ve eğilim, daha önceki dönemlerdeki gibi gecikerek değil, kısa bir süre sonra Türiye’de yansımasını bulur. Ancak bütün bunlara karşın, Sözen’in vurguladığı gibi “sağlıksız kentleşme, geçmiş değerlerin bilinçsizce ortadan kaldırılmasına yönelik çabalar, sorunları gittikçe büyüyen bir mimarlık ortamını gündeme getirmiştir” (361).

Çok partili döneme geçişle birlikte yeni bir ivme kazanan imar hareketleri, yine büyük ölçüde devlet eliyle yürütülmektedir. Mimar Ersen Gürsel, “geleneksel olan”ı tam anlamıyla “yıkan” bu anlayışın sonuçlarına şu sözlerle değinir:

(37)

Bu dönemde büyük kentlerde başlayan imar hareketleri, geleneksel kent dokularını alt üst etmiş, eski kent merkezleri geniş yollar ve bulvarlarla başlayan operasyonlarla yıkılmıştır. Geleneksel sivil mimari örnekleri hiç tanımlanmadığı gibi, önemsenmemiş ve hatta

modernleşme adına yıkılmaları neredeyse teşvik görmüştür. (15) Batılı akımlardan etkilenmenin çoğu zaman yalnızca biçimsel olduğu görülür. Yani, söz konusu imar çalışmalarında ülke koşulları göz önüne alınmamış ve projeler Batılı ürünlere “benzerlikleri” oranında uygulamaya konmuştur. Ancak, her ne kadar çoğu yazar ve mimar bu “kopyacı” anlayışı eleştirse de, bu dönemde mimarlıkta da diğer alanlarda görüldüğü gibi bir hareketliliğin yaşanması, mimarlık alanında modernleşmenin yolunu açmıştır.

(38)

ĐKĐNCĐ BÖLÜM

1950’LĐ YILLARDA EDEBĐYAT ORTAMI VE ÖYKÜLERĐN YÖN VERDĐĞĐ TARTIŞMALAR

1950’li yıllar, siyasal değişimlerin ve kültürel gelişmelerin yanı sıra edebiyat ortamında da “dışa açılma”yla ivme kazanan bir hareketliliğin ve çeşitliliğin dikkat çekmeye başladığı yıllardır. Bu bölümün ilk alt bölümünde, bu hareketliliğin ve çeşitliliğin boyutları ele alınmakta, edebiyatçıların kamusal alanda varolma

biçimlerine odaklanılmaktadır. Đkinci alt bölümde ise, yenilikçi öykücülere sayfalarını açan belli başlı edebiyat dergilerinde sürdürülen ve yenilikçi öyküyü temel alan tartışmalara değinilmektedir.

A. 1950’li Yıllarda Türkiye’de Edebiyat Ortamı

1950 sonrası edebiyat ortamının en belirgin özelliği çok sesli ve çok yönlü oluşudur. Bir yandan Mahmut Makal’ın 1950 yılında yayımlanan Bizim Köy adlı kitabıyla filizlenen ve köy enstitülü yazarlar ile köyü yakından tanıyan yazarların başlattıkları “köy edebiyatı” hızla yol alırken, diğer yandan da dönemin “olgun” öykücülerinden Oktay Akbal, Sait Faik, Orhan Kemal ve Haldun Taner’in öykü kitapları art arda yayımlanmaktadır. Fakir Baykurt’un dergilerde yayımlanan öykülerini topladığı Çilli adlı kitabı 1955’te ve Yılanların Öcü adlı romanı 1959’da,

(39)

Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanı 1954’te, Yaşar Kemal’in Sarı Sıcak adlı öykü kitabı 1952’de, Đnce Memed adlı romanının ilk cildi 1955’te, Kemal Tahir’in ilk ve tek öykü kitabı olan Göl Đnsanları ile yazarın ilk köy romanı olan Sağırdere 1955’te yayımlanır. Köyü ve köylünün sorunlarını konu alan bu yapıtlar birbiri ardına yayımlanırken, 1950’li yıllarda, öykü alanında bazı

kıpırdanmalar ve tartışmalar dikkat çekmeye başlar. Yaşları 20-25 arasında değişen ve sonradan “1950 kuşağı öykücüleri” olarak anılan isimler, “yenilik” arayışına yönelik başkaldırıcı tutumlarıyla edebiyat dünyasına dahil olurlar ve kimi zaman kendilerinin çıkardığı kimi zaman da kendilerine sayfalarını açan dergilerde, savundukları “yeni” öykü anlayışını somutlaştıran öyküler yayımlamaya başlarlar.

1950’li yıllar, yalnızca öyküde değil şiirde de “yeni”nin peşine düşüldüğü ve “Đkinci Yeni” olarak adlandırılan bir hareketin başladığı yıllardır. Eleştirmen Asım Bezirci, “Đkinci Yeni’nin Özellikleri” başlıklı yazısında, Türkiye’de 1954’ten sonra yeni ve farklı bir şiirin yazılmaya başladığını belirtir (9). “Đkinci Yeni” adı verilen bu şiir anlayışı, eleştirmenler ve şairler tarafından sıkça tartışılmasına ve sınırları belirsiz olmasına rağmen, çoğu yazar ve şairin hemfikir olduğu çağrışımsallık, kapalılık, yoğun imge kullanımı gibi bazı temel özelliklere sahiptir. Bu yıllarda yazılan yenilikçi öykü ve şiirler eş zamanlı olarak okunduğunda, bu özelliklerin yeni öykü anlayışını da belirlediği hemen dikkat çeker. “Đçerik ve biçimce Türk şiir geleneğinden bağları koparmak” niyeti, Bezirci’ye göre Đkinci Yeni’nin özelliklerinden biridir (13). “Đkinci Yeni’nin Kaynakları” yazısında Bezirci, Alemdağ’da Var Bir Yılan eseriyle

gerçeküstücülüğe yönelen Sait Faik’in ve Şişedeki Adam eseriyle soyut bir anlatımı deneyen Feyyaz Kayacan’ın, Đkinci Yeni’nin oluşumunda etkili olduklarını ileri sürer (42). Bezirci, Đkinci Yeni’ye kaynaklık eden şiir akımlarının başında Gerçeküstücülük, Dadacılık ve Simgeciliğin geldiğini belirtir (45). Düşünsel anlamda ise varoluşçuluk

(40)

etkisinden söz eden yazar, bunaltı, bırakılmışlık, yalnızlık, umutsuzluk gibi izleklerin şiirde sıkça görülmeye başlamasını bu etkiye bağlar. Beckett, Camus, Kafka, Sartre gibi yazarların eserlerinin dilimize çevrilmesi yazara göre bu etkiyi beslemiştir (51). Görüldüğü gibi, dönemin yenilikçi öykücüleri ile Đkinci Yeni adı altında “farklı” bir şiir yazan şairlerin kaynakları hemen hemen aynıdır. Yenilikçi şairler ve öykücüler, o yıllarda sıkça tartışılan toplumcu gerçekçiliğin sınırlarını araştırmaya yönelmiş ve bu yönelimin sonucunda, Batıdaki gelişmeleri de izleyerek “şimdi”yi yakalamaya

çalıştıkları yapıtlarında birtakım öz ve biçim yenilikleri denemişlerdir. Öykücü Orhan Duru, kendisiyle yapılan bir söyleşide, o dönemde şiir ile öykü arasında yaşanan etkileşimden şöyle söz eder:

Toplumsal gerçekçi ürünler vermek için ille de köy konuları ya da işçi ve proleter öyküleri yazmak gerektiği kanısında değildik. Kısacası söylev ve slogan yazınından uzak durmalıydık. Düşüncelerimizi, inançlarımızı başka ve değişik yollardan anlatmalıydık. O dönemde bu çeşit düşüncenin bir başka türlüsü “Đkinci Yeni” akımını getirdi şiirde. Bu nedenle bizim öykücülüğümüzle “Đkinci Yeni” arasında derin ve güçlü bir bağ vardır. Arkadaşlarımız arasında “Đkinci Yeni” ozanlar önemli bir yer tutar. (“Orhan Duru ile…” 60)

Şairlerle öykücülerin yan yana olduğu ve bir öykücünün bir şair hakkında ya da bir şairin bir öykücü hakkında yazılar yazdığı, kısaca iki alanın üyelerinin

birbirlerinden epeyce haberdar olduğu bir dönemde bu etkileşimin kaçınılmaz olduğu kesindir. Şair Tuğrul Tanyol ise 1950 kuşağı öykücülerinden Feyyaz Kayacan’ın Sığınak Hikâyeleri adlı kitabının ikinci baskısına yazdığı önsözde bu konuya ilişkin önemli saptamalarda bulunur:

(41)

Sığınak Hikâyeleri’nin yayınlandığı dönem Türk Edebiyatı için çok ilginç bir dönemdir. Bu yıllar dilin, edebiyat yapıtı içinde konuya oranla ağırlık kazandığı bir dönemdir. [….] Bu dönemin hemen başında Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan’la başlayan son dönem öykücülüğü ve Feyyaz Kayacan’ın Şişedeki Adam ve Sığınak

Hikâyeleri yer alır. Türk Edebiyatı’nda öykünün şiiri etkilediği tek dönemdir belki bu. (7)

Kısaca, 1950’li yılların ortalarına doğru şiirde ve öyküde etkileşimli bir şekilde yenilik arayışına girişilmiş ve belirli bir akış kazanarak yerleşik hâle gelen edebiyat anlayışının yanı başında, büyük ölçüde farklılaşmış olan ihtiyaçları tatmine yönelen, dilde ve yapıda yenilenmeyi hedefleyen bir edebiyat anlayışı filizlenmiştir.

Söz konusu hareketlilik, 1950’li yıllarda yalnızca yayın hayatında ve

dergilerde sürdürülen tartışmalarda değil, kamusal yaşamda da görünür hâle gelmeye başlar. Örneğin, ilki 1953 yılında düzenlenen ve dönemin önemli şair ve öykücülerini bir araya getirerek onlara ürünlerini okurlara bizzat sunma ve dolaysız bir biçimde tepki alma fırsatı veren “edebiyat matineleri”, edebiyat yaşamını canlandıran önemli etkinlikler olmuştur. O dönemde genç bir şair olan Hilmi Yavuz bu matineler için şunları söyler: “1950’ler Đstanbul’unun entelektüel yaşamına, ‘Edebiyat Matineleri’nin getirdiği değişikliği vurgulamadan atıfta bulunmak, anlamsız olur. [….] Sait Faik Abasıyanık’tan başlayarak, Haldun Taner’i, Sabahattin Kudret Aksal’ı, Attilâ Đlhan’ı uzaktan da olsa, ilk kez görüyor, seslerini ilk kez işitiyordum” (45). O dönemde yeni yetişmekte olan ve kendinden önceki kuşağın yazarlarıyla bir hesaplaşmaya girmesi gereken bir edebiyatçı için bu matinelerin önemi tartışılmaz. Ülkü Tamer de, bu matinelerin gördüğü ilgiye şu sözlerle dikkat çeker:

Referanslar

Benzer Belgeler

Alınan anamnez bilgileri ve yapılan klinik muayeneler sonucu, evcil ve yabani hay- vanların saldırılarına bağlı olarak oluşmuş trav- ma tanısı konulan toplam

“Nail Çakırhan hem bu efsaneyi mimarlık se­ rüveninin belgelerini hem de Muğla ve Ula yö­ resinin geleneklerini ve sanat zenginliklerini gelecek kuşaklara

Kendilerine, vatanın büyük emelle­ rini, acılarını ve hasretlerini nida e- den güzel manzumeler borçlu oldu­ ğumuz birkaç aruz ve hece şairimizi unutmak

Yavaş yavaş serpiliyor, büyüyor, ay­ nı vekar ve gururu, ciddiyeti muhafaza ediyor, ev sahiplerde müşterek olan bahçeye etraftan gelip duran kediler­ den hiç

Yarışmanın teması, Zeynep Cemali’nin artık birer klasik sayılan roman ve öykü kitaplarından o yıl için seçilen bir cümleye dayanıyor.. Yarışmanın 2021 teması

Bu çalışmada Türkiye’nin dört büyük spor kulübü olarak kabul edilen Beşiktaş JK, Fenerbahçe SK, Galatasaray SK ve Trabzonspor’un resmi web sayfaları analiz edilmiş,

geniş anlamı ise geleneksel ya da modern, kurmaca ya da değil anlatma esasına dayalı tüm yapıtları kapsayan tümel bir adlandırma oluşudur.” (Yivli, 2019: 126) Burada

Bu bakımdan, sadece üniver- sitede ders veren biri olarak değil, sıkı bir öykü okuru ve öykü kitapla- rı üzerine eleştiriler yazan biri ola- rak da öykü/hikâye