• Sonuç bulunamadı

Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Hikâyelerinde Aidiyet Problemi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Hikâyelerinde Aidiyet Problemi"

Copied!
10
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Mehmet Tat

*

THE PROBLEM OF BELONGING

IN MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU’S SHORT STORIES

ÖZ: Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye’de büyük değişimler meydana gelmiş-tir. Savaş ortamının sona ermesiyle birlikte sosyal hayat renklenmeye başlamış, sanayinin gelişmeye başlamasıyla köy ve kasabalardan büyükşehirlere, özellikle de İstanbul’a göçler artmıştır. Fakat Anadolu insanın büyükşehirlere alışması pek de kolay olmamış ve bu insanlar aidiyet problemi ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu durum edebî eserlere de yansımış, birçok yazar ve şair eserlerinde aidiyet problemi temasına yer vermiştir. 1950’lerden itibaren hikâyeler yazmaya başlayan Mustafa Necati Sepetçioğlu da Anadolu insanının aidiyet problemine hikâyelerinde yer veren yazarlardan birisidir. Bu makalede, Sepetçioğlu’nun hikâyelerinde bireylerin mekâna karşı aidiyet problemleri ele alınacaktır.

Anahtar Kelimeler: Hikâye, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Aidiyet Problemi. ABSRACT: Great changes have occurred since the proclamation of the republic of Turkey. With the end of the war, social life and with the development of the industry in villages and towns, the rate of migration to great cities, especially to Istanbul, increased. Yet, it was never easy for Anatolian people to adapt to the urban life, and these people are faced with the problem of belonging. This issue is explored in quite a few literary works by various authors. Mustafa Necati Sepetçioğlu, publishing short stories after the 1950s, is one of these writers that

Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 10, Ekim 2014, s. 103-112. * Arş. Gör., Celal Bayar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

(2)

represent the problem of belonging in his stories. This article, deals with the problem of belonging in Sepetçioğlu’s short stories.

Keywords: Story, Mustafa Necati Sepetçioğlu, the Problem of Belonging. ...

Giriş

Mustafa Necati Sepetçioğlu (1932–2006), Türk edebiyatında daha çok 1970’lerden sonra yazdığı tarihî romanlarıyla tanınmış olmakla birlikte hikâye, tiyatro, makale, inceleme, anı gibi türlerde de pek çok eser vermiştir. Edebiyat hayatına şiir deneme-leriyle başlamakla birlikte ilk olarak hikâyedeneme-leriyle tanınmıştır.

Sepetçioğlu, 1952-1982 yılları arasında elli hikâye yazmıştır. Hikâyelerinin bir kısmı Abdürrezzak Efendi ve Menevşeler Ölmemeli isimli kitaplarında toplanmış; bir kısmı da yayınlandıkları dergilerin sayfalarında kalmıştır. Onun hikâyelerinin mer-kezinde insan vardır ve ona göre hikâye, insanı anlatmalıdır. Türk Sanatı dergisinde kaleme aldığı “Tük Hikâyeciliği ve Hikâyecilerimiz” başlıklı yazı dizisinde bu konudaki düşüncelerini şöyle belirtmektedir:

“Hikâye ne açık bir mektuptur, ne de bir ideolojinin vasıtası. Hikâye insandır. İnsanın sanat adamının dilince tefsiridir... (Hikâyeci) bir ressam gibi tek bir kişi üzerinde çalışa-cak ve cemiyete bu tek kişiden gidecektir. Van Gog’un Matisse’nin ve hatta Picasso’nun portrelerinden, portredeki insanın iç dünyasına ve cemiyetine girmiyor muyuz? Hikâyeci

bunu yapabilmelidir. Fakat bunu yaparken de basit bir fotoğrafçı derecesine inmemelidir.1

Çünkü bir ‘sanat’ eserinin değeri, yazarın insana yaklaşma derecesi ile ve insana verdiği

kıymetle ölçülmelidir. Ancak o zaman hakikî sanat adamı ve sanat eseri ortaya çıkmış olur.”2

Bu düşünce ile insanı her yönüyle ele alıp değerlendiren yazarın hikâyelerindeki temalar; sevgi, aşk, yalnızlık, özlem, maddî sıkıntı, iffet, ölüm, hayatta kalma müca-delesi ve aidiyet problemi olmuştur.

Sepetçioğlu, Abdürrezzak Efendi kitabında doğup büyüdüğü Anadolu coğrafyasına ve Anadolu’nun geçimini çiftçilikle sağlayan “toprak adamı”na yer vermiştir. Me-nevşeler Ölmemeli’de ve çeşitli dergi sayfalarında kalmış hikâyelerinde ise daha çok büyükşehir insanına yer vermiştir. Onun şehirli insanı anlattığı hikâyelerinde en dikkat çekici nokta hikâye kişilerinin kalabalık içinde kendilerini yalnız hissetmeleridir. Bu kişiler aynı zamanda bulundukları mekânda bir yabancılık çekerler. Bu yabancılık birey psikolojisinde birtakım parçalanmalara neden olduğu için bireye aidiyet sorunu yaşatır.

Aidiyet, “ait olmak, bir şeyle aranda fiziksel beraberliğin ötesinde bir ilişki 1 Mustafa Necati Sepetçioğlu, “Türk Hikâyeciliği ve Hikâyecileri”, Türk Sanatı, 1954, S. 26, s. 6. 2 Mustafa Necati Sepetçioğlu, “Türk Hikâyeciliği ve Hikâyecileri II”, Türk Sanatı, 1954b, S. 27, s. 7.

(3)

kurmaktır.”3 Aidiyet duygusu insan olmanın bir özelliğidir. İnsan nasıl havaya, suya,

yemeye içmeye, sevgiye ihtiyaç duyarsa, aynı şekilde bir topluluğa, bir mekâna ait olma ihtiyacı duyar. Bu ihtiyaçlarının giderilmesi insanlara güç, kuvvet verir, mutluluğunu pekiştirir. Aidiyet duygusunun bireyde aynı zamanda bir kimlik oluşumuna da vesile olduğunu Duygu Alptekin şöyle belirtir:

“Bireye yaşama sevinci veren ve bireyde birliktelik ve dayanışma ruhunu harekete geçiren aidiyet duygusu ya da ait olma hâli; insan ilişkilerini anlamada yardımcı olan bir şeye bağlanma ihtiyacına karşılık gelir. Bireylerin doğumla birlikte kendilerini içinde buldukları kimlik bağlarının ve sonrasında kendilerini ait hissettikleri gruplar ile kurdukları sosyal etkileşim ağlarının, kişiliğin gelişiminde rolü büyüktür. Bireylerin kişilik gelişiminde üyesi oldukları topluma olan aidiyetleri ise toplumsal birliğin ve bütünlüğün sağlanması ve sü-reklilik kazanması için gereken ortaklık duygusudur. Bu duygu ortaklığı, bölgesel ortaklık

ve aynı tarihsel geçmişe sahiplik ile bireylerin bir aradalığını anlamlı ve değerli kılar.”4

Kişide öncelikle bir mekâna karşı aidiyet duygusu gelişir. Mekân, bunalmış ruh için bir “sığınma” düşüncesiyle özdeşleştiğinde, somut da soyut da olabilir. Örneğin, Peyami Safa’nın Yalnızız romanındaki gizemli ülke Simerenya, Hâşim’in “O Belde”si nasıl soyut ve düşlenen mekânlarsa, Servet-i Fünûncuların kaçıp sığınmak istedikleri “Yeni Zelanda” veya daha da sınırlandırıp somutlaştırırsak, Tevfik Fikret’in Âşiyan’ı, “dışarı”nın olumsuzluklarına karşı bireyin kendini koruma, sığınma hatta arınma duygularına göre kurgulanmış mekânlardır.5

Aidiyet ve özellikle de aidiyet problemi Cumhuriyet döneminde de birçok yazar ve şair tarafından işlenen bir tema olmuştur. Bu dönemde kırsal kesimlerden büyükşehirlere göçler artmış ve bu durum hem maddî hem de manevî birçok problemi beraberinde getirmiştir. Büyükşehirlere gelen insanların bir kısmı zorluklara katlanarak hayatını devam ettirirken bir kısmı da tekrar geldikleri köylerine ve kasabalarına dönmüşlerdir. Toplumsal hayatı bir esin kaynağı olarak kullanan edebiyat da bu atmosferden etki-lenmiş, birçok yazar ve şair eserlerinde aidiyet problemine yer vermiştir. Necip Fazıl Kısakürek, Ziya Osman Saba, Sabri Esat Siyavuşgil gibi şairlerin ve Mustafa Necati Sepetçioğlu, Yusuf Atılgan, Ferit Edgü, Bilge Karasu, Mustafa Kutlu, Oğuz Atay gibi yazarların eserlerinde aidiyet probleminin farklı motifleriyle karşılaşmak mümkündür.

3 Yeliz Akar, “Fakir Baykurt’un Romanlarında Yabancılaşma ve Aidiyet Sorunu”, Turkish Studies -

In-ternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 6/3 Summer, 2011, s. 1638.

4 Duygu Alptekin, Toplumsal Aidiyet ve Gençlik, İstanbul: Nobel Yayın Dağıtım, 2012, s. 29.

5 Özlem Fedai, “Ziya Osman Saba ve Sabri Esat Siyavuşgil’in Şiirlerinde Aidiyet Duygusu ve Mekân

Düşüncesi”, Turkish Studies - International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 4/8 Fall, 2009, s. 1232.

(4)

Sepetçioğlu’nun Hikâyelerinde Aidiyet Problemi

Mustafa Necati Sepetçioğlu 1950’li yıllardan itibaren memleketi Zile’den ayrı-larak İstanbul’a gelir. Fakat buraya alışması pek de kolay olmaz. Yazar, “Üç Kişiye Bir Şemsiye” başlıklı hikâyesinde bu durumu ifade etmek için sık sık “İstanbul’un Anadolu’ya bakan yabancılığı” tabirini kullanır. Bu yabancılık onun hikâyelerinde aidiyet problemi olarak sıklıkla işlenen bir tema hâline gelir.

Sepetçioğlu’nun “Dönüş”, “Soba Boruları”, “Üç Kişiye Bir Şemsiye”, “Menevşeler Ölmemeli” ve “Tahtakurusu” başlıklı hikâyelerinde karşımıza çıkan aidiyet problemi hikâye kişilerinin bulundukları mekânlardan kaçma isteklerini kamçılar. Bu hikâyelerin tamamında kaçılıp ulaşılmak istenen yer hikâye kişilerinin memleketleridir. Bu mem-leketi Anadolu, kaçılan yeri de İstanbul olarak açıklamak mümkündür.

“Dönüş”, Abdürrezzak Efendi, eşi Celile Hanım ve iki çocuklarının Zile’nin Minare-i Sağır Mahallesi’ndeki derme çatma evlerinden İstanbul Harbiye’de on katlı bir binaya göçlerinin anlatımıyla başlar. İstanbul, aile bireyleri için ilk başlarda gayet cazip gelir. Fakat zamanla, “komşularının radyoları, geç vakitlere kadar susmayan ho-parlörler, sabahın erken saatlerindeki satıcıların geçim derdi ve yaşayabilme endişesiyle titreyen gür, cılız ve korkak sesleri, tramvay gürültüleri”6 rahatsızlık vermeye başlar.

Çünkü bu insanlar, toprağa, doğaya, bağa, bahçeye alışkındırlar. Uzak kaldıkları bu varlıklar bir süre sonra bütün aile bireylerinin içinde alevlenmeye başlar ve bir akşam yemeğinde her birisi düşüncelerini dile getirir. Anlatıcı o anı şöyle aktarır:

“Memleketlerinden bahsettiler. Zile’nin Minare-i Sağır Mahallesi’nin o daracık, o eciş-bücüş, o çıkmaz sokağından bahsettiler. Küçük kız: ‘Yine o, kapımızın önündeki elektrik lambası öyle yanar değil mi?’ diye sordu. Gözlerini yarı kapamış, boynunu bükmüştü. Güzel Sanatlardaki oğlu: ‘Kadınlar toplanmış, açık hava kahvesine dönmüştür bizim

kapımız.’ dedi. Celile Hanım: ‘Yaa!’ diye içini çekti...”7

Aynı şekilde Emirgân, Bebek, Boğaz gezilerine hayranlık duyan Celile Hanım da bir süre sonra sıkılmaya başlar. Buralar, ona arzuladığı sıcaklığı veremez ve kendisini ait hissettiği yerleri özlemeye başlar: “Celile Hanım evden çıkmaz olmuştu. En sevdiği yerler bir buğday, bir arpa tarlası kadar güzel değildi... Celile Hanım sinirlerine hâkim olamıyordu. Sararmıştı. Zayıflamaya başlamıştı.”8

Hikâyede sürekli vurgulanan bir tabiatın daveti vardır. Bu davet geride kalanlara karşı aile fertlerinin bakış açısını değiştirir. Örneğin oğlan daha önce pek hoşlanmadığı Zile’deki komşuları hakkında şu yorumu yapar:

6 Sepetçioğlu, Abdürrezzak Efendi, İstanbul: İrfan Yayıncılık, 2006, s. 10. 7 a.g.e., s. 11.

(5)

“Hatırlıyorum anne. Fakat biliyor musun iyi insanlardı. Bütün kötülüklerine, bütün

şıllık-lıklarına, kavgacı ve küfürbazlıklarına karşılık yine de iyi insanlardı.”9

Aile, yaşadığı bu bunalımın ardından tıpkı gelişleri gibi “bir rüya sessizliğinde ve masal hızında” Zile’ye döner. Zile, sokakları, evleri ve insanlarıyla onların huzur kaynağı olmuştur. Fakat komşuları bu durumun farkında değildirler. Çünkü onlar içinde bulundukları güzelliklerden ve Abdürrezzak Efendi ailesinin duygularından habersizdirler. Oysa Abdürrezzak Efendi ailesi gurbeti yaşadıkları için memleketlerine karşı olan sevgilerinin de farkına varmışlardır.

Bu hikâyede Anadolu insanının büyükşehirde maruz kaldığı sıkıntılı hâl görül-mektedir. İstanbul, Abdürrezzak Efendi ailesinin aidiyet problemi yaşadığı yerdir ve buradan kaçarak huzura kavuştukları yer de doğup büyüdükleri memleketleri, Anadolu’nun küçük bir kasabası Zile’dir.

Sepetçioğlu’nun aidiyet problemini işlediği bir diğer hikâye “Soba Boruları”dır. Hikâye başkişisi Cemil, iş bulmak için İstanbul’a gelmiş ve otelde kalan bir delikanlıdır. Hikâye Cemil’in bir akşamüzeri sokakta yürümesi ve bu esnada insanları izlemesiyle başlar. Anlatıcı, Cemil’in tasvirini hikâyenin başında şöyle yapar:

“Kasketini sol yanına yıkmıştı. Kasketi ile alnı arasından bir tutam saç fırlamış, kırlangıç kanatları gibi bitişen kaşlarının solundakini örtmüştü. Yüzü püskürtme benliydi. Kalın dudaklarında sigaradan mı yoksa başlamakta olan güz akşamından mı, neden olduğu pek

belli olmıyan bir bükülüş vardı. Gözleri buğuluydu. Ve elleri cebinde.”10

Yazar bu tasvirle hikâye kişisinin ruh hâlindeki rahatsızlığı ortaya koymuştur. Bir adamın koltuğunun altında taşıdığı soba boruları Cemil’in dikkatini çeker. Çünkü bu adam soba borularına bir kadına sarılır gibi sarılmıştır ve sokakta yürüyen insanlar adeta sokağın sıcaklığını soba borularına doldurup evlerine götürmektedirler. Bu duygular içinde Cemil üşümekte, kendisini yapayalnız hissetmektedir. Bu esnada onun içini ısıtan bir şey olur. Sokakta bir adam ona adres sorar ve Cemil adamı o adrese kadar götürür. Bu esnada adamla muhabbet eden Cemil yürüdükleri yolun hiç bitmemesini, adamın hiç gitmemesini arzu eder. Çünkü birisiyle konuşmak onun yalnızlığını gidermektedir. Fakat adamın ayrılmasıyla Cemil yine yapayalnız kalır:

“Adam kapıdan içeri girince düş de bozuldu. Soba borularından boşalan havanın sıcak-lığı yine soba borularına doldu ve delikanlı yeniden damarlarında buzlaşmış bir kanın

dolaştığını sezdi.”11

9 a.g.e., s. 11.

10 Sepetçioğlu, Menevşeler Ölmemeli, İstanbul: İrfan Yayımcılık, 2005, s. 26. 11 a.g.e., s. 29.

(6)

Arkadaşı Pıtpıt’ın kahvesine giden Cemil orada da aradığı sıcaklığı ve arzuladığı ferahlığı bulamaz. Eline aldığı çayla birlikte avucunda bir hayal canlanır. Avuçlarında bir ev ve evin içinde güzel bir kadın görür. Anlatıcı, Cemil’in avucundaki evin tasvirini şöyle yapar:

“Odada soba yoktu külrenginde upuzun bir soba borusu, odanın tavanında bir uçtan bir uca uzuyordu. Masanın üstünde, bembeyaz bir saksı içinde kırmızı kırmızı, benek benek

açmıştı. Kadın güzeldi. Çok güzel.”12

Hayalini kurduğu ev, adeta Cemil’in yalnızlığını gidermiş, onu aradığı huzura kavuşturmuş ve o huzurla birlikte mekânı da güzelleştirmiştir. Fakat İbrahim’in konuş-maya başlamasıyla Cemil’in avucundaki ev yıkılır ve o yine yalnızlığıyla baş başa kalır.

Cemil, şehre çalışmak için gelmiştir, fakat evi ve sevdiği kadın geride kaldığı için şehre tutunamamıştır. Bu sebepten memleketine dönmeye karar verir ve bu kararını arkadaşlarına şöyle aktarır:

“Yarın değilse bile öbür gün ben gidiyorum... Gerçi bekleyenim var ama bana inanan yok. Beni bekleyen, bana olan inancını yitirmiş bir defa. Beklese de bir alışkanlık yüzünden

bekliyor demektir. Ama yine de gideceğim.”13

Hikâyenin sonunda Cemil’in memleketine dönüp dönmediği belirtilmemekle birlikte önemli olan onu bu dönüşe sevk eden sebeptir ve o da büyükşehirde maruz kaldığı aidiyetsizliktir.

Sepetçioğlu’nun aidiyet problemine yer verdiği bir diğer hikâye “Üç Kişiye Bir Şemsiye” başlığını taşır. Bu hikâyede üç gencin yağmurlu bir akşam vakti saatlerce otobüs durağında beklemeleri anlatılır. “On sekiz ila yirmi beş yaşlarında, kara esmer, kumral ve sarışın” bu üç gencin ne paltoları ne de şemsiyeleri vardır. Anlatıcı, üç gencin fizikî ve ruhî tasvirini yaparken sık sık onların İstanbul’a olan yabancılığını şöyle vurgular:

“Üçünde de ortak olan bir şey vardı; duruşlarında, bakışlarında, yüzlerinde ortak olan bir şey –hatta saçlarında ortak olan bir şey– İstanbul’un, Anadolu’ya bakan yabancılığı! Durağın içine –daha çok durağın içindeki kadınlara– kaçamak bakışlarında bu yabancılık açıktan açığa belli oluyordu... Öksürmemek için bir daha, dumanı ağzına doldurmağa çalışıyordu. İstanbul Anadolu’ya ne kadar yabancıysa cigara sarışının dudaklarına ve

duman ağzına o kadar yabancıydı.”14

Yağmur altında ıslanmış olan üç genç aralarında para toplayarak bir şemsiye 12 a.g.e., s. 33.

13 a.g.e., s. 32. 14 a.g.e., s. 138.

(7)

satın alırlar ve hikâyenin sonunda şemsiyenin altına girerek duraktan uzaklaşırlar. Bu şemsiye onlara adeta sıcak bir ev, bir korunak, bir kalkan olmuştur. Şemsiye sayesin-de, mekânla (İstanbul’la) yabancılıklarını gidermişlerdir. Anlatıcı, gençlerde oluşan özgüveni şöyle ifade eder:

“...paltosuz üç kişi yağmurun altında, yağmura doğru gidiyordu. Dik başları, bir şemsiye-nin altında birleşmişti ve ayakları ıslak, kaygan yola güçlü ve güvenli basıyordu. Akşam,

yılın son akşamıydı.”15

“Menevşeler Ölmemeli” başlıklı hikâyede de memleketinden büyükşehre gelmiş hikâye kahramanının ruh dünyasında yaşadığı buhran hâli anlatılır. Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle, “Menevşeler Ölmemeli”; “insanlarının birbirini yakından tanıdığı ve sev-diği bir çevreden büyük şehre gelen şair ruhlu bir gencin yalnızlık ve yabancılık duygusunu”16 anlatır. Hikâyede anlatılan olayın mekânı yine İstanbul’dur ve hikâye

başkişisi, delikanlı çağında bir adamdır. Yazar, delikanlıyı şöyle tasvir eder:

“Adam delikanlı sayılabilecek yaştaydı... Geniş yüzü yumuşak, bu yumuşaklık içinde derinleşen gözleri bilinmeyen yollarda yitmiş çocuk gözleriydi. Kaşları, gözlerini büsbütün yalnız bırakmıştı. Sanki gözlerden kaçıyordu kaşlar; burnuyla alnının birleştiği noktada

birbirini itiyor, sona doğru yorgun düşüyordu.”17

Yazar, “Soba Boruları”nda Cemil’i tasvir ederken olduğu gibi burada da delikan-lının tasvirinde onun ruh dünyasını yansıtacak kelimeleri kullanmıştır.

Hikâye kişisi delikanlı, “Soba Boruları”nda olduğu gibi bu hikâyede de kalabalık içinde yalnızlık çekmektedir:

“Şehrin gidip gelen –bir geniş kaldırım üstünde gidip gelen– bunca insanının içinde bir kişi vardı ki kara benziyordu. Ötekiler kendilerinden olmayan bu adamın farkında bile

değillerdi. Gidişlerinde kendileri, gelişlerinde yine kendileri vardı.”18

Delikanlı da “Soba Boruları” başlıklı hikâyenin başkişisi Cemil gibi sevdiği ka-dını geride bırakarak, memleketinden büyükşehre gelmiş, fakat buradaki hayata uyum sağlayamamıştır. Çünkü o, kendisini bu şehre ait hissetmemekte, etrafındaki her şey kendisine yabancı gelmektedir:

“Yüzler yabancıydı çevresinde; gözler yabancıydı ve gülüşler büsbütün yabancıydı. Onun geldiği yerdeki insanların yüzleri hiç böyle değildi... Onun geldiği yerdeki gözler böyle bakmaz, gülüşler böyle yaban ve soğuk, yüzlere yapışıp kalmazdı ve akşamlar karanlığını 15 a.g.e., s. 142.

16 Mehmet Kaplan, Hikâye Tahlilleri, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2010, s. 302. 17 Sepetçioğlu, Menevşeler Ölmemeli, s. 189.

(8)

böylesine merhametsiz bir bencillikle şuraya buraya sıvamazdı. Onun geldiği yerde bir kadın vardı, şu geçen kadınlar gibi karanlık ve karlı değildi; ilkyazdan uzak, kışa yakın

gülümsemezdi.”19

Hikâyede mekân gibi zaman da delikanlının yalnızlığını derinleştirir. Zaman, kış mevsiminin karlı bir akşamıdır. Akşam vakti herkes evine giderken hikâye kişisi delikanlı sokak ortasında, kendisiyle baş başadır.

Yalnızlık ve yabancılık, delikanlıda kaçma duygusu uyandırır. “Ta ki insanlarıyla, evleriyle, hatta havasında ve suyunda büyüdüğü için gerçekliklerini yitirip insanlaşmış evleşmiş ağaçlarıyla şehir çok gerilerde kalıncaya kadar... Gökyüzü ile yeryüzünün arasını gerçek ağaçlardan, gerçek topraklardan başka bir şeyin doldurmadığı bir yere”20

varıncaya kadar kaçmak ister. Bu kaçış umuduyla caddede yürüyen delikanlı, menekşe satan bir adama rastlar ve menekşeler, delikanlının duygularını bir anda değiştirir:

“Adamın gözlerindeki çarpıntılı seviniş yüreğine ve damarlarına geçmişti. Çiçekçiye doğru

yaklaştı. Kar durmuştu sanki; akşam sabaha dönmüş ve söz verdiği ilk yazı getirmişti.”21

Delikanlı hem çiçeklerde hem de çiçekçide içini ısıtan bir hâl bulur. O kadar yabancı insanın içinde bu çiçekçinin konuşması kendisine dostane gelir. Bu yüzden çiçekçinin hep konuşmasını, hiç susmamasını ister:

“Adam, menevşelerin morluklarını incitmekten korkarak okşarken çiçekçi konuşsun istiyordu; daha çok konuşsun, bu konuşma daha çok uzasın; çiçekçi yoruluncaya, gece bitinceye kadar sürsün istiyordu. Ve o gelinceye kadar. O, uzakta kalan şimdi; inanmadığı,

güvenmediği için kendisiyle birlikte gelmeyen orda kalan kadın...”22

Delikanlı, bir demet menekşe alarak çiçekçiden uzaklaşır. Fakat bir süre sonra me-nekşelerin avuçlarında solmaya başladığını görür. Deliye döner ve çiçekçinin peşinden gider. Menekşeler, çiçekçinin eline geçince birden canlanmaya başlar. Bunun üzerine delikanlı ve çiçekçi beraberce çiçekçinin evine doğru yürümeye başlarlar. Delikanlı, gözleriyle çiçekçinin kollarında canlanan menekşeleri izlemektedir. Çiçekçinin evde bekleyen hanımının olduğunu söylemesi üzerine delikanlı çiçeklerin kendi elinde solmasının sebebini kendi sevgisizliğine, yalnızlığına bağlar. Çiçekçi evine doğru giderken delikanlı kendisini yabancısı hissettiği sokakta karanlığa doğru yol alır.

Sepetçioğlu’nun aidiyet problemine yer verdiği bir diğer hikâyesi “Tahtakurusu”dur. Hikâyede, sabah uyanan genç, hâlâ önceki gün ayrıldığı sevgilisi Jülide’yi düşünmek-tedir. Zihninde, yaptığı şeyin doğruluğunu veya yanlışlığını sorgular. Bu esnada karşı 19 a.g.e., s. 190.

20 a.g.e., s. 191. 21 a.g.e., s. 193. 22 a.g.e., s. 193.

(9)

duvarda hareket eden tahtakurusuna gözü ilişir. Kendisi bu anı şöyle anlatır:

“Yorganı attım. Haricî âlemle içimdeki âlemin tazyiki arasında bocalayan gözlerim,

kar-yolanın bitişiğindeki bembeyaz duvarda bir tahtakurusuna takıldı.”23

Bu andan itibaren genç hem tahtakurusunun duvarda ilerleyişini seyreder hem de hayallere dalar. Memleketini, annesini, babasını, kardeşlerini, annesinin semaverde yaptığı çayı düşünür. Gencin bu hayalleri şöyle aktarılmıştır:

“Orada da sabah olmuştur şimdi. Ve annem çoktan kalkmış, etrafında toplandığımız teneke semaveri yakmıştır. Belki de tunç semaveri. Fakat o, benim evde olduğum sürece kullanılır.”24

Sevgilisi Jülide’den de ayrılmasıyla genci şehre bağlayan bir şey kalmamıştır. Bu yüzden hikâyenin sonunda memleketine döner ve şehre karşı duygularını şöyle ifade eder:

“Hiçbir maddi ve manevi bağla bağlanamadığım şehri terkettim. İstasyon istasyon dü-ğümlenen rayların üzerinde tren beni, buharlarına saadet karışan sarı, tunç bir semavere

doğru bütün hızıyla götürüyordu.”25

“Tahtakurusu” başlıklı hikâyede verilen isimler dikkat çekicidir. Kahraman anla-tıcı, kardeşlerinin isimlerini Mahmut ve Yüksel olarak vermiştir. Yazarın kardeşlerinin adlarının da Mahmut ve Yüksel olduğu dikkate alınırsa anlatılan olayın Sepetçioğlu’nun hayatından bir kesit olduğu düşünülebilir.

Sepetçioğlu’nun aidiyet problemine yer verdiği hikâyelerinde bir yalnızlık, bir yokluk vardır. Bu yokluk “Üç Kişiye Bir Şemsiye”de maddiyat, “Menevşeler Ölme-meli”, “Soba Boruları” ve “Tahtakurusu”nda ailedir. Bütün hikâyelerde Anadolu’dan çeşitli sebeplerle büyükşehre gelmiş kişilerin çekmiş olduğu yabancılık anlatılmıştır. Bu yabancılık onları etraflarından soyutlamış ve özellikle memleketlerine olan hasret-lerini alevlendirmiştir. Kişiler kalabalık içinde yalnızlık çekmektedirler ve yazar, bu yalnızlık duygusunu pekiştirmek için özellikle zaman seçimine de özen göstermiştir. Hikâyelerde vak’a zamanı genellikle kış veya sonbahar akşamıdır.

23 Sepetçioğlu, “Tahtakurusu”, Büyük Doğu, S. 104, 1952, s. 4. 24 a.g.d., s. 4.

(10)

Sonuç

Mekân, insan için dış dünyanın tehlikelerinden ve zararlarından korunabildiği bir sığınak durumundadır. Bu yüzden insanda, huzur ve saadetin sembolü olarak bir aidiyet duygusunun gelişmesine vesile olur. İnsan, hatıralarını ve sevdiklerini barındıran çevreden uzaklaştığında çoğu kez o sığınak olarak gördüğü mekâna hasret çeker. Asıl hasret çekilen ise insanın aidiyet duygusuyla kendisini bağlı hissettiği mekânda bulunan sevdikleridir.

Mustafa Necati Sepetçioğlu, hikâye türünü bir ideolojinin vasıtası olarak değil, insanı anlatan bir sanat dalı olarak görür. Hikâyelerinin merkezine insanı ve onun duy-gularını alır. Bu duygulardan birisi de aidiyettir. Aidiyet, onun hikâyelerinde bir problem olarak karşımıza çıkar ve aidiyet problemini işlediği hikâyelerinde “yalnızlık, hasret, kaçış” duyguları iç içedir. Hikâyelerinde kişilerin aidiyet problemi yaşadıkları mekân büyükşehir, kendilerini ait hissettikleri yer de Anadolu’nun köy ve/veya kasabalarıdır. Sepetçioğlu, hikâyelerinde ele aldığı duyguları lirik ve etkileyici bir üslûpla işle-miştir. Bu da onun başarılı hikâyeler ortaya koyabilmesine vesile olmuştur. Çünkü “İyi bir sanat eseri sanatçının duygusunun anlatımını başarı ile yapabildiği eserdir.”26 Onun

bu başarısının ele aldığı konuları kendi benliğinde yaşamış olmasından kaynaklandığı da söylenebilir. Çünkü o, Anadolu’nun küçük bir kasabası olan Zile’de doğmuş, büyümüş ve lise yıllarından itibaren gurbet hayatı yaşamaya başlamıştır. Fakat kendisini, doğup büyüdüğü topraklara ait hissetmiş ve özellikle aidiyet duygusunu işlediği hikâyelerinde kendi his dünyasına yer vermiştir.

KAYNAKLAR

Akar, Yeliz, “Fakir Baykurt’un Romanlarında Yabancılaşma ve Aidiyet Sorunu”, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 6/3 Summer, 2011, s. 1637-1644.

Alptekin, Duygu, Toplumsal Aidiyet ve Gençlik, İstanbul: Nobel Yayın Dağıtım, 2012. Fedai, Özlem, “Ziya Osman Saba ve Sabri Esat Siyavuşgil’in Şiirlerinde Aidiyet Duygusu ve

Mekân Düşüncesi”, Turkish Studies - International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 4/8 Fall, 2009, s. 1229-1252.

Kaplan, Mehmet, Hikâye Tahlilleri, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2010.

Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009. Sepetçioğlu, Mustafa Necati, “Tahtakurusu”, Büyük Doğu, S. 104, 1952. , Abdürrezzak Efendi, İstanbul: İrfan Yayımcılık, 2006.

, Menevşeler Ölmemeli, İstanbul: İrfan Yayımcılık, 2005. , “Türk Hikâyeciliği ve Hikâyecileri”, Türk Sanatı, S. 26, 1954. , “Türk Hikâyeciliği ve Hikâyecileri II”, Türk Sanatı, S. 27, 1954. Tuncay, Hasan, Kemalettin Kamu, İstanbul: Toker Yayınları, 1998.

Referanslar

Benzer Belgeler

Hasan Toprak , AKP'li Üsküdar Belediyesi'nin Validebağ korusunun içerisinden yol geçirmek istediğini belirterek "Valideba ğ korusunun bulunduğu alan tam bir rant bölgesi

Şair, üslûp arayışı içinde olduğu bu şiirlerinde vezin, kafiye ve nazım birimi gibi -şiirinin henüz şekil yapısını kuran- unsurları geleneğin güçlü etkisi

İdrak vasıtası olarak Kur’an-ı Kerim’de geçen ve akıl anlamında kullanılan terimler şunlardır: Akıl: Akele, kökünden gelen ve akletmeyi ifade edenler fiil

Ancak bunların her ikisinde de eş zamanlı olarak VB12 eksikliği olması ve ayrıca her ikisinin de daha başlangıçta yüksek risk grubuna girmesi (birinde Phi +);

Bazı araştırmalar stres, yalnızlık ve uyku eksikliği gibi faktörlerin bağışıklık sistemini zayıflattığını ve Covid-19 gibi has- talıklara karşı kişileri savunmasız

Deneysel sistemik kandidiyaz oluflturulan deney gru- bunda sepsisin daha a¤›r bulgular› olan mikroapse oluflumu, mantar kolonilerinin organlardaki varl›¤›, mantar embolisi

Küresel üretim değişkeni için yapılan panel birim kök testi sonuçlarına göre döviz kuru kullanılan her iki panel birim kök testi için de farklı anlamlılık

Kutlu'nun hikayelerinde dil ve üslup, Mustafa Kutlu'nun hikayeleri ve hikayeciliği, Mustafa Kutlu'nun hayatı, hikayelerinin tema ve yapı bakımından incelenmesi,