SS
,
/
.i
Âbdülhak Hâmid'e
(Büyük Şair Âbdülhak Hâmid bundan 13 yıl önce (12/13 Nisan 1937 de) hayata gözlerini kapa.
m işti. Bu sayımızda yakın dostu Faik Âli’nin der
gimize lütfettiği birkaç hatırayı neşrederek mer huma karşı olan saygı borcumuzu yerine getir, meğe çalışıyoruz - Hisar)
Bundan 48 sene evvel bir gün «Servet’i Fü- nun» Mecmuası”nm o zaman Meydancık Sokağın’- daki idarehanesinde İsmail Safa, Cenab Şehabed- din ve ben Tevfik Fikret’in yanında öteden be riden konuşuyorduk. Fikret ayakta pencereden sokağı seyrediyordu. O sıralarda Avrupa’dan me- zunen İstanbul’a gelmiş olan Âbdülhak Hâmid Bey’in Sirkeci tarafından Ahmed İhsan Matbaası binasına yani mecmuanın idarehanesine gelmekte ol duğunu pencereden görmüş, Hâmid geliyor diye rek hemen odadan fırladı. Biraz sonra, merdive nin aşağısından karşıladığı büyük ziyaretçisiyle odaya girdiler. O küçük oda, o anda Yeşil Cami gibi, Süleymaniye ve Selimiye camileri gibi rû- haniyet ve ulviyet dolu bir mabetti. Hiç unut mam: odaya girince hazır olanlara eli ve başı ile selâm vererek kapının yanındaki bir sandalyeye oturan edeb ve şiir sultânını, İsmail Safa: aman efendim, şöyle, diyerek köşedeki koltuğa buyur edince burası iyi demiş ve ısrar üzerine o kol tuğun yanındaki pencereye birhoş bakmak ca mın açık olduğunu, sözde, ima etmişti. Hakikatta bu, baş köşeye geçip kurulmayı istemediği için bir bahane, ve çünkü Hâmid fıtrî, samimî, sa- medânî tavâzua en kibar nümûne idi. Camı hemen ben kapadım. Ve her oturduğu yere bir saltanat tahtı pâyesi veren o insan üstü köşedeki sade koltuğa geçti.
Fikret, Hâmid’in henüz şahsen tanımadığı Cenab’la beni takdim, müşarünileyh de mütâdı üzere bize iltifatlarını ibzal etti, ömrümün hiç unu- tamıyacağım en güzel günlerinden biri.
Hâmid’i ikinci defa görüyordum. İlk defa bir hafta kadar evvel biı gün ben Divanyolunda Sul- tanahmed bahçesi hizasında karşılaştığım bir bü- dikle konuşurken, resimlerinden derhal tanıdığım şaiirin siyah çarşaf ve peçeli genç bir hanımla geçtiğini görmüştüm. Yanındakinin kızı Hamide hanımefendi olduğunu yakınımdan geçerken işitti ğim bir muhâverelerinden anlayınca Makberdeıı iki beyit hemen zihnimden geçti: ,
Derler ki Hüseyn.ü-Hâmidem var. Dünyâda demek ki fâidem var.
Ettikçe seni dizinde takbil Şâir de çoçukdur ey kızım bil.
Çok küçüktenberi hayranı olduğum bu çok
Dair Hatıralar"”T/V^,
^ Âbdülhak Hâmid’in Fâik Âli’ye
h ü v u k fi/»İn Hirlrat» rlolrilro ftloıın +nrvı on« | | a
yazılmış hır mektubu
büyük şâiri birkaç dakika olsun temaşa etmek için konuştuğum zattan ayrılarak arkasından biraz uzakta yürüdüm. Mülkiye mektebine giden sokağın karşısına kadar hayran hayran takibet- tikten sonra bir iş için yarım saat izinle çıktığım mektebime gitmek mecburiyetiyle Sultanmahmud Türbesi yamndan küçük sokağa saptım. İçimde ruhanî bir neş’e vardı. Bu tesadüfü kendilerine anlattığım bazı sınıf arkadaşlarım bana gıpta etmişlerdi. Hey gidi mes’ut ve mubarak günler ve büyüklüğe âşık ruhlar.
Evet on iki yaşımdanberi hâfızamt şiir yıldız- lariyle doldurarak Dicle’nin ve Marmara’mn yaz geceleri semâsı gibi nurlara gark etmiş olan şiir ilâhım ikinci defa yakından seyrediyor, sesini işitiyor, sözlerini dinliyordum.
En çok Ismâil Safa konuşuyor ve onu konuş turuyordu. Yeni çıkmış olan «Nevsali Servet-i Fünun» daki «Hediye-i sâl» manzûmesinden bah sedildi. O muazzam eserin bir kaç parçasını sansür çizmişti. Hâmid çok tahrip edilmiş, niçin? diye Fikret’e sordu. Fikret harâbiyi musavver olduğu için deyince, ulvî bir infial ve istihza ile:
Manzumei malûme hakkındaki iltifatlarınızdan ne kadar memnun ve mübahi olduğumu tarif e- demem. Bana izharı teveccüh hususunda biraderi mükerreminizle müsabaka ediyorsunuz.
Manzumei cevabiyenizdeki
«Sen zührelerin nârına yandın»
Tevcihi ne güzel ve ne kadar doğru. Ve yal nız bunda mübalâğa yok. Bahsettiğiniz serîre ge lince beni ona siz ikiniz iclâs etmiştiniz, binaen aleyh istediğiniz ânda calisini hal ile mahkûmu iflâs edebilirsiniz.
Bu matbu ve manzum lûtufnamenizi aldığım gün ehibbadan birisi bir suretini almak üzere elimden kapmış olduğundan ve ertesi gün iade edeceğini vaadeylediği halde getirmediğinden hid det ediyorum. İnşaallâh İstanbul’a avdetimde ba na bir nüsha daha ihda edersiniz. Şimdilik şük ranımı tekrar takdim ve ■ nâsiyei irfanınızı telsim O harabî Felemenk’e âid dedi. Hepimiz ken
dimizi tutamıyarak kahkaha ile güldük; O da tebessüm etti.
Bir aralık ona, üstad, diye hitap ederek bir şeyler söylemek isteyen Safa’ya dehâ tahtgâhı olan cebininde derin bir çinle: hepimizin bir tek üs- tâdı var, ve eliyle pencereden göklere işaret ede rek, bizi yetim bırakarak gitti, demesi üzerine bütün başlar öne eğildi. Nâmık Kemâli kasdettiğini derhal anlamıştık.
Hamid’i arşı rahmete intikal edinceye kadar 40 küsur sene en sık ve en çok görmekle bahtiyar olmuşlardan biriyim. Nâmık Kemâl’e daima âbi- dâne bir hürmet gösterdiğine şâhid oldum. Mak. berde şair-i âzamdiye tavsif ettiği Fuzûli’den ne zaman bahsolunsa hemen bir tâzim vaz’ı alırdı. Huzurunda büyük kardeşimle benim bulunduğu, muz bir gün şimdi hatırlayamadığım bir münase betle bu beyiti okudu.
ile iktifa ederim büyük ve sevgili şairimiz efendim. 18 Kânunusani 1923
Mütehassir ve minnettarınız Âbdülhak Hâmid
(*) Bu mektup, Hâmid’in «Mevki Viyana...» diye başlıyan Hasbihâl adlı meşhur manzumesine Faik Ali nin yazdığı ve «Şâir-i Azâma Mektup»
adt ile risale halinde neşrettiği manzum cevap üzerine gönderilmiştir.
Zamâne içre mücerrebdir intikamı zaman «Hemîşe yahşiye yahşi verir yamana yaman
Benim gibi kardeşim de bu beyiti bimiyor- muş. Efendim kimin? deyince, kimin olabilir? Fuzuli’nin diyerek yine bir huşû vaziyeti almıştı. Şarkın bu en büyük edibi yalnız yazılariyle değil, dâima sözleriyle, tavırlariyle, hareketleriyle de küçüklere edeb dersi, büyüklük dersi vermiştir.
«Olsun sana nur-i ezelî şem’a-i türbet»