TT'
soO^/bh
—
22
—Eski Galata Köprüsü ve Eminönü meydanı
Haliç'te geçen günler
■ —--- --- --- _ rı
j İSTANBUL asırlar boyunca, dünya ediplerinin alâka sını uyandırmış ve kitaplarına ilham kavnağı olmuştur,
i
Aşağıya aldığımız vazı ERNST BÖTTCHER tarafından ¡yazılmış olup eski İstanbul hayatını tasvir etmektediri ' -T— --- --- --- — ___ __________ _______________________ j -i
Yazan: EANST BÖTTCHER
Çeviren: Mediha SAYAR
İ
STANBUL, bilhassa denize yakın kısırr- lariyle, harikulade bir manzara arzeder. Muhteşem yalıları, güzel kırlariyle Bo ğaziçi, Karadenizden gelenleri bu ihtişama hazırlarsa da, Çanakkaleden gelirken rast lanan panorama daha teshir edicidir.Scbliemann’ın Truva’sından bir Türk ge misiyle dönerken, temaşaya lâyık bu şehri, işte ben böyle gördüm. İnsanın hafızasından silinemiyecek kadar eşsiz bir levhaydı. Mavi dalgalarına güneşin ışıkları aksetmiş Mar nıara Denizi uzanıp gidiyor, camilerin pırıl dayan kubbe ve minareleri ufukta yükseli yordu. Sağ tarafta Adaların çevresi nazarla rı çekerken, solda da Ayastefanos’un önemli hâdiseleri hatırlatan beyaz feneri görünüyor du. Tasvirine imkân olmıyan bu şehrin
le-9
tafeti böylece gözleri kamaştırdığı sırada; bir sürü düşünce de sanki görüş kabiliyetiy le yarışa çıkmış gibi, insanın zihnini işgaî etmekteydi. Mühim iş yerleri ve meşhur bi naların görünüşünden doğan düşünceler.
Az sonra gözler Asya sahiline ilişiyor. Se vimli bir koya dayanan Kadıköy ve ilerisi» de koyu renk servilerin arasından gözüken Üsküdar. Nihayet İstanbul, denizde yıkanar. surları, kaleleri, resmi çizilmeğe değer hir hercümerç içindeki düz damlı küçük evleri ve sayısız camilerinin muntazam hatlı kufc beleri, iki veya dörtlü minareleriyle, gözle ri kendine çekiyor. En arkada Fatih Sultan Mehmedin heybetli camii, biraz ötede ve şarka doğru şahane Süleymaniye, denize da ha yalcın bir mevkide Lâleli, Şehzadeba;
camileri. Yüksek yangın kulesiyle Serasker- kapısı, Sultan Beyazıt ve Nuruosmaniye ca mileri. Denizin çok yakınında, beyaz fenerin üzerinden görünen altı minareli S. Ahmet camii. Sağ tarafında süslü sütunlariyle bir bina gözükmekte: Adliye Nezareti ve Adliye binası, öm rü kısa süren Türk Parlâmentosu nun 1877 de merkeziydi. Arkasında, kubbe sinin mimarî tarziyle meşhur ve Müslüman ların ilâve ettikleri dört minaresiyle Aya- sofya. Yanı başında At Meydanı bulunmak ta. Yani Bizans tarihinde mühim rol oynı yan Hippodrom. Mavi \ e Yeşiller, tanınmış siyasî partilerin savaş meydanı. 552 de Be- lisar, Nika isyanını bastırdığı zaman, otuz bin kişinin kanı bu yeri sulamıştı. Ayasofya ile Hippodrom ve denizin arasında dünyaca meşhur imparator sarayının yerinde bugün fakir mahalleler var. Eski Akropolisin ye rinde ve denize doğru giden bir yükseklikte de Türklerin «eski saray» ı bulunuyor. Ab- dülmecitten beri orada artık padişahlar otur-
mamaktadır.
Sarayburnundan dönerken Bulgurlu
ya-maçlarına tırmanan güzel Üsküdar ve o nok tada genişliği iki kilometreyi bulan Boğazın şahane manzarasiyle karşılaşılıyor. Dağlık sahilleri de azametli binalar ve sevimli köy lerle bezenmiş. Ancak üç dört kilometre ö- tede, denizin renginden ayrılan kar gibi be yaz mermerleriyle füsunkâr bir vaziyet al mış Dolmabahçe, Çırağan Sarayı ve daha ileride, tepelik bir yerde Abdülhamidin ya şadığı Yıldız Sarayı. Bütün bu binalar de nize hâkim. Daha yakında, memleketini zor la saydırmak istermiş gibi temsil eden, Al man sefarethanesi görünmekte. Etrafı Şark stiliyle çevrili bu muhite «Unter den Lin- den» mimarî tarzı pek uymuyor.
Hemen önümüzde Fındıklı ve tam denizin üstünde bulunan muazzam top atölyeleri ve iki de camiiyle, Tophane, ö n tarafta Bizans- tan kalma kocaman kulesiyle Galata ve da ha yükseklerde Beyoğlu. Sol tarafta muhte şem Haliç limanı. Ren nehrinin Kolonyada ki genişliğinde bir körfez ki, takriben yedi- buçuk kilometre kadar karaya girmiş, Avru pa tarzındaki şehir kısımlarını, îstanbuldan tamamiyle ayırıyor.
Avrupa ile Asyanm birleştiği noktada bu lunmak, Karadenizle Ege Denizinin irtibatı nı kolaylıkla kesebilmek bakımından, İstan bul şehrinin siyasî cihetten durumu çok mü himdir. Bundan maada, senede her millet ten vasati 7.500 gemiyle 25.000 yelkenlinin geçtiği, en büyük filoları bile barındıracak kadar geniş bir limana maliktir. Ayrıca bir avantajı da ikliminin mutedil olması. Böyle likle İstanbul birinci derecede bir dünya şehrinin bütün şartlarını haizdir. İyi teşki lâtlandırılmış bir memleketin merkez nok tası olarak, yeniden dünyaya hâkim bir va ziyet elde edebilirdi.
Burası, üçken şeklinde, Marmara deniziy le Halicin arasında yayılan İstanbulla, Ga lata, Beyoğlu varoşları, Haliçle Boğaziçi a- rasindaki diğer varoşlar ve Asya toprağın da bulunan üsküdardan ibarettir. Biladı selâse adını da bu sebepten almıştır. İşte panoramayı bu zengin mülhakat bcyleee gü zelleştirmektedir. Şehrin yüksek kısmiların- dan amfiteatr tarzında ve gözün alabildiği kadar, gemi ve kayıklarla canlanan mavi de niz, binaların saklıyamadığı noktalarda, ışıl dar durur. Resim gibi güzel ev grupları bazı yerde denizde, bazan da eterde yıkanmakta dır. Düz damlı sade evler, muazzam saray lar, sayısız kubbeli camiler, kuleler ve na rin minareler, cenup güneşinin ziyasında pı rıldarlar. Böyle çeşitli ve zengin, tezatlarla
—
24
dolu bir tablonun eşini bulmak imkânsızdır. Bundan maada, çeşitli millet ve lisanlar, kıyafet ve an’ane bakımından da İstanbul gibi bir şehre kolayca tesadüf edilemez. Bu âlemin büsbütün yabancısı olarak buraya ayak basan bir insan, içi muhtelif ve altede- miyeceği hislerle dolacağı gibi, karışıklıktan kurtulup da her şeyi ayrı ayrı görmeğe alı- şmcaya kadar, bir hayli zamana muhtaçtır.
Ekseriyetle dar ve dönemeçli, inip çıkan ve hattâ merdiven hissini veren sokaklarda ki ahali, sanki bütün gün yollardaymış gibi bir tesir bırakıyor. (1885 deki nüfus sayı mına göre 873.565 kişi) Şark âdetlerine gö re el işlerini sokaklara yaymak, kulakları sağır edecek kadar gürültüye sebebiyet ve riyor. Bizler vatanımızda oldukça intizam dahilinde yaşamağa. alışığızdır, halbuki bu rada herkes istediği gibi hareket ediyor. Po lis nezareti yok, 1001 kararları sırf kâğıt üs tünde kalmışa benzer. Fakat bu serbestlik, bağımsızlık, bu pitoresk kaynaşma sessizce müşahede eden kimseye herhalde cazip ge liyor, onu tahrik edebiliyor. Her sokağı dük kân ve atelyelerle dolu, demirci, marangoz,
terzi, kunduracı vesaire gibi zanaat sahiple ri, labirentten farksız, bir mahalle kadar geniş ve her cins esnafın kendi sokağı olan büyük çarşısiyle Istanbulda, tabiatiyle Türk tipi hâkim. Şark ve Garbın bütün matalar! burada teşhir edilmektedir. Bunların arasın da bizi en fazla çeken emsalsiz kuyumculuk, el işlemeleri ve antika eşyadır. Oraya, bura ya çıkan sokak ve yan sokaklar da bu yüz den her cins insanla dolu. İstanbul sokakla rı kirli, dar ve kaldırımsızdır. Ekserisi ah şap olan evler de sımsıkı kafesleriyle hü zünlü bir manzara arzediyorlar. Pencerele rin arkasından can sıkmtısiyle sokağı seyre den kadınlar, her zaman rastlanmıyan bu frenge bakmaktalar.
Beynelmilel hayat Galata ve Beyoğlunda kaynaşıyor. Takriben 450 metre uzunluğun da iki demir köprü Halicin üzerinden geçi yor. Eskisi Mahmut, yenisi de Valde Sultan köprüsü. Kısaca Galata köprüsü denilen bu sonuncu, Kolonya şehrinin köprüsünden ya rı kadar daha geniş bulunmaktadır. Köprü nün üstünde durulursa, harikulade bir man zara ile karşılaşılır. Oradan liman, Boğaziçi ^
ve daha ileride Üsküdar görünür. Denizin üstü balıkçı sandalları, kayıklarla doludur. Kayıklar, şehrin deniz aşırı kısımlarına in san taşırlar. Büyük yelken gemileri demir lerini atmış, limanda azametle beklerler. Şirketi Hayriyeye ait olanlar da durmadan gi dip geliyorlar. Kimisi limanın içinde, diğer leri de Boğaza, Üsküdara, Kadıköye ve Ada lara seferler yapmakta. Bu gemilerin iske leleri köprüde olduğu için, yolcuları da ka labalığın artmasına yardım ediyor.
Köprünün üzerinde gezinmek çok eğlen celi olur. Muhteşem panoramaya ve rengâ renk kalabalığa bakmakla doyulmaz. Galata ile Beyoğlunda ise ahali insanın aklını ba şından alıyor. Bilhassa ticaret damarları o- lan Azapkapı, Yorgancılar, Galata ve Top hane caddeleri, köprüye paralel olarak uzan dıkları için, limanın kalabalığı buralara dol maktadır. İtalyan şehirlerini andıran, yo kuşlu Beyoğlu caddesinde çeşitli ve enter nasyonal ahaliye tesadüf edilir. Sabahın er ken saatlerinden akşama kadar dar, pis, iki yanlarında dükkân, atelye ve oteller
bulu-Gtmebilerin her zaman alâkalarını çeken Bir hammal tipi
nan sokaklar, insanla dolup taşar. Gürültü de bir an bile eksilmez. Her türlü kıyafet teki esnaf, başlarında taşıdıkları tablalarda meyva, sebze, tatlı satarlar, yahut da giye cek eşya, âlet, halılar için haykıra, bağıra müşteri celbine çalışırlar. Akla gelebilecek her şey bu tarzda satılmaktadır. Her satıcı nın kendine göre bir bağrışı olduğu gibi li sanları da muhteliftir. Araya çalgı sesleri de giriyor. Birisi başının üstüne bir âlet yerleştirmiş, arada tıngırdatarak: «Yemek yerken saz dinlemeğe hevesi olanlar yok m u !» diye sorar. Öteki arkasına bir laterna takmış, arkadaşı da durmadan çevirmekte dir.
Müvezziler gazetelerin adlarını haykırır lar. Dervişler de «Hu! Hu.» Yahut da «Hak! Hak!» diyerek sadaka isterler. Dilencileri ise •saymak mümkün değildir. Çoğunun bir ta rafı sakattır, sakat olmıyan da öyle gözük meğe çalışır. Ekserisi de açıkça dilenir. Hiç birinde utanma diye birşey aramamalı. Bir gün genç bir kıza sadaka verdim, birdenbi re gözden kaybolup, başka yoldan önüme çıkarak, benden tekrar para istedi. Açık renk tenli, güzel gözlü çingene kızları fala bakmak için ısrar ederler, yalvarırlar ama, kalabalığın içinde böyle bir şeye tabi! im kân yok.
Sokakta yürürken çok dikkatli olmak lâr zımgelir. Birçok yerlerde kaldırım bulunma dığı için herkes yolun ortasından yürür. Bir beygirden yahut da koca küfeler taşıyan merkep sürüsünden kurtulur kurtulmaz, «Varda» diye bağıran arabacının önünden kaçmanız icap eder. Hattâ atlı tramvayın önünden koşan borazanlının ikazına maruz kalırsınız. Çünkü tramvaylara yol açan, tipik şark usulü, trompetti bir adam vardır. Ga latada olsun, Beyoğlu ve İstanbul cihetinde olsun, Atlı Tramvay idaresinin çekindiği hiç bir şey yok. önde trompetini öttüren varda- cısiyle yokuş aşağı, yokuş yukarı o dar ve keskin dönemeçlerden gittikçe artan bir hız la seyreder. Hiçbir zaman da kaza olmaz, çünkü ahali o kadar alışmıştır ki, çok dik katli davranır. Polisin yardımına ihtiyâç kalmadan bu kalabalığın, işin içinden çıktı ğını görmek hakikaten enteresan oluyor.
Göze çarpan şeylerden biri de, îstanbulun dar ve ekseri yokuşlu olan yerlerde el ara bası vazifesini gören hamallardır. Çoğu Er meni olan bu adaleli mahlûklar, şaşılacak kadar ağır yüklerle iki büklüm yürürlerken, farkına varmıyan kimseleri, çarparak yere
—
26
—düşürürler. Bazan bunlar dört yüz kiloya kadar yük taşıyabiliyorlar. Sırtlarına yerleş tirdikleri bir arkalık vasıtasiyle eşyayı ta şırlar. En enteresanı omuzlarına aldıkları uzun sopalarla ağır sandık ve fıçı nakleden hamallardır. Ekseriya sekiz kişi olurlar, iki şer veya dörder kişilik saflarla yokuşları tırmanırlar. Sokaklarda rastlanan nefis tab lolardan birisi de gönüllü tulumbacılar. Va kıa on seneden beri Macar baronu Szeeheny tarafından organize edilen bir itfaiye takımı mevcut ama, bu teşkilât başarılı iş görmekle beraber, ağır nakil vasıtalariyle dar ve yo kuşlu yerlere çabuk yetişemediğinden hattâ bazı sokaklara hiç sokulamadığı için, bu gönüllü tulumbacılar yardıma koşmağa mec bur oluyorlar. İyilikten ziyade kötülükleri mi dokunuyor, orası pek malûm değil. Bir de gönüllü sokak temizliyicileri var, fakat o da garip bir şey! İstanbulun köpeklerini duymayan var mıdır, bilmem. Kendilerine mahsus bir cins. Çirkin, tüyleri diken diken, kirli sarı renkte, ön taraftan kurt’a, arka kısımdan srıtlana benzeyen hayvanlar. Adet lerini tesbit etmek imkânsızsa da, yüz ta neye kadar kolayca sayılabileceği için, yüz- binlerce olduğu tahmin edilebilir. Bunlar e- fendisiz dolaşırlar, tek hakları sokakları te mizlemektir. Her türlü çöp, gübre, kemik, yemek artıklariyle beslenirler. Ş.;yet hay vanlar bu vazifeyi üzerlerine almamış olsa lardı, bu çöpler yüzünden dar mahallelerin havası büsbütün mikroplanırdı. Bu köpekler toplu olarak yaşarlar ve bulundukları mu hit dokunulmaz mıntaka halinde olduğu için bir tek yabancı hayvanın mahallelerine gir mesine tahammül edemezler, merhametsiz ce dişlerini geçirirler. Müthiş bir havlama böyle bir mücadeleyi haber verir ve geceleri huzuru kaçırmaları da nadirattan değildir. Bütün çöpleri sokaklara atılan bir şehirde, bu köpekler temizlik bakımından faydalı ol makla beraber seyrüsefer için de o derece muzurdurlar. Toplu bir halde yollarda kıv rılıp yattıkları ve kimseye de geçit hakkı vermedikleri için, sıkıcı olurlar. Hepsi bir arada kaldırımlara serilip güneşlenirler. Böyle bir vaziyette etraflarından dolaşarak yola devam etmek lâzımdır. Çünkü baston kullanmak hem köpekleri hırslandırır, hem de İslâm mahallelerindeki hamilerini.
Gürültülü esnaf, çalgıcılar, çeşitli kıyafet teki dilenciler, soluyarak giden yarı çıplak hamallar ve tüyleri havada köpek sürülerin den teşekkül eden pitoresk tabloya yerli sınıfıyla, yabancıların muhtelif tipleri daha
Feraceli bir kadın
geniş çeşit ilâve etmektedir. Avrupai kos tümlü, kırmızı fesli Türk memuru, melon, yahut silindir şapkalı AvrupalIlar, uzun boy lu, koyun derisinden yapılmış yüksek takke leriyle İranîler, güneşten yanmış, sakallı, kartal burunlu ve parlak gözlü Arap şeyh ler.
Vahşî güzellikleri ile, uçuşan, ipekli örtü lere bürünmüş, her sınıftan Türk kadınları, kibar kıyafetli madamlar. Bunlar ekseriyet le sefarethane kavaslarının refakatinde gi derler. Millî kıyafetleriyle azametli çerkes- ier, sarıklı, uzun ipek kaftanlı, geniş panta- lonlpu, vakur eski Türkler. Çoğu Avrupai kostümler ve kırmızı feslerle Rumlar, zen gin işlemeli elbiseleriyle Arnavutlar. Renk renk giyinmiş narin endamlı siyah saçlı, güzel gözlü çingeneler. Velhasıl Şark ve Garbın bütün milletleri sanki burada bir- birleriyle buluşmağa söz vermişler gibi.
Avrupa kısmındaki Türkler, mütemadi su rette ırk birleşmesi yüzünden, diğer cenup lu AvrupalIlardan farksızdırlar. Mongol - Ta tar tipinden asil KafkasyalIya kadar her türlü yüz hatlarına tesadüf etmek mümkün dür, fakat esas eski Türk tipi olana, yani
Mongol tipiyle karışığına (kısa tıknaz vü cutlu, kalın kemikli, kafatasları büyük, dar ve kısa alın, düz burun, cılız sakal, koyu renk ve sert saçlar, sarıya yakın ten) ender olarak rastlanmaktadır. Bunlar da ekseri yetle Orta Asyadan gelen nomatlardır. is- tanbulda bilâistisna Asyalı, KafkasyalI, Yu nan - Slav tipleri ekseriyeti teşkil ediyor.
Kadınlar ise, bizdekinin tamamiyle aksine olarak, en az sokağa çıkan mahlûklardır, ü s telik de sımsıkı kapalı olduklarından, sokak lara, bizim alışık olmadığımız, tesir edici bir hava vermektedirler. Arada sırada ha rikulade güzel bir yüz seyretmek, endam, tavır ve yürüyüşe hayran olmak mümkün dür. Zira Türk kadınları bizimkilerin mem nuniyetle gösterdikleri yüzlerini sokakta yaşmakla, endamlarını da feraceyle sertet- meğe mecburdurlar. Yaşmaktan ancak göz ler görülebilmelidir. Halbuki kadınlar rahat konuşabilmek ve nefes alabilmek için ağız ve burunlarından biraz yukarı kaldırıyorlar. Kibarlar Avrupa tülleri kullanıyorlar, bun lar çok ince olduğu için yüzlerinin tamamını görebilmek mümkün oluyor. Peygamberin emrini hatırlatarak bu yeniliğe karşı polis müdahele ediyor ve hapis cezasiyle da teh dit ediyorsa da, çoğu zaman faydası olmu yor. Hanımların ekserisi Paris modasına gö re giyinmektedirler, yalnız sokağa çıkarken tuvaletlerini ferace ile kapamak mecburi yeti vardır. Ferace denilen şey kolsuz, belin den kuşaklı ve topuklara kadar inen bir mantodur. Üst kısmı ise, İspanyol mantille- ri gibi baştan aşağıya omuzlara doğru iner ve çenenin altından tutturulur. Paralı kim seler ipekten yaptırırlar, orta halliler ise göze çarpıcı meselâ yeşil, kırmızı, mavi, sa rı, mor yahut karma karışık renklerden gi yerler. Avrupalılaşmamış Türk kadınları feracenin altına bedene yapışık bir yelekle şalvar giyiyorlar. Ayaklarında terlikler var, fakat yeni nesil botinleri tercih ediyor.
Erkeklerle kadınların ev haricinde bir a- rada bulunmamalarına o derece ehemmiyet veriliyor ki, kadınların güzelliklerine ait bir fikir edinmek hemen hemen imkân haricin de. Erkeklerle bir arada bulunmaları mec burî olan yerlerde, meselâ vapurda, yahut atlı tramvayda da yerleri ayrılmıştır. Hattâ Beyoğlundan Galataya inen çifte raylı tünel için bile Metropolitan Railways, arabaları nın dar kısmına bir perde takmak mecburi yetinde kalmıştır. Bir Türk kadını tünele gi rer girmez hemen o perde kapanır.
İstanbul’un nüfusu 750.000 Türk ve
130.000 yabancı tabiiyetindeki insanlar dan müteşekkildir. Türklerden takriben 45Û.Û00 i Müslüman konsoloshanelerinin himayesi altında Beyoğlu ve Galata’da ya şarlar. Bunlar 110.000 kişi olup araların da 50.000 de Yunanlı vardır. AvrupalIlarla Şark kadınlarının (Ermeni ve Rum) evlen meleri neticesinde Levántenle!- vücuda gel miştir. Kreoilar gibi bir nevi ırk. AvrupalI ların hayatları kendi aralarında geçer, çün kü Türklerle temas ancak iş hususunda kabildir. İzzetinefsi yaralanmış Şarklı ken disine bir faikiyet havası verdiği için bizi uzaklaştırıyor. Âdet ve noktai nazar farkı, uzun zaman Avrupa'da okumuş ve olduk ça münevver kimselerle bile, münasebetle ri tahdit etmektedir. Bunlar AvrupalIları evlerinde de kabul ediyorlarsa da, eski mü- teassıp Türklerin tesirinden kurtulamıyor lar. AvrupalI bir misafirleri varken, eski Türklerden birisi geldiği takdirde, samimi yetlerinden sıyrılıp, Şarklılara has resmi yete girişiyorlarmış. En iyisi böyle bir va ziyete mahal verilmemesidir, tabii. Türk lerle yakından temas bakımından aşılamı- yan bir mâni de, kadınlarının vaziyetidir. Masraf dolayısiyle bir kadınla evli bulun mak usuldendir. Çünkü her kadın şahsı na mahsus ev, hizmetçi vesaire talebinde bulunuyor. Fakat karisiyle sokağa çıkma yan, yemek yemeyen bir erkeğin meydana getirdiği «aile» ile biz nasıl temasa geçe biliriz? Karısının hatırını sormak bile ayıp sayılırsa? Bizim nazarımızdaki aile mefhu mu Türk erkeğince meçhul.
AvrupalIların aralarındaki temaslar ise memleketler arasındaki siyasî münasebetle rin aynası gibidir. Muhtelif koloniler, bir birlerine karşı umumiyetle milletlerin du rumunun eşidir. Alman kolonisinin toplan dığı yer «Teutnia» cemiyeti. Bu cemiye tin kendi malı olan muhteşem bir binası var ve salonlarında konserler, balolar ve riliyor, piyesler gösteriliyor. Korgeneral Bertram vasıtasiyle oraya kabul edildim ve sevimli bir muhitte hoş bir akşam geçir dim. Bertram Paşanın evinde kendisi ve eşiyle geçen saatleri de memnuniyetle, ha tırlarım. Bertram Paşa hazırladığı Türk ticaret mukaveleleriyle kendisini çok iyi ta nıtmıştır.
Türk piyade sınıina ders veren. Padi şah Başyaveri, Prusya ordusunda yarbay Kamphövener’in şahsında da eski bir arka daşı selâmlamış oldum. Garnizonda
bera-—
28
—Bir esir tüccarı ve esir kız ber bulunduğumuz zamanlar, Kadıköy’de, fevkalâde döşenmiş bir evde, çoluk çocuk sahibi olarak beni kabul edeceği, hiç bir zaman hatırımıza gelmemişti. Arkadaşımın evinde, Avusturya - Macaristan sefaretin de ataşemiliter bulunan yarbay Rittervon Manega ile çok nazik eşini de tanıdım. Ka rısı, meşhur doktor 'VVilm’in, kızıydı. On lara da samimî davranışlarından dolayı pek çok şey borçluyum. AvrupalIların Istanbul- da yaşayışları hakkında bana bir sürü ma lûmat verdiler. Fakat şahsî huzur hak kında değil de birbirine uymayan çeşitli şartlara ait.
Evler umumiyetle pek memnun edici va ziyette sayılmaz. Dar sokaklara ve küçük odalara fazla meyil yüzünden ekseriyet Bo- ğaziçinde oturmağı tercih edebilirdi ama, vazife ve cemiyet hayatını nazarı itibare al mak lâzım. Yazın çok sıcak aylarda im kân bulan Boğaziçinin köylerine, yahut da deniz kenarına kaçıyor. Buna mukabil se farethanelerin vaziyetleri mükemmel, içle rinde en iyisi Boğaza nazır Alman sefaret hanesi. Diğerleri Beyoğlunun ortasında ve 1870 yangınından sonra inşa edilen taş bi nalarda. Fakat AvrupalIların çoğu kendi kendilerine yardım etmeğe, küçük odaları ve kötü mevkileri telâfi edebimek için ev lerinin içini rahat bir vaziyete sokmağa ça lışıyorlar. Odaları büsbütün darlaştıran möblelerden kaçınarak, Italyan ve Fransız tarzını hatırlatan, zengin halılarla süsleyip, Türkler gibi tanzim etmeğe çalışmışlar. Üst leri halıyla örtülü divanları gene halılarla kapladıkları duvarlara dayıyorlar. Kahve
ve saire için de ufak, alçak masalar yer leştirmişler. Bazı yerlerde şezlong ve salın caklı sandalyeler de mevcut. Bihassa üs tünde lâmba ve ayaklı saat bulunan kon sollardan her yerde görebilirsiniz.
Şarklıların yeknasak hayatı AvrupalIlara da sirayet ediyor. Tiyatrodan, konserlerden vc buna benzer sanata ait zevklerden vaz geçince, hoş vakit geçirmek için toplantı ve aile hayatından başka bir şey kalmıyor. Aralarında Kittery’nin vatandaşlarına tav siye edilebilecek «Stadt W ien» de dahil olmak üzere oteller, lokanta, kahve ve bi rahanelerde hoşa gidecek bir fevkalâdelik yok. Büyük Avrupa şehirlerindeki gece hayatına burada rastlıyamazsınz. Kabahat leri de var denemez, çünkü az aydınlık ya hut da hiç aydınlanmamış sokaklar çok çabuk tenhalaştığı için, herkes erkenden evine çekiliyor. Uyuyuncaya kadar da ge ce bekçisinin, ucu demirli sopasiyle, mun tazam surette ve tehdit eder gibi, sokak taşlarına vurmasını dinleyerek eğlenebilir siniz. Her halde bu darbeler, kendisinin yaklaşmakta olduğunu hırsızlara haber ver mek için olsa gerek. Köpeklerin haykırış- malarını daha şiddetle duyabileceğiniz için, ancak romanlarda tesadüf edilen ma ceraları düşünüp, uykuya dalınıyor.
İstanbul’da bir Arap kahvehanesi..
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi