Zümrüt'ten akisler
A. M. C. Şengör
Rumelili Haşan Tahsin!
Ahmet Piriştina'ya başarı dileklerimle Geçenlerde oğlum, bir okul arkadaşının sınıf arkadaşım olan babasının resmini bulmamı istedi -soyadı Üçbaşaran dedi. Üçbaşaran, herhalde bizim Kutsi’dir diye ortaokulu okuduğum Işık Lisesi yıllıklarını karıştırmağa başladım. Kutsi’yi buldum. Ama Kutsi'yi ararken, okuduğum yıllarda Işık Lisesi'nin edebi yat öğretmenlerinden L. Sami Akahn'm 1968-1969 yıllığında "Bir Feyziydi
Kahraman" başlığıyla yazdığı Haşan Tahsin'in kısa yaşam öyküsüne de rast-
geldim. Ne yalan söyliyeyim, bu yazıyı daha önce okuduğumu hatırlamıyorum. Herhalde o tarihlerde Feyziyeli kahramanlar beni ilgilendirmiyordu. Nuriye Gü
neyinin biyoloji ve jeoloji hakkında söyledikleri çok daha ilginç geliyordu.
Sami Akalın saygı duyulan bir edebiyat öğretmeniydi. Yazıya şöyle bir ba kayım dedim: O ne? İzmir şehidi Haşan Tahsin Selânikli değil miymiş? Yani Atatürk'ün hemşehrisi. Ondan yalnızca sekiz yaş küçük. Asıl adı Osman Nev-
res. Selanik'te Feyziye Mektebini bitirdikten sonra, Paris'te Siyasal Bilimler Akademisinden de parlak bir dereceyle çıkmış 1911 'de. Balkan Harbinden ön
ce Balkanlarda Türk düşmanlığı yayan Ingiliz Barkston kardeşlere karşı tedbir alınması gerektiğini hükümete anlatmış. Hükümetin görevlendirmesiyle onları izlemiş, konuyla ilgili olarak Sofya ataşemiliteri Yarbay Mustafa Kemâl ile de görüşmüş. Barkston kardeşlere Bükreş'te suikast düzenlemenin uygun olacağı na karar vermişler. İşte bu karardan sonra Osman Nevres babacığına bir mek tup yazarak hakkını helâl etmesini istiyor: "Ne yapalım babacığım, işte duru
mu görmektesiniz; Voltaire'lerin, Diderot'ların bize öğrettiği insan hakları, yaşadığımız yüzyılda ne yazık ki ancak silâhla korunabiliyor..." Başarılı su-
ikastten sonra yakalanıp zindana atılmış, ama birbuçuk yıl sonra Bükreş'e gi ren Mustafa Hilmi Paşa komutasın daki Türk ordusu onu kurtarmış. Fakat verem olmuştur. Sadrazam tedavisi için O'nu İsviçre'ye yollar. İyi tanındığı Balkan ülkelerinden nasıl geçecektir? İşte o sırada pasaportu babasının adı na çıkarılır: Haşan Tahsin Receb. İS Mayıs 1919 günü otuz yaşındaki kah raman bu adla İzmir toprağına
düşe-Cahil ve sefil kullardan
oluşan ilkel bir ümmetten
uygar ve onurlu bir mil
lete dönüşmenin yolu...
çektir.
Beni burada esas ilgilendiren Haşan Tahsin'in Rumelili oluşudur. Ana
dolu'da başlayan büyük ayaklanmayı yöneten ve başarıya götüren Mustafa
Kemâl gibi, ilk o ateşi alevlendiren de Rumelilidir demek. Bu yazının amacı, bu
nun basit bir tesadüf olmadığını vurgulamaktır. Rumeli, özellikle 19. yüzyılın son otuz yılında, Balkanlarda başlayan milliyetçilik hareketlerine karşı kaliteli Türk okullarıyla bezenmiş, hele askerî okullara büyük önem verilmiştir. Liseye Kuleli'ye yani İstanbul'a gitmek isteyen Mustafa Kemâl'e hocası Haşan Bey ak sine bugün Makedonya'da olan Manastır'/ tavsiye etmiştir. Rumeli'de tarım
Anadolu'ya nazaran epey çağdaşlaşmış, ticaret Müslüman Türkler arasında da çok yayılmıştır. Anadolu'bakilerden daha yoğun ve modern Hristiyan azınlıklar la içiçe yaşayan halk Anadolu'ya nazaran zenginleşmiş, dünya ile teması, bilgi ve görgüsü artmıştır. Din baskısı Anadolu'ya nazaran çok azalmış, feodal yapı kaybolmuş, Rumelili Avrupa'nın geri kalanını yakalayamamış bile olsa en azın dan kendi konumunu ve dünyanın durumunu bilir olmuştur. Atatürk'ün, daha Suriye'de sürgünken bile kurtuluş organizasyonunu yapmak için 1905 sonun da Selânik'e kaçtığı, çünkü "Hürriyet için en müsait iklimi" yalnızca Rumeli'de gördüğü bilinen bir gerçektir.
Anadolu ise tam tersine yüzyıllardır cehalet ve taassup balçığına gömül müş, başıboş bırakılmış, horlanmıştır. Sakarya Meydan Savaşından hemen ön ce askerin yarısının kaçtığını duyan Mustafa Kemâl "işte bir milleti yüzlerce yıl cahil ve bilinçsiz bırakırsanız, sonu bu olur" diyerek fecî olayı anlayışla karşıla mış, kızmamıştır. Haşan Tahsin'in babasına yazdığı mektup, uygar, bilgili, bilinçli bir entellektüelin mektubudur. Kurtuluş Savaşımızı işte böyle uygar en telektüeller plânlamış, akıllıca yürütmüş, emniyetle zafere ulaştırmış, sonra da Türkiye'yi inkılâplarla uygar dünyaya taşımıştır.
Alınacak ders basittir. Yalnız ve yalnızca eleştirel akla dayanan, uygar lık ürünlerini öğreten ve yaygın verilen bilimsel ve kaliteli bir eğitim, bir ulusu ulus yapar. Cahil ve sefil kullardan oluşan ilkel bir ümmetten, uygar ve
onurlu bir millete dönüşmenin yolu, Rumeli'deki başarılı deneyi daha büyük çapta ve daha sürekli olarak tüm yurdumuzda yapmaktır. Atatürk'ün amacı, Rumeli'de aldığı uygarlık terbiyesini tüm Türk vatandaşlarına verebilmekti: Gerektiğinde entellektüel, gerektiğinde şehit olabilmek için!
19 Mayıs niye?
Daha dün Cumhuriyetin yetmişbeşinci yılını kutlamadık mı? O bir sürecin bir durak noktasıydı, ama çok önemli bir durak noktasıydı. Ortaçağ kalıntısı bir devletten, birey olduğunu ifâde etmeyi ayıp sayan kişilerin oluşturduğu bir top lumdan, düşünmenin nasıl ve niçin tayin edildikleri belli olmayan bir avuç insa na vergi sanıldığı bir inançtan, modern dünyanın onurlu bir üyesi olan bir dev lete, bireylerinin her biri insan olma haysiyetiyle övünen bir topluma ve her bi reyi kendi adına gören, kendi adına düşünen ve kendi aklının üzerinde otoriteyi ancak diğer bireylerle anlaşma halinde, o da toplum yaşamını düzenlemek için mümkün olan en dar faaliyet alanında, nihayet geçici bir süre kabul edebilen bir toplum felsefesine geçişin bir durak noktasıydı Cumhuriyet.
"Halka özel" anlamına gelen bu kutsal kelime epeydir pek çoklarının kafa sında ve dilindeydi. Ama bir gece öncesinden karar verildi ve zaten 1920'den beri fiilen halkta olan idarenin "halka özel" olduğu 29 Ekim günü tescil edildi. Ama o güne gelişin başında 19 Mayıs 1919 vardı. O, bugün, bütün dünyaya dudak ısırtan büyük başarılardan sonra bile, geriye bakıldığında insanın kanını donduran, fecî şartlarla sarılmış olan 19 Mayıs. 19 Mayıs'ın 80. yılı ne çabuk geldi! 29 Ekimle 19 Mayıs arasında yalnızca 4,5 yıl olduğunu düşünmek bile zor geliyor.
19 Mayıs: Çoktan beridir çökmüş, içten içe çözülmekte olan dev bir dere beyliğin can çekişme anları. Onun ne olduğunu anlamak isteyenler, bilimsel kar- toğrafyanın kurulduğu 16. yüzyıldan itibaren yapılan Osmanlı haritalarına bir göz atsınlar. 19. yüzyıla kadar üzerinde genel olarak "Türk İmparatorluğu" ya zılan bölgelerdeki coğrafi adları bir tarafa kaydetsinler. Ortelius'un ilk defa
1 5 7 0 ’de yayınlanan Theatrum Orbis
Terrarum adlı atlasına mı bakarlar, yok
sa rakibi De jode'nin sekiz yıl sonra çıkan
Speculum'una mı bakarlar, veya Matthi-
as Çuad'ın 1600 tarihli Geographisches
Handtbuch'una veya John Speed'in
1627'de basılan Prospect'ine mi? Daha sonra Dımeşki'nin Türkçe'ye tercüme etti ği ve tek nüshası Topkapı Sarayında bu
lunan 1663 tarihli jean Bleau'nun 11 ciltlik dev Grand Atlas'ına mı göz atar lar? Onsekizinci yüzyılın üzerinden şöyle bir sıçrayarak gelelim 19. yüzyıla: Rit-
ter'in atlası, Berghaus'un atlası; pek çok atlas var. Bunların bazılarına bir bakın:
16. yüzyıldaki Türkçe adlara ne olmuş? Avrupa klâsik coğrafyayı öğrenirken, kendi coğrafyasını bile bilmeyen OsmanlI'nın yer isimlerini de kendi tayin etme ğe başlamış.
En acısı: Mustafa Kemâl Samsun'a gitmeden önce Devlet-i ÂTİ Osman'ın Sadrıâzâmını görmeğe gittiğinde, müfettiş paşanın görev alanı hakkında üze rinde konuşabilecekleri harita Alman Kiepert'in imzasını taşımaktadır. O harita nın eski bir versiyonu olan 1858 tarihli Doğu Anadolu haritasını iki ay önce sev gili dostum, kıymetli sahhaf, emekli öğretmen Binbaşı Sami Önal Beyefendi ba na gösterdi: "Şuraya bak Celâl dedi, şu kepazeliğe bak! Herif Doğu Anadolu üze rine ne yazmış!" "Elbet yazar Sami Beyciğim" dedim. "Heinrich Kiepert büyük bir coğrafyacı, kıymetli bir bilgindir. Ama o da ancak elde edebildiği bilgi kadar sen tez yapar, harita üretebilir. Kiepert o tarihte Türkiye'de acaba hangi meslekda- şını bulabilir, hangisiyle bilgi alış-verişi yapabilirdi? Tam o tarihlerde Anado lu'nun jeolojik haritasını 15 yıl arazide bilfiil çalışarak çıkaran büyük Rus bilgini Pierre de Tchihatcheff acaba Osmanlı ülkesinde konuşabileceği tek bir jeolog bu labilir miydi?" Bu sorular bize bazılarının 700 yıllık diye övündüğü, Hayyam'ın "kuru bir addan başka birşey görünmüyor ortada" sözüyle betimlenebilecek de rebeyliğin gerçekten de ne fecî durumda olduğunu göstermektedir.
19 Mayıs, 700 yıldır oradan kovulmuş olan eleştirel aklı Anadolu'ya iade etmenin ilk adımıydı. Anadolu'ya sahip olmanın sırf onun çocuklarını cepheler de kırdırmak, onun emeğini tek kuruşu onlara dönmeyen vergilerle emmek değil; onu tanımak, onu bilmek, onu incelemek, onu dünyaya tanıtmak, onu imâr et mek, onun evlâtlarına insan olma haysiyet ve imkânlarının hepsini temin etmek demektir. Pusulası bile bozuk yaşlı Bandırma nın içinde Karadeniz'in dalgalarıy la sarsıla sarsıla 19 Mayıs'a doğru yol alan Rumeli'li Paşa'nın altın saçlarıyla taç lanan kafasındaki gerçek kurtuluş, Anadolu'nun, OsmanlI'nın Asya'daki o zaval lı ve perişan çocuklarının, eleştirel aklın yarattığı batı uygarlığıyla, bilimle kucak laşmalarıydı. Toplantılar, savaşlar, zaferler, antlaşmalar: Bunlar hep o zamanlar bir tek O'nun berraklıkla gördüğü o yüce hedefin üzerindeki kilometre taşların dan ibaretti.
1 Mayıs 199'da eleştirel
akıl Anadolu'ya İade
ediliyordu.
Not: Şengör'ün, 15 Mayıs Haşan Tahsin yazısı geçen hafta yayımlanacaktı. Ancak bir zamanlama hatası yaptık. Bu nedenle 19 Mayıs yazısını'da gecikmemesi için bu hafta
yayımlıyoruz.---635/5