• Sonuç bulunamadı

Camilerimiz ve öyküleri:Sayı 6

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Camilerimiz ve öyküleri:Sayı 6"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

M Î İ İ Î U e # CAMİLERİMİZ VE ÖYKÜLERİ

VT~ n oijiO O

SAYI

(2)

Caminin sedef kakmalı bir kapısı

Avludaki şadırvan.

r

47

BU ALBÜM SANAT TARİHÇİSİ METİN SÖZEN TARAFINDAN HAZIRLANMIŞTIR

(3)

Caminin nefis çinilerinden birinin görünümü.

SULTÂN SELİM

Ünlü bir sultanın adına y a ra şr

görkem i bir yapıdır.

Bir fırtına gibi geçen ömründe

büyük işler başarm ak ateşiyle

yanm ış ve başarm ış olan bu

sultan, ne var ki küçücük

bir çıbana yenilm iştir.

Mimarının kim olduğu tartışm alı

olan İstanbul'un ünlü

cam ii 1552'de tamamlandı

İ

S T A N B U L ’U özellikli kılan şeylerin başında yedi tepesi gelir. Bu kenti ele geçirip yedi tepeyi bir­ den sınırlarına alanlar, dönemlerinin önemini, büyüklüğünü ortaya koymak için, tepeleri gerektiğince Biçimlendirmeyi amaç edinmişlerdi. Böylelikle ünlü kente bir şeyler getirdiklerine inanıyorlardı. Çünkü tepelerde yükselen bu anıt, yapıldığı dönemi ve yaptıranı simgeliyor, onun gözlerden yüzlerce yıl ırak kalmasını sağlıyordu. Bir bakıma bu tepeleri bu denli kullanmanın geleceğe kalma duygularıyla karışması ilginçtir. Koca Bizans İmparatorluğumda da bu böyle olmuştu, Osmanlı İmparatorluğumda da. Bir an gelip geçerken, özellikle karşı kıyılarda iseniz, yedi tepeye bir bakın, neler göreceksiniz? Sonra bir düşünün bütün tepelerin nasıl pay edildiğini, anlarsınız hemen durumu. Üstelik tepelerin biçim almasına önayak olanların sıradan imparatorlar, sıradan sultanlar olmadığını görürsünüz. Hepsinin altı Çizilmiştir çok önceleri tarih kitaplarında, şöyle büyüktü, böyle ünlüydü diye. Yoksa kolay değil, İstanbul gibi erişilmesi zor kentin, yedi gibi sayılı bir tepesini ünlendirmek. ,fÇok ünlü, çok büyük” diye tanınmışları

aralayıp daha büyük, daha ünlü olduğunu kabul ettirmek gerek, tepelerde anıt yükseltmek için. Üstelik bu anıtların, bir büyük imparatorluğu, bir büyük kenti simgeleyecek oranda, özellikte olması gerek. Gerçekten de bir bir bu tepeler üzerinde yükselen anıtları gö z­ lediğimizde, hangi büyük imparatorluklar, hangi büyük imparatorlar ve sultanlar geçmiş, o saat anlarız. O zaman hak veririz, büyüklerin en büyükleri kimlermiş, bu büyüklüğü bir de ne yolla yapmışlar, bu büyüklüğe ulaşmak için hangi ünlü sanatçıları kullanmışlar.

Her şeyi eli ayağı

bağlı seyreylem ekted ir

Ayasofya, Nuruosmaniye, Beyazıt, Süleymaniye, Şehzade, Çatih camileri derken bir yapı gelir İstanbul’u boydan boya süsleyen bu yapıların ardından. Ünlü bir sultanın adını taşır. Bir fırtına gibi geçen ömründe, büyük işler başarmak ateşiyle yanmış ve- başarmış olan bu sultan, ne var ki, bir küçük çıbanın küçüklüğüne yenilmiş, genç yaşta büyük ülkeleri kattığı impara­ torluğundan çekilip bir tepenin üzerinde, sonraki günlerini tüketmeye karar vermiştir. İstanbul’un beşinci tepesindeki bir türbede, çevresindeki bir bölümü yıkılıp giden, bir bölümü adını sürdüren yapıların dinginliği içinde, eski görünüşünü yitirmiş Haliç’e bakmadadır artık. Her şeyi, eli ayağı bağlı seyreylemektedir. Sultanın adım açıklamanın, yapıların adım açıklamanın, bilmem gereği 4Var mı? Çünkü hepimiz biliriz beşinci tepe üzerindeki Yavuz Sultan Selim külliyesini, burada yatan Yavuz Sultan Selim’i.

Sarnıcın suyu yıllarca

evvel çekilm iş

Haliç’i veya daha uzaklardan bu yapılar topluluğunu seyretmeyi bırakıp, daha yakınlardan görm eyi dileyenler, Fatih 'Camisi’ni geçip minaresini gördükleri yapıya yöneldiklerinde, birdenbire çok düzgün, büyük bir çukurla k a rş ıla rla r. Hep gözleri yukarlarda, yapmm

üstünde olanlar, bu büyük boşluğun varlığından şaşırırlar. Oysa buralara gelenleri yüzlerce yıldır şaşırtan bu yapı, bir açıkhava sarnıcıdır. Üstelik tek değildir. Benzerleri vardır İstanbul’da, En tanınmışı, bugün Vefa Stadı olarak kullanılan açıkhava sarmcıdır. işte onun gibi bu da, ünlü kenti almaya gelen düşmanların uzun kuşatma sürelerince, İstanbul’un susuzluğunu önlermiş, kentin susuzluktan düşmemesini sağlarmış. Gerçi bugün artık İstanbul kuşatmaları döneminde yaşamıyoruz, ama durduğumuz yerde sularımız akmayınca ister istemez kuşatma yıllarım anımsıyoruz bu sarnıcı görünce, ister istemez düşünüyoruz belki kuşatma sıralarında bile İstanbul halkı bizlerin çektiği susuzluğu çekmemişti o za..^jım koşullan içinde. Bırakalım dalmayı susuzluğa, sonunda çıkmazlara gireriz. Dönelim geçmişe.

460 yıllarına doğru yapıldığı ileri sürülen bu sarnıç, daha çok A spar Sarnıcı diye tanınır. Osmanlılar da Sultan

Selim Çukur Bostam derler. 152 metreye 152 metre

boyutlarındaki bu sarman içinde evler yer alırdı bir zamanlar. Bir bakıma küçük bir mahalleydi sarnıcın içi. Suyu yıllarca önce çekilmişti. Çekildikten sonra da bir daha doldurmanın gereği duyulmamıştı. Gün geldi evler eksildi, bu kez tavuk çiftliği oldu. Bilinmez bundan sonra ne olur? Acaba gün gelir sarnıç olduğu anımsanır mı?

Beşinci tep eye yerleşm ek

Yavuz'a nasip olmuş

Sarnıcın kenarından yürüyerek yaklaştığımız yapıların yerinde eskiden, Bizans imparatorluğu döneminde bir saray yer alırmış. Böyle zengin görünümlü bir yerde oturmak, seyretmek etrafı, büyük bir nimetmiş. Gün gelmiş bir imparatorlukla birlikte tepelerin kim liği değişmeye başlamış, sonra yeni gelenler çizmişler özelliklerini, dünya görüşlerini bir bir tepelere. Beşinci tepeye gelip yerleşmek de Yavuz Sultan Selim’e nasip olmuş. Bir de bu geçmişe değinelim, bakalım onlardan neler kalmış, neler gitmiş, zaman denen yiyip bitiren, tüketen etkene karşılık.

(4)

A yrıntılarım girmeden hemen bir noktayı açıklamak zoru ıiuluğu vardır buyapılar topluluğu sözkonusuolunca. A ca b ı, bu yapıya hangi mimar el vurdu? Bu yapıların yükseldiği yıllarda 26 yaşmda olan Mimar Sinem, söylendiği gibi y; ''dann mimarı mıydı? İşte bu sorularla başladık. Böyle ’ aşla uzın gerçek nedeni şimdiye kadar bu konul? a eğil.' urkesin ister istemez böyle bir tartışmaya katili is m i leri gelmektedir.

Biz de tartışa ’a g . . ık değiliz, zaten amacımız da bu değil. îlk kez '’e jin ec iği? rnz yapım y ılı ve yaptıranıdır. Bu konuda bize y ,) g ' i t .ren,camii ve türbe kapısmda yer alan yazıtlardır. Car . apışındaki yazıtta Yavu z Sultan

Selim’in emriyle yap iği yazılmaktadır. Türbe yazıtmda ise, babası adına F mı Sultan Süleyman'ın yaptırdığı belirtilmektedir. Beı. ı bu yapılar topluluğunun yapımına Yavuz Sultan Selim zamanında başlandı, oğlu da tamam­ lattı. Bilinen en açık gerçek 1522 yılında yapıların bitirilmiş olmasıdır. Bu tarihte tamamlanan yapıların mimarı kimdi? Bu konudaki tartışmaların öyküsü uzundur. Çeşitli adlar çıkar ortalığa bu konuya dalınca. Uzun yıllar Mim ar A cem Alisi, Mimar H ayrettin adlan dolaşmıştır ortalıkta. Beyazıd Camisi’nin mimarı H ayret­ tin yapmıştır denmiştir. Bugün biliyoruz ki, Beyazıd Camisi miman Yakup Şah adında başka bir kişidir. Belgeler çıktıkça değişmektedir adlar. Bu arada, Mimar Sinan adı, en yaygın olanlar arasındadır. Bir tek yapıldığı yıl1 arda 26 yaşmda olması düşündürmektedir tartışanlan. Aynca, Mimar Sinan konusundaki bütün belgeler içinde, yalnız Tuhfet-ülMimarin adıyla bilinen eserde bu yapılar topluluğu Sinan’a bağlanmaktadır. Bu tartışmaların aslında bir tek noktası ilginçtir: O da Sinan'ın ilk atılım yaptığı yılların açıklığa kavuşturulması. Bunun dışında yapılar topluluğu, özellikle camisi, bir gelişimi sürdür­ mekle beraber, büyük bir atılım göstermerıektedT. Gerçekten, cami, imaret, medrese, hamam, kervanı ar ıy ve türbeden ibaret yapılar topluluğunun ağırlık nerke- zinde yer alan cami, eski bir geleneği sürdürmektedir. Bu da Osmanlı M im arisi’nin İznik, Bursa Ve Edim e gibi önemli merkezlerde denedikleri cami-imaret bileşi ,ıi “ Zaviyeli T ip ” diye tanınan yapı biçimini yansıtmasıdır. Gerçi bir anlamda değişiklik taşımaktadır diğer örnek­ lerden. Cami bölümü 24.5 metre çapındaki bir büyük kubbeyle örtülmüş, tabhaneler yana alınarak, 9 kubbeli olarak düzenlenmiştir. Bu bir bakıma geleneklere bağlılık, bir bakımdan da tek kubbeli yapının sınırlarını geliş­ tirmektir. Her şeye karşın, yapı basık bir izlenim bırakmakta, kubbe bütün ağırlığıyla yere basmaktadır. Oysa I I . Beyazıt'm Edirne’de aynı planı tekrarlayan camisi, bundan daha başarılı bir uygulamadır.

Mihrap ve mimber

beyaz m erm erdendir

Tartışmalardan başımızı kaldırıp mimarisi, çinileri ve hünkâr mahfili altındaki ilginç tavan bezemeleriyle bir­ çok özellikler taşıyan yapıları 17. yüzyıldaki görünümüyle Evliva Celebi’den izleyelim:

"Müezzin mahfili sağ taraf duvarına bitişik mermer direkler üstündedir. Minber ve mihrabı beyaz mermer­ dendir ve sâde-güzeldir. Camiin solundaki direk üzerinde Padişahın ibâdet edeceği kısım vardır. Buraya sonradan Sultan İbrahim yaldızlı kafesler koydurmuştur. Kubbe etrafında mübarek gecelerde kandiller yakılacak bir kat vardır. Binlerce asılı eserler ve avizeler ile süslenmiş bir camidir. Cami içinde bunlardan başka özellik de yoktur.

Sağında, solunda birer şerefeli iki minaresi dahi başka minareler gibi yüksek değillerdir. Avlusu beyaz mermer ile döşeli, dört tarafında yan sofaların çeşitli sütunlarla dolu üç kapısı vardır. Avlunun tam ortasında bir abdest havuzunun fıskiyeleri daima akar. Müslümân cemaat abdestlerini tazelerler. Suyu âb-ı hayat gibi berrak, tatlı ve hazmı kolaydır. Bu havuz üzerine de Sultan Dördüncü Murad sekiz sütun üzerinde bir sivri kubbe yaptırmıştır. Havuzun etrafında 4 servi ağacı vardır. Bu avlu dışında içerisi çeşitli ağaçlarla süslü bir büyük avlu vardır. Buranın da 3 kapısı vardır.”

Türbe, çinileri ile

göz doldurm aktadır

Bu yapfiarm gidenlerini düşünüp sıralarsak, ker­ vansaray, hamam, imaret, diye başlamamız gerekir, imaretin yerinde bugün Sultanselim K ız Lisesi vardır. Gidenler bir yana, kalanlardan cami dışında en ilginci kuşkusuz daha önce değindiğimiz, Yavuz Sultan Selim’in türbesidir. Caminin mihrap duvarı önündeki bu türbe sekizgen gövdeli kubbeyle örtülü bir yapıdır. Yazıtından anlaşıldığı gibi, ölümünden üç yıl sonra 1523 yılında tamamlanmıştır. Türbe, çinileri, içindeki kalem işleriyle göz doldurmaktadır. Dikkati çeken yalnız çiniler ve kalem işleri değildir." Sanduka çerçevesi sedefkâridir. Ayrıca sandukanın üstünde Y a vu z’un bir de kaftanı bulunmak­ tadır. Bunun ilginç öyküsü bilindiği gibi şöyledir. “ Yavuz Sultan Selim, Mısır dönüşünde îbn-i Kemal ile beraber atla yan yana giderker,nasıl olduysa îbn-i Kem al’in atının ayağından sıçrayan çamur, Sultanın kaftanına gelmiş, bu durumdan ünlü bilginin çok sıkıldığını ve üzüldüğünü gören Sultan şu sözleriyle onu teselli etmiş: “ Ulema atı ayağından üzerime sıçrayan çamur benim için ancak övünme sebebi olabilir, ölümümden sonra bu kaftan sandukam üzerine örtülsün.

K okular ve gürültüler

arasında

Yavu z Sultan Selim’in türbesi tek değildir, karşısında çinilerle süslü, altıgen planlı şehzadeler türbesi yer alır. İçinde ise, Kanuni’nin oğullan ve kızlan yatmaktadır. Şehzadelere karşılık bir sultan türbesi daha vardır, Haliç tarafında. Bu da altıgen gövdeli, kubbeyle örtülü bir yapıdır. Türbede 1861 yılında ölen Sultan Aldülmecit ile oğîıllan ve Cemile Sultan yatmaktadır. Sandukaların en ilginci kuşkusuz büyüklüğüyle Sultanınkidir.

»i

\

\

Caminin içi birbirinden ustaca yazılmış yazılarla süslenmiştir.

Bütün bu türbelerin dışında bir türbe daha yükselmiş bu alanda. Yavuz Selim’in ilk kansı, Kanuni’nin annesi A yşe Hafize Sultan ve başkaları yatarlarmış, zamanla yıkılmış.

Tepeler, sarnıçlar, saraylar, camiler, imaretler, türbeler derken bir anıtlar topluluğunu daha tükettik. Buranın özelliği kuşkusuz yalnız anıtlar değildir. Gidenler, görenler daha iyi bilirler. Haliç’in en güzel

göründüğü yerlerden birisidir. Üstelik Haliç’ten yükselen kokuları ve gürültüyü buradan duyamazsınız. Kendinizi bir an olsun bulunduğunuz zamandan koparıp bir uzun geçmişe yöneltebilirsiniz. O zaman hızla özelliklerini yitiren Haliç ve çevresi gözünüze biraz daha güzel gözükür. Anlarsınız, Yavuz Sultan Selim gibi dünyalara sığmadan Sultanın burasım neden seçtiğini. Bilmediği, kendisi için karanlık bir dönemini sürdürmek için geup burada karar kıldığım ...

(5)

Şemsipaşa Camii’nin genel görünümü.

ŞEMSİ PAŞA

I

~

~

Derler ki eskiler: «Deniz kıyısında

küçük bir yapıdır am a, o kadar

lirindir ki, uzaktan süslü bir

köşk sanırsınız» Onaltıncı yüzyıl

yazarlarının uzaktan köşke

benzettikleri bu yapının köşk

olmadığını Üsküdar kıyılarına

yaklaştığınız zaman daha iyi anlarsınız.

Tek şerefeli ve kesm e taştan

yapılmış camnn avlusunda dört

mevsim dayanacak çiçekler dikilm iştir.

Usta Sinan'ın mimarisinde

yaşam ın sevincini, , doğanın

diriliğini bulursunuz...

y

E N Î bir çağda yaşıyoruz. A rtık ülkeleri ı, kentler arası uzaklıİdar gittikçe azaUyor. pr giden kervanların günlerce aldıkları ypllar, ki 1-

dıkça kısalıyor. Bu kısalmalara karşılık günümüz insan m belirli şeylera ayırdığı zaman (da o oranda kısalıyo

Eskiden bir kervanın ardından düşüp yolla ta koyularda , bir kente, hele tanınmış bir kente vardıklarında, uzu ı yolculuklarını düşünerek, gittikleri kentin büyük özellik­ lerini öğrenmeye, o keptin yaşamına katılmaya çalışır­ larmış. Bu yüzden o gezginlerin eli küfem tutanları, gördükleri kentin anıtlarından, onu özellikli kılan şeylerinden söz etmeye başladılar üıı, anıtlarını ve

özellikli şeylerini o kentin yaşamından sıyırıp almaz­ larmış. Bilirlermiş bir büyük anıtın köşesindeki bir kahvenin veya küçük bir anıtın çevresinde oluşanların kentin rengi, yaşamı herşeyi olduğunu. Bizler bugün onların yazdıklarım okuduğumuzda, yüksek sesle şaşkın­ lığımızı belli etmemizin bir nedeni, onların bu denli dikkatli bakışlarından gelmektedir. Gerçi bizler, artık zaman denen şeyi gittikçe kısaltmakta ustalaştık. Bir kente gittiğim izde o kent nasıl çabuk dolaşılır öğrendik. Bu yüzden kısa bir zamanda birkaç kenti bir araya getirebiliyoruz yakaladığımız kısa bir tatil boşluğunda. Üstelik o gittiğim iz yerleri belgeleyebiliyoruz çektiğimiz fotoğraflarla. Gelen giden dostlara gösterebiliyoruz. Gerçi ben biraz garip karşılıyorum bu tür gezileri, bu tür görmeleri. Acaba, biraz geçmişte mi kalmışım, çok mu zamanım var gezip dolaşmaya^ yoksa anlamsız mı buluyorum bir fotoğraf makinesinden birkaç kenti görmeyi? Belki bütün bunlar etkendir garipsememe, kentleri değerlendirmeme bu tür gezileri yeterince anlayamamama. Am a beni haklı kılan şeyler de var galiba, örneğin bizler içinde yaşadığımız, zorluklarına karşın yaşanılası bu kentte önünden her gün geçip gittiğm ıiz halde, bir türlü faşım ızı kaldırıp göreme­ diğimiz şeylerin acaba farkında mıyız? Çoğumuzun yolunun düşebileceği bir yeri alalım, Beyoğlu’nu... Acaba kaç’ rmz İstiklâl Caddesi’nde giderken alttaki şık dükkânların, bol bankaların dışında başımızı kaldırıp o dükkânların, o bankaların bulynduğu yapılara bakm ışa­ dır; onların bir dönemin özelliklerini yansıtan ilginç yapılar olduğunu görmüşüzdür. Sık sık önlerine bîr tahta perde konup "yıkılarak yenisinin hızla yükseldiği bu yapıların eskisinin, nemenem bir şey olduğunu acaba anımsayabiliyor muyuz, özellikli bir kahvenin, bir eski me /hanesinin bir eski çınar m, çeşmenin, mescidin, se ebı n hızla yıkıldığının farkına bile varamıyoruz.

.^n . r i ^ arm ^ °lduğunu göremiyoruz. Bu kenti özci kii k. .an küçük şeylerin ortadan kalkışıyla bir süre sonre'-an'i uıaaz hale geldiğimizde irkiliyoruz. Halbuki bu işlerden anlayanların, ülkelerinde, kentler böyle hızla yol olmuyor, eğer o kent tarihî bir kentse ve belirli yerleri zamanla özellik kazanmışsa. O yüzden bizler oralara gittiğim izde geçmişten bir şeyler buluyor, neresinde ilginç bir köşe, görülmesi gereken can alıcı bir nokta varsa

kesinlikle görebilme olanağını elde ediyoruz. Çünkü hepsi korunmuş geleceklerin o yerin tadına varması için. Yaşatılmasına çaba gösterilmiş, geçirilen büyük dünya savaşlarına karşın.

Başka ülkelerin kentlerinde İsrarla görm eyi dilediği­ miz, her türlü zorluklara katlanarak gördüğümüz yerleri gözden geçirip-, bir de yaşadığımız kenti alıcı gözle dolaşalım. Bakalım dikkatimizi önce neler çekecek. Bu tür küçük, fakat özellikli yapılar içinde ilk önce çok kıyıda köşede kalanından değil, biraz dikkatli bir bakışla gözümüze takılabilecek olanla başlayalım.

Uzaktan gören

süslü bir köşk sanır

ister Beşiktaş’tan, ister Kabataş’tan, ister Köprü'den olsun, Üsküdar’a giden bir vapura veya motora binelim. Karşıda oturuyorsak bu tür çaba göstermemizin de gereği yoktur. İşin tadma varabilmek azmindeysek, en doğrusu Kabataş’tan bir arabalı vapura binmektir. Hem ağır gider, hem de yüksektir, daha iyi izlenir bütün güzelliği göreceğimiz anıtın. Diğerleri gibi koca bir tepeyi, geniş bir alanı kaplamadığı için karşı kıyılardan birdenbire gözümüze çarpmaz. A ğ ır giden vapurun ağırlığınca sezebiliriz. Derler ki, eskile*-, “Deniz kıyısında küçük bir

yapıdır. A m a o kadar şirindir ki, uzaktan gören bir süslü köşk sa n ır." Onaltıncı yüzyıl yazarlarının uzaktan bir

köşke benzettikleri bu yapının köşk olmadığım vapuru­ muz Üsküdar kıyılarına yaklaştıkça anlarız. Köşk olmadığmın açık bir işareti vardır. O da tek şerefeli minaresidir. Çevresinde başka yapıların bulunuşu bu yapının camiden ibaret olmadığım göstermektedir. Gerçi her gün gelip giden yolcular için pek göze takılır bir yanı yoktur. Ancak, çevreyi izleyen, çevre özelliklerini görmeye, doğayla insanoğlunun kattıklarım oranlamaya çalışanlar bakar bakmaz çarpılmış gibi olurlar. ‘ Doğayla bu kadar uyum nasıl olabilir’ diye sorarlar kendi kendilerine. Üsküdar’ın denize çıkıntı yapan bir köşesinde konmuş gibidir. Vapurumuzun yanaşırken çıkardığı

(6)
(7)

dalgalar neredeyse duvarlarına vuracaktır. O kadar yaklaşırsınız. Yaklaştıkça da ilginiz artar. Çevresindeki doğayla uyuşmayan yapılara karşı, bu nemenem şeydir ki, küçük olmasına karşın bu kadar seyredeni sarar sarmalar, kendine çeker. Bu yapıyı görenler, ‘buraya başka bir şey yakışmazdı’ diye içlerinden karar verirler. Konduramazlar içleri elvermez başka bir şeyin yükselmesine bu burunda, bu kıyıda. Bilirler böyle bir yapı zamana dayanıp gelemeseydi, yerine neyin yapı­ lacağını. İşte bu duygularla dolu, bu kısa zaman aralırındaki geçişi tüketir, biletinizi uzatıp, atarsınız kendinizi Üsküdar’a. Sizinle binmişler çoktan atlamıştır, taşıt bulmak için gidecekleri yere. Siz sindire sindire, göre

göre geldim, acaba yaklaşınca, gezince uzaklardan verdiği izlenimi tazeleyebilecek mi’ diye yönelirsiniz sağ taraftaki yola. Küçük dükkânlar, oduncular ve bazı yapılardan sonra deniz gözükmez olur birderbire. K ıyıya yüksek Tekel binaları yerleşmiştir, deniz gözükmesin, güzellikleri saklayın diye arkadakilere. Biraz şaşırırsınız, denizin bu kadar yaınmda olup da kayboluşuna. Hoş İstanbul’da denize girm ek, için bile halkın kıyı bulmakta neler çektiğini bildikten sonra taşıtların gidip geldiği böyle bir yerde deniz koybolsa ne çıkar’ dersiniz. Sizi böyle duygular sararken perde yapılar tükenir, birden arabalı vapurun dalgalarıyla karışık bir gürültü belirir. El kadar bir kıyıya dalgalar vurmaktadır. Sonra insan ölçülerine yakın, bulunduğu yere uygun, uzaklardan gözümüze atkılan yapı çıkan karşımıza. Dalgalar avlu duvarım dövmektedir. Dibinde eski dönemin burunları bezeli kıyılarından birkaç- tane vardır. ‘Bu tip eski kayık, üstelik boy alı. kayık kaldı m ı’ dersiniz. Taştan kemerli kapıyı aşıp içeri girdiğinizde, ilginç bir avluya varırsınız. Hemen sağınızda tek şerefeli minaresiyle kesme taştan yapılmış cami, karşınızda ise tuğla ve taştan değişik bir malzemeyle yapılmış bir medrese durmaktadır. Avlusun­ da dört mevsim dayanacak çiçekler dikilmiştir. İnşam dinginliğe yönelten her şey bu orta avluda toplanmış gibidir. Bir kenara ilişip, güneşli bir günde biraz dinlenmek, uzayıp giden boğazı bir de böyle bir çevre içinde seyretmek, sonra yapılan gözden geçirmek istersiniz. Bırakırsınız kendinizi boğazın güzelliklerine. Kendinizi dinlermiş ı hissettiğinizde ilk kez Şemsi Paşa külliyesinin camisinden işe başlarsınız. Çiçekleri diken, buraların gözünüze güzel gözükmesi için çalışan kişi ön­ ayak olur gezmenize. Bildiğini sormasanız da anlatmaya koyulur, sizin gezmeye çalıştığınızı anlayınca. “ Burayı yapan Mimar Sinan’dır’ der biraz övgüyle dolu olarak.” Sonra sıralar Kuşkonmaz Camisi olarak da bilmen bu yapının 1580 yılında Isfendiyaroğullarmdan Vezir Ahmet Şemsi Paşa tarafından yapıldığım. Onun Kanunî Sultan Süleyman'ın, ikinci Selim'in ve Üçüncü Murat’ın minberinden! yaptığım, kendisinin de caminin bitişiğin­ deki türbede yattığını. Ardından 'camiyi görün sonra türbeye geçeriz’ diye kapıyı aralar. Siz yapının içinde neler var diye çevreyi gözlersiniz. Yalın mihrab ve mimberinden sonra kubbeye çevirirsiniz gözlerinizi. Renkli camlarla bezeli penceresinden süzülen ışıklar «işardaki aydınlık günü kubbeye yansıtmaktadır. A ğır ağır dışarı çıkarken, ister istemez türbe bölümüne yönelirsiniz, ilk kez kapıdaki yazıta takıhr gözleriniz. Yanınızdaki anlar, başlar okumaya:

Türbesini kenar deryada Şemsi anın için eyledi bünyad Geçerken bu kenar deryadan Aşinalar dua ile ide yâd Yâ İlâhi bihakkın Nuru Nebi Nardan eyle ol kulun âzad

Anlarsınız Şemsi Paşa’nın külliyesini burada niye yaptırdığım. Denizin sesi, sızan ışıklar, size ölümün ürpertici gerçeğini sindirmez. Mimarinin ne büyük bir etken olduğunu, yapıldığı yere, yapdış biçimine göre ne gibi etkenler getirebileceğini görürsünüz. Bellik ki, Usta Sinan mimarisinde yaşamın sev incini, doğanın diriliğini, güzelliğini duyurmak için, her yola baş vurmuştur. Kapılar yavaş yavaş kapanırken, kendinizi küçük sü­ tunlara oturan, basık, kaş kemerli revak altında bulur­ sunuz. İçerideki gibi burada da ölçüler alçakgönüllüdür. Mimari sizi ezmemektedir. Kemer açıklıklarının birinden karşınızdaki medresenin taştan bacaları gözlerinize takılır. Her kubbeli bölümün önünden çıkan bu bacalar medrese odalarının ocakları içindir. Ortada bir büyük dershanesi olan ve iki yanda odaların sıralandığı bu medresenin önündeki kemerli revakların boşlukları camla kapatılmıştır. İçerde masaların çevresinde gençler kitap okumaktadır, doğanın güzelliklerine direne direne.

Sinan'ın büyüklüğüne

bir kez daha hak verirsiniz

Dış görünüşü kadar içi de yalın, fakat her şeyi bu yalıh görünüş içinde çözümlemiş anıttan çıkarken, Sinan'ın büyüklüğüne bir kez daha hak verirsiniz. Hele çevresin­ deki yeni yapılan dönüşte tekrar görünce. Günümüzdeki gibi bir yerlerde denenmiş bir planı, olur olmaz yerlerde yinelemeye kalkardan gördükçe, insan yaşadığı çevreyi, yaşayanların yaşama biçimlerini ve bütün koşullan bilirse Hr|/.pif böyle bir mimari yaratabilir’ dersiniz. Aynca, eklersiniz, ‘ Koca Sinan buraya anıtsal bir yapıda oturtabilirdi, başka yerlerde örneklerini vertliği...

Üsküdar’da Şemsi Paşa külliyesi gibi nice yapdar vardır bu denK olmasa da dikkati çeken. Her gün bir yerlerinden eksilen veya bütünüyle yitip giden, üstelik bu kentin rengi, özelliği, varlığından bir parça olduğu halde...

>

(8)

Şçmsipaşa Caqftt’nin denizden görünümü

\

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Dr.Nevzad ATLIĞ - Devlet sanatçısı olan Atlığ, yeni plaklarda Devlet Klasik Türk Müziği Korosu nu başarıyla yönetiyor... İstanbul Şehir Üniversitesi

Sanatı, yazıları ve yayıncılığı üze­ rinde bölüm bölüm değerlendir­ meler yapan Nesrin Karaca’nın bu doktora tezi 1993’ün sonun­ da Milli Eğitim Bakanlığı

Daha sonraki yıllarda Gazi Eğitim Enstitüsü sanat tari­ hi ve müzik tarihi öğretmenliği (1930), Milli Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü, Şube

Halide Edib, diğer bütün yazıları için de kullandığı hususi olarak dar - uzun kesilmiş kâğıt­ lar üzerine en ince teferruatına kadar hazırladığı

Buna göre, kestane balının toplam fenolik madde içeriği ve hem DPPH metodunda hem de FRAP antioksidan analiz metodlarında incelenen diğer ballara göre daha

Bununla beraber, Halide Edip benim için yine o devrin en çekici yazarların­ dan biriydi ve ayni zamanda milliyet­ çilik ve memleketçilik ceryanlarının hem

Kimse bizim güzel gözlerimiz için birçok büyük sorumluluğu, büyük bir sıkıntıyı üzerine almaz”, “Bin yıldan beri bağımsız yaşayan Türk- ler kendi

Anket yöntemi (tekniği) kullanılarak gerçekleşen veri toplama çalışmasına ek olarak Diyarbakır ilinde balık satışının yapıldığı bir AVM‟den 2013 ve 2014 yıllarında