21 HAZİRAN 1993 PAZARTESİ
Yaşan Kemal'in Kökleri
U Ğ U R KÖKDEN_________________________________ Bir romanın köklerine inilirse, iki ana damara rastlamr ço ğu kez: Biri insan dam an, öbürü doğa daman. Yaşar Kemal için insan daman, doğduğu Hemite Köyü. Tüm Hemite köyleri. Bölgenin insanlan. Kısaca öz toprağı. Anadolu! Gi derek yeryüzünün sınırsız ve sınıfsız, bugünkü ve dünkü in sanlan.
Doğaya gelince, olabildiğince geniş coğrafyası içinde, önce Çukurova! Doğamn yansıttığı, doğada yakaladığı yüksek güzellik değerlerini, insancıl bir sıcaklıkla yazıya döken bir romancı Yaşar Kemal. Bu arada, toplumsal değişimlerin (fe odal çöküşten kapitalizmin aşamalı gelişmesine geçiş) dö nüm noktasını yakalaması, yazara, yükselen bir dalganın sırtına binme fırsatı yaratıyor.
Öte yandan, insana duyduğu sıcak ilgi, tıpkı köylüsüne yaklaşımında görüldüğü gibi, ruhbilimsel çözümlemeleri de doğa betimlemesiyle -eş düzeyde sayılmasa bile- dengeli bir düzeye yükseltmekte. Böylece yazar, içinde doğduğu /yetişti ği koşullan n ürünü yoksulluğu hem bilgece bir hoşgörüye hem de evrensel boyutlarda direnişe çevirmeyi bilmiş. Başka bir deyişle, Yaşar Kemal, kendi ortamına ters düşmüş “aykın” bir ürün olduğu ölçüde, bu ortamın uyumlu bir üye si de.
Seyhan Belediyesi’nin Dördüncü Kültür Şenliği çerçeve sinde Adana’ya koşanlar, orada, Hemite K öyü’nde yalnız Hemite’yi, Adana’yı ya da Çukurova’yı değil, aym zamanda Akdeniz’i, uzak Batı ve uzak Kuzey’i, kısaca tüm insanlık ai lesini yanında buldu. Güney güneşi altında kıpırtılı, cıvıl cı vıl, canlı bir topluluk oluşturuyor insanlar.
Güneş, su ve yağlı kırmızı toprağın üçlü ortak bereketi! Doğayla yeşili, ancak ilkyazda Çukurova’yı görerek anla mak olası. Yeşil Çukurova! Betonun sonradan görme ço cukları için şaşkınlık uyandıran, yadırgatan, bilmedikleri, unuttuklan bir gerçek, güneyin cömert doğası.
Şurda burda erguvanlar. Çağlaya durmuş badem ağaçlan. İncirler. Çukurova’mn kalın yapraklı incirleri ne İstanbul’un (Çengelköy) ne Ege’nin incirlerine benziyor. Güçlü, yapılı, geniş gölgeli ağaçlar. Yol boyu kırmızı çiçeklerini açmış nar lar. Çukurova, bu tarihte yazla bahar arasında sallantıda. Duraksamalı.
“ Bizim ilde on dört çeşit yeşil vardır”, diye söze giriyor yöreden birisi. Haksız mı? Hiç sanmıyorum. Az bile söylemiş olabilir rahatlıkla.
Ama, çamlara gelince, onlar uzakta. Salozlan toprağa sız mış mı, bilinmez.
Bir an durup, insanın şaşırtıcı ve olağandışı serüvenini dü şünmemek, geriye bakmamak elden gelmiyor. Gerçekten, sanki sıcak toprakta, uzaklardan gelip uzaklara giden, sayı lamayacak sayıda kanncalann oluşturduğu bir kafileyiz. Kim bilebilir?
Sonunda, işte, Hemite Köyü! Gerçekten köy, düzlüğün gün doğusuna düşüyor. Kayalığın dibinde. Arkasında, bo dur çalılannı saymazsak, kıraç ve taşlı bir dağ. Belki çakırdi keni kalmamış, ama yeşili de yok. Daha doğrusu yumuşak eğimli, fazla yüksek sayılmayacak iki tepe. Sıradan iki yük selti. “Kayalar mor. Üstlerini sütbeyaz, yeşile çalan gümüş renkte lekeler örtmüş.”
O sırada, kimliksiz bir ses, “Şuncacık dağlar mı. Yaşar Kemal’in dağlan?” diye mmldamyor. Bunu söyleyen, belli ki, küçümsemesini, düşkınklığmı, bir çeşit aldatıhşım dile ge tirmekte. Oysa, d o ğ u d a n yazar bile, bu aldanma duygusu nu okuruyla paylaşmaktan kaçınmıyor; “Bu dağlar koca man görünürdü eskiden gözüme”, diyor gülerek,"meğer kü çücükmüş!”
* Aşağıda, insanlann arasında bir ev kedisi gibi sırnaşarak akan bir ırmak var. Ceyhan’ın bir kolu. Tembel tembel yanı mızdan geçip gidiyor. Söğütler ve sazlar, suyun içinde, yan sabit yan sürüklenir gibi. Artık, çürümüş saz, çürümüş ot, ağaç kamış ya da çürük toprak kokmuyor. Yaşar Kemal’in ırm ağ bile değşmiş.
“Olağanüstü!”
Uzunca san saçlı, kâğıt gibi ince derili yabancı bir kadın, temsil ettiği^etkili kimliğe de dayanarak, düşüncesini bu tek sözcükle dile getiriy(flK"Bir yazann çıktığı yerle ulaştığ nok ta arasındaki mesafe göz önüne alındığında, olağanüstü bir sonuç!” diyor. Ama, ana kaynak, kendini sürekli yenileyen, üretici, zengin, asıl kaynak, gerçek ölümsüzlük çeşmesi halk değl mi?
Karşımdaki alçakgönüllü iki tepeyi süzdüm. İnsanın acılı, sabırsız ve çoğu kez başarısız bekleyişini düşündüm. Tepeye, köye ve insanların üstüne, yoğun bir ışık yağmuru yağyor şu anda. Hiç kimse bu ışıktan kaçamıyor, korunamıyor. O den li cömertçe yağan bir ışık ki, dağlan, taşlan, ağaçlan, otlan, akan suyu, ırmağa inen merdivenleri, mermer düzlükte yük selen -bir yabancı gibi sessiz ve durgun- heykeli dolduruyor. Yalnız insanlar ışığa kesmiyor. Herkes kendi karanlığını, gölgesini yanında taşımakta. Bununla birlikte, sanki bir anlığına, heykel bile duyguyla dolup taşıyor. Can kazanıyor.
“Uç kaya düşmüş, günlerden bir gün, dağdan aşağı!” Böyle başlayacak her halde, çağdaş Hemite masalı. G er çekten heykel, karşı dağdan getirilmiş birkaç iri ham taş küt leyle onların arasından fırladı-fırlayacak gibi duran genç bir insanın oluşturduğu karma bir bütün. Eski bir Yunan ya da Roma atletini andıran bu genç varlık, sanılır ki, az sonra son suza dek sürecek bir koşuya başlayacak. Yaşam da bir yanş, çünkü, bir savaşım! Tıpkı yazann fırtınalı, o inamlmaz yaşa- möyküsü gibi.
Genç adamın yüzü ırmağa dönük. Solunda köy var. Bu bakımdan Yaşar Kemal Heykeli, hem yazann köklerini hem somut ürünle kanıtlanan yeteneğini simgeliyor.
Bir sevinci paylaşan, uğuldayan kalabalık içinde, gözle rim, Yaşar Kemal ailesini anyor: Süleyman Emmi’yi, eşkıya Koca Ahmet’i, Iraz A na’yı, yol arkadaşı Cabbar’ı, Recep Çavuş’u ve Yörük beyi Kerimoğlu’nu. Biliyorum, inanıyo rum, onlar hep orada. Köylülerin arasında. Gene de başdön- dürücü bu büyük aile önünde tekil bir ses duyuluyor: “Dün ya ne kadar büyük da?”