~f-%
.
hl~?
t
M E L İ H
CEVDET
ANDAY
i i Tüm sanatlar gibi, şiire bakma da eğitim
gerektirir. Bu eğitim mutlaka gelecektir. O zaman
insanlar, cahillere ve yalancılara
aklanmayacaklardır
J J
Zeynep Oral
ELİH Cevdet An- day. Şiir, roman, ti yatro, deneme, sü rekli üretilen, gelişti rilen, sınanan dü şü n c e ... M elih C evdet A n d ay ’la konuşmak sonunun nereye varacağı nı bilmediğimiz bir yolculuğa çıkmak gibi... Sanatı, kültürü, evrensel bo yutlarıyla, bir bilim adamı tavrıyla sa hiplenen (aklını, yüreğini ve emeğini verdiği için sahiplenen) biriyle konuş mak, yolculukların en heyecan veri cisi olabiliyor... Biz bugün Melih Cevdet Anday’la yalnız ve yalnız Me lih Cevdet Anday üzerine konuşma ya çalışacağız. İşte çok gerilerden başlıyoruz. Taa çocukluktan:
Büyük bir aile. Tümü Kadıköy’ lü. Bahariye Caddesi boylu bpyunca teyze, amca evleriyle dolu. Onların ki, arkasında bahçesi olan üç katlı ah şap ev. (Boşuna aramayın, şimdi hepsinin yerinde apartmanlar bitmiş.)
“ Babam, sonradan olma avukat. Zengin bir ailenin şımarık oğlu...”
Durdu. Ya da ben durdum. Yani not almayı durdurdum ... “ Lütfen yazın” dedi. “ Babamı hiç sevmiyo rum .” Ve açıkladı:
“ Ailesinin sürekli destekleyeceği ne güvendiği için hiç sorumluluk duy m amış... İstediği tüm okullarda okumuş: Saint Joseph, Galatasaray, Harbiye... Çok sonradan anladım ki, o babam artık büyük ailesinden yar dım almıyordu. Büyükbabam, büyük
amcalar onu yalnız bırakalım da so rumluluğunu öğrensin demişler... Ço cukluk anılarımdan bilirim ki, babam bu sorumluluğu idrak edemedi.”
Hayır, hayır: “ Babamı hiç sevmi- yorum” u çok küçükken bilmiyordu. Tam aksine, çok küçükken babasını kendi deyişiyle “ Tanrı gibi görüyor d u .” Bu yukarıda söylediklerini son radan “ kavrayacak ve yıkılacaktı.” Babası Birinci Dünya Savaşı’nda yedeksubayken Çanakkale’nin bir kö yünde doğdu Melih Cevdet Anday (1915). Zor günlerde bir Osmanlı ge misiyle anne ve üç çocuğu İstanbul’a yolladı baba. Gemi, Rumelihisarı’nda Kırmızı Yalı diye tanınan Kadri Ra- şit Paşa Yalısı’na bıraktı onları. Bu yalının bir daha büyüğü ve tarihe
ge-çen (şimdi yıkılmış) öteki kırmızı ya lı ise Mukim Paşa’nındı. Abdülhamit’ in özel hekimi Mukim Paşa’nm.
Kadri Raşit Paşa ve Mukim Paşa, Melih Cevdet Anday’ın büyük amca larıydı. (Abdülhamit’in, Mukim Pa- şa’ya verdiği, ağzı kırık limonluk bugün Melih Cevdet Anday’ın evin dedir... Abdülhamit’in özel hekimi diye sonradan Aydm’a Hükümet Ta bibi olarak sürülecekti Mukim Paşa. Ve Melih Cevdet, 1939’da yedeksu- baylıktan sonra, Aydm’a gittiğinde, Aydın’da pek çok çiftçi ailesi “ Paşa bu sofralarda yemek yedi” diyerek, ona da çok itibar göstereceklerdi.)
“ Ben asıl Kadri Raşit Paşa Am camı iyi tanırım. Abdülhamit zama nında İstanbul Tıp Fakültesi’nde okurken Paris’e kaçmış, 1900’de Pa ris Tıp Fakültesi’ni birincilikle bitir miş, hükümet ona Paris tabipliğini teklif etmiş, ama o, döneceğim deyip İstanbul’a dönmüş. Bu amcam, İstan bul Üniversitesi’nde ilk kez fizyoloji kürsüsünü kuran, çocuk hastalıkları nın bir branş olduğunu öğreten ilk doktor... Ben sonraları, yazları An kara’dan İstanbul’a geldiğimde hep onda kalırdım. Şimdi utanarak anla tıyorum. Akşam yemeğinden önce ba na rakı ikram ederdi, istediğin kadar iç derdi, ben bir kadeh içerdim ve ede biyat üzerine konuşurduk. Yine bir akşam böyle rakı içerken, Faust’u, Fransızca’dan Türkçe’ye çevirdiğini söyledi. Ben de bir yanlışlık yaptım; o zaman kendimi meşhur sanırdım. ‘Ailede iki meşhur var, yeter’ dedim. Amcam bunu çok sakin karşıladı... O vakitten beri Şişli Çocuk Hastanesi’ nde bu amcamın heykeli durur.”
Asıl “ meşhur” olan Mukim P a şa. Onu daha az tanıyor Melih Cev det Anday. “ Bu amcamı ailede bana benzetirler... İçkici ve hovardaymış. Parasını çok kolay bitirirmiş.” (Yan lış anlaşılmasın, bu özellikleri nede niyle benzetildiğini söylem edi. Rastlantı olarak, bu üç cümle peş peşe geldi.) Tüm bu paşa amcaların baba sı Mehmet Raşit Paşa , Osmanlıda ilk Eczacı Paşası.
“ Demin söylemiştim. Böyle imti yazlı bir ailede büyüyen babam çok şımarık yetişmiş, edebiyata, gazeteci liğe heves etmiş, Edebiyat Fakülte- si’nden ayrılmış... Ben çocukluğum da, orta halli, sıkıntı çeken bir ailede büyüdüm. Babam bu sıkıntıyla ilgi lenmezdi. Çoook çocukluk anılarım dan biliyorum, babam, hep amcalara, babasına hakaret mektupları yazardı, bunları anneme okurdu... Ben anla mazdım, yoksulluğu normal karşı lardım. Çok çocukken babamı Tanrı gibi görürdüm. Halbuki babam biz üç kardeşle hiç ilgilenmezdi. Bazen ona
hâlâ kızarım.” (“ Kızarım” diye ben yumuşatıyorum, o “ küfür ederim” dedi.) “ Babamın nasıl biri olduğunu kavrayınca gerçekten yıkıldım.”
Melih Cevdet Anday bana paşa amcaları, baba ailesini sayısız ayrın tılarıyla uzun uzun anlattı. Semiha Berksoy’dan öğrendiğine göre (akra ba oluyorlar) soyağaçlarının Kanuni Sultan Süleyman’a dek ulaştığını söy ledi. (Elbet, baba tarafından). Araya zar zor, “ Ya anneniz?” sorusunu sı- kıştırabildim.
“ Annem MalatyalI, Kürt bir aile den gelme. Babası İstanbul’da öğret men olduğundan burada oturuyorlar. Babamı, ailesi evlendirmek istediğin de, rahat etsin diye, yoksul bir kız arayıp, annemi bulmuşlar... Annem olmasaydı biz Uç kardeş ölürdük. Sağlam çıkan annem oldu. Şımarık paşazadeye katlandı. O yoksullukta bizi o büyüttü... Annem, bedence ve ruhça çok sağlam bir kadındı. Otori terdi. Bu haliyle babamın gelgeçliği- ni ve sorumsuzluğunu dengeledi, ailemizin temel direği oldu.”
Melih Cevdet Anday, bana anne sini anlatırken, (annesini anlatması bir iki dakika ya sürdü ya sürmedi.) Hep bekledim. “ Onu ne çok sevdim, onu öyle severim” falan gibilerinden bir cümle söylemesini... Söylemedi.
• İlk, orta ve
lise yıllan...
İlkokul yıllarına geldik:“ Kadıköy benim cennetimdir. Ba hariye, Mühürdar... Artık çocukluğu mun Kadıköy’ü yok, o Kadıköy’ü göremiyorum. O zaman gerçek bir köydü. Eski Fenerbahçe Stadyumu’- nun yanında iki taş bina vardı. Biri ilk, öteki ortaokul. Kadıköy Sultani si . Orayı bitirdim.. İlkokul arkadaşla rımı tümden kardeşlerim gibi görür düm. Okulla ev aynı şey gibiydi. Mü dürümüz, Niyazi Tevfik Bey annele rimizi, babalarımızı tanırdı, bir aile gibiydik. Müdürümüz Atatürkçü. Kı lığı da öyle. Bonjur ceket, reye pan tolon giyerdi. Bayramlarda da silindir şapka. Atatürkçülüğe böyle başladık: Niyazi Tevfik Bey’in kılığıyla. Ko mikti ama güzeldi. Devrimlerden söz açıldığında, ağlardı.”
Ortaokulda biraz İngilizce öğren di. Bu arada babası, oldukça geç bir yaşta Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş ve avukat olmuştu. Ankara’da bir iş alınca, aile, Ankara’ya göç etti. Ve Ankara Lisesi.
E D E B İ Y A T I M I Z D A N
OM İHSAN BİN YAŞAM
/
“ Yazar, şair kendi
alanında devrim
yapar. Bu, toplumun
devrimi demektir.
Sanatı, şiiri
gelişmemiş ülkelerde .
politikacı hiçbir şey
yapamıyor.”
E D E B İ Y A T I M I Z D A N
ON İNSAN BİN YAŞAM
“ Şiir imge sanatıdır
ama imge
yakalamaktan ibaret
değildir. Küçük
. imgelerle, iki üç
mısrayla şiir yazmak
doğru değildir.’ ’
• Orhan ve Oktay’la
tanışma
“ Lisede, kimsenin dili İngilizce’ ye dönmüyordu, ben tüm lise yılların da, Kadıköy Ortaokulu’nda öğrendi ğim İngilizceyle idare ettim.”
Ve işte Ankara Lisesi’nde Melih Cevdet, iki arkadaşı Orhan Veli ve Oktay Rifat’la karşılaşacak, tanışa caktı. Melih Cevdet, ikisinden bir sı nıf küçüktü. Tanışmaları, lisedeki kültürel etkinlikler aracılığıyla oldu.
“ Lisede ‘Sesimiz’ diye bir dergi çı kıyordu. Dergi toplantılarında Orhan ve Oktay’la tanıştım. Şiirler yazıyor duk.:.”
Daha önce şiir yok muydu Melih Cevdet Anday’m yaşamında?
“ Kadıköy Ortaokulu’ndayken de şiir, öykü yazardım. Arkadaşlar, ara mızda yazdıklarımızı değiş tokuş ederdik... Hayır yazdıklarımı evde okumazdım. Okumaya korkardım. Babamdan korkardım. Kendisini en büyük edebiyatçı sayıyor ya!”
Üç arkadaşa geliyoruz yeniden: “ Bir de tiyatro kulübü vardı lise de. Orhan da benim gibi tiyatroya tut kun. Oktay da gelirdi temsillere... Hiç unutmam, bir gün Raşit Rıza Tiyat
rosu geldi Ankara’ya. Provalarını iz lememize Raşit Rıza izin verdi. Hâlâ övünürüm, bize “ Siz neler oynuyor sunuz bakalım” diye sordu. Söyledik, “ Okuyun bakalım dedi...”
Ve Melih Cevdet ezberinden “ Zor Nikâhı” m okumaya başlar (Bugün de okuyabilirim” diyor). Ama o gün he yecandan, bir türlü devamını getire- miyecek ve tiradı Raşit Rıza kendi tamamlayacaktı. Hiç unutmadığı anı ları arasındadır... Bir de Raşit Rıza, bu tiyatro tutkunu gençlere, figüran lık rolleri verir, onlar da bu figüran lığı, uzata, uzata, müthiş rol keserek oynarlar...
“ Üç arkadaş şiirlerimizi birbirimi ze okurduk... Şimdi sanıyorlar ki üç kişi bir araya gelirse ekol kurulur. Ha yır, kurulmaz. Garip hareketi bir te s a d ü ftü r... Ben İngiliz şairleri seviyordum. Onlar daha çok Fransız şairleri seviyorlardı. İngiliz şiir anto lojilerini okuyor, onlar ne yapmış di ye bakıyordum... Genç şairlere tavsi yem, bir şaire çok dikkatle bakmayı öğrensinler... Sonra biz üç arkadaş dille oynamaya başladık. O zaman ben de Fransız şairlerini okumaya başlamıştım...”
Bir an için durdu, ve sonra koca man bir gülümsemeyle ekledi:
na-sil şaka ediyorduk bilemezsiniz...” İn ceden inceye bir nostalji mi diye bakıyorum Melih Cevdet Anday’m yüzüne... Hayır, sanmıyorum.
O sürdürüyor, hep o keyifli gü lümsemeyle:
“ Hele o Birinci Osman, Birinci Orhan şiirimi okuduğumda gülmek ten Orhan’ın gözlerinden yaş geldi, çok sevindi.” “ 4 x 400 Engelli” adlı şiiri okuyorum. Şiirin başında “ hız lanarak okunacak” diyor:
“ Birinci Osman/ Birinci O rhan/ Birinci M urat/ İkinci Osman/ Üçün cü O rhan/ Dördüncü Ahm et/ Beşin ci M ehmet/ Üçüncü Osman/ Altıncı Mehmet/ Dayan Mehmet/ Dördün cü Osman/ Yedinci A hm et/ İkinci Osman/ Üçüncü Mehmet/ Mehmet birinci.”
Evet çok gülmüşlerdi... Şimdi da ha az gülüyor Melih Cevdet Anday: “ Dünyayı şakaya alıyorduk. Ger çekten devrimci bir şiir olduğunu son radan anladım. Çünkü bu şiir alaydan çıkmıştı. Alay etmezseniz hiçbir şey çıkaramazsınız. Biz düpedüz alay et tik ...”
Bir ara sessizlik oldu. Sessizlikte söylenen bir tümce “ Orhan da, Ok tay da öldü...”
“ Yaşar Nabi bizden bir bildiri is temişti. Bizim şiirimiz kışkırtıcı
sayı-On Üç, sayı-On Beş Yaşında
Cemal
Sür ey a
S ünnet o lm u ş ka ryo la d a yatıyor S e vdiği kız ya nındaki sanda lye d e M ahzun o tu ru r,
Elinde on ik i tane a rtis t kartı
“ En ta k d ir e ttiğ i e rke kle rd e n b irin e a rm a ğ a n " o la ra k g e tirm iş. F ahim an kim ?
G ra m o fo n çıkm ış A ta tü rk d ans e d iy o r O nlar da iş te b u rd a dans e d iy o rla r Başka kızla rla e vle rd e konuşuyor. Yanında a rk a d a ş la r var. Kadıköy akra b a gibi. O kulda adı Sarı
“ Sarı, sen de ç ık bakalım d ış a rı!“ D ışarı çıka rke n düşünen ç o c u k M ü d ü r yardım cısından korkuyor, D uyg udan us çıka ra n ç o c u k J im n a s tik yapan
O lası b ir dövüş iç in s ü re k li hazırlanan K ü çü k O ky a n u s ’una (Ege, b e lk i de) d a lışla r tasarlayan
Tanrılığı sın a m a k iç in kendine ç e ş it ç e ş it k u s u r a ra y a n...
•
Tül s e s s iz liğ i M ü h ü rd a r'm A tlı a ra b a la r yum uşak A ra lık p iya n o sesleri.
Taş M e k te p 'te n çıkm ış yü rü yo rd u Y o ğurtçu P a rkı'nın o rd a n g e çe rke n G ök d e ğ iş ti birden
R enkler e s rid i ve b irb irin e karıştı h e r şey. K o ca m a n ve u n u tu lm a z b ir g ü z ik in d is i yüz le rc e yıl ö te ye fırla ttı onu. D e fte rle r, o kız, başka kızlar, arka d a şla r, O sm anlI a ile sin d e şım arık ba ba C evdet Bey, A yrın tılı ana N adid e Hanım , Cin g ö z R e ca i ve Aşk-ı M em nu, R efah facjasında g i den a ğ a b e y d enizaltı yüzbaşısı N ejat, akraba z i yaretleri, güzel yazı, eski yazı, Ankara öncelem esi: O rhan ve Oktay...
H epsi, b unların h e p s i onunla b irlikte sü rüklendi.
Kuleler, bayraklar, a tla r Ve m u tlu lu k savı
G üneşsiz düşünü le m e ye n ç o c u k O savla
G ü çlü kle r d e n izin i g e ç e b ile c e k m i?
E D E B İ Y A T I M I Z D A N
ON İNSAN BİN YAŞAM
“ Ölümü merak
ediyorum. Hiç
korkmuyorum
ondan. Biraz daha
âşık olmak, biraz
daha şiir yazmak
için, biraz daha
yaşamak istiyorum
.’9
lıyordu... İki soru sorulmuştu: Şiir anlayışınız nedir ve politik anlayışınız nedir. Birinci soruyu Orhan, İkinci sini ben yanıtladım. Ben, bu bizim çı kışımızı sosyalizme bağlamak istiyor dum.. Zaten Garip’in sol teması ben den gelir...”
Ben hâlâ “ Orhan da öldü, Oktay da öldü” tümcesine takılmışım, Me lih Cevdet Anday’ı dinliyorum:
“ Orhan, sabahları beni evimden almaya gelir, ben de yola çıkarım. Daha karşılaşmadan, uzaktan işaret eder, eliyle, üç ya da dört diye göste rir. Bu, bugün bizimle ilgili üç yazı ya da dört yazı çıktı demektir... Orhan’ la yolda yürürken, o yüz yıl sonrası nı düşünüyor. ‘Bak şimdi, pencereden bakanlar, Orhan Veli’yle, Melih Cev det yanyana yürüyor diyorlardır’ der di. Oysa o sıralar kimse bizi tanımı yor...”
“ Ben Tohum şiiriyle Garip’ten ay rıldım. İki arkadaşımda da bir isyan oldu. Oktay Rifat kapıyı kırar gibi açarak ‘Yapma Melih, böyle şiir yazma’ dedi, ‘beraber başladık, bera ber devam edelim’ dedi... Meğer ön ce o değiştirmek istermiş şiirini... Or han Veli de ‘Yapma Melih’ diye tut turdu.”
Üç arkadaştan ikisinin “ yapma” dedikleri “ Tohum” şiirini okuyorum
Dörtnala haberci ilkyazdan Aşağdan inceden beyazdan Dumanı tüten sıcak tohum Dolan kara toprağa dolan Ulaş yeryüzüne ak tohum Hey gücüne kurban olduğum Dağ taş dinlemezim hey aman
Göster o gül yüzünü göster Önce yeşil yeşil bak tohum Sonra sarı sarı gülüver Donansın donansın daneler Kız oğlan kız, alaca kına Tarlalar sebil tek bedava Ver güzelim ver yiğitim ver Pir aşkına fakir aşkına Anladım farkı neden sonra Tohumdan başka şeymiş bitki Bu küçük deli fişekteki Ne ki? Ağaç mı allı pullu Yoksa ayrık mı, başak mı ki? Kim bilecek... Kapalı kutu Ama bulut, yağmur bulutu Gelir kararır nerdeyse Tohum altta nefes nefese Kulağı gök gürültüsünde.
“ Sonradan Orhan Veli değiştirdi şiirini...’ Rumelihisarında oturmu şum’ şiiri var ya... O Garip değildir ki... Nurullah Ataç, ‘Orhan’a bu şii ri yazdırdılar’ dedi ama kimin yazdır dığını söylemedi. Ben söyleyeyim, Or han’a o şiiri Sabahattin Eyüboğlu yazdırdı. Orhan’a ‘bir de türkü gibi bir şey yapmaz mısın’ dedi, o da yap tı...”
Kısa bir aradan sonra sürdürüyor konuşmasını Melih Cevdet Anday:
“ Ben, Garip hareketinden sonra şiirin ne olduğunu düşünmeye başla dım. Hâlâ düşünüyorum... Ağırdır şairlik, hâlâ bu ağırlığı taşıyorum. Dünya şiirini ve geçmiş şiiri biliyo rum. Bu ikisi içinde bana düşen şeyi biliyorum. Sanıyorum bir şeyler de buluyorum...”
• Şiir, imge sanatıdır,
ama..
“ Şiir imge sanatıdır, ama imge ya kalamaktan ibaret değildir. Kısa kı sa imgelerden nefret ediyorum... Ben uzun şiirde birtakım temalar yakala dım. Temayı geliştirerek uzun şiir sür dürmek önemli. ‘Kolları Bağlı Ody- sesus’, ‘Troya Önünde A tlar’ı örnek verebilirim. Övünmek gibi olmasın ama Türk şiirinde bunu eskiden beri yapan yok... İleride benim şiirim üze rine inceleme yapılacağına inanıyo rum .”
Melih Cevdet Anday’ın, nice gü zelim dostluklar yaşadığını hep bili yoruz. Ama edebiyat tartışmalarını, edebiyat çevrelerini izleyenler onun sayısız düşmanlıklar da yaşadığını biliyor. Dostluk ve dostluğun yitirili- şi, düşmanlıklar üzerine konuşmak is tiyorum:
“ Dostluklar demek düşmanlıklar demektir” diye başlıyor söze... “ Asıl düşmanlıklar vardır yaşamda, dost luklar yoktur. Sizin bir mutluluğu nuzdan, bir başarınızdan gerçekten sevinecek kimseyi bulamazsınız. Asıl olan düşmanlıklardır. Demin anlattı ğım, tarihte kalacak en önemli şiiri mi ‘Tohum’u yazdığımda iki arkada şım da yadırgadı... Oysa hani biz be raber büyümüştük...”
Bir an için durdu ve sürdürdü: “ Hem bu soruna o kadar önem ver meyin. Bir şair kendi kendine, bir yol, bir teknik bulacaktır. Sanıyor musunuz ki, bunları bulunca arkadaş ları sevinecek... Hayır.”
Bu, çok sert bulduğum “ hayır”
dan sonra Melih Cevdet nedense ye niden şiire döndü: “ Küçük imgeler bulmak, iki üç mısrayla şiir yazmak doğru değildir. Bunu batı müziğinden örnek alarak da söylüyorum. Batı müziğinde bir tema bulunur, gelişti rilir. Alaturkanın, alafrangadan far kı budur. Ondan alaturka geri kalmış müziktir.”
“ Benim yarışmam Türkiye ile de ğil, dünyayla’ dedikten sonra, ne za mandır Melih Cevdet Anday’m tut kunu olduğunu bildiğim T.S.Eliot’a geçiyoruz:
“ Troya Önünde Atlar için İngil tere’de Nermin Meneroencioğlu bir eleştiri yazdı. Orada, Eliot’la ilişkim ortaya çıkıyor... Ben, şairlerin kafa dan patlatmadıklarını, eski şairlerden yararlanarak bir yere geldikleri araş tırılsın, söylensin istiyorum.”
“ Sizin gazeteciliğe ilk girdiğiniz yıllardaydı, ‘Mikado’nun Çöplefi’ oyununu Kent Oyuncuları oynadı. İlk kez siz gelip benimle oyun üzerine ko nuştunuz. Size ‘Sanatla devrim yapıl maz, sanatta devrim yapılır’ dedim. Şimdi aradan zaman geçti. O zaman solcular bana karşı geldiler. Hepsinin haksız olduğu ortaya çıktı. Şunu yi ne söyleyeyim: Yazar, şair, kendi ala nında devrim yapar. Bu ister istemez toplumun devrimi demektir... Garip, şiirde sarsıntı yaptı. Garip hareketi devrimci bir harekettir. Burjuva duy gularını yıktık. Etkisi hâlâ devam edi yor.”
Melih Cevdet Anday’dan bugüne gelmesini istiyorum. Bugün karşılaş tığımız başlıca kütürel sorun onca ne? “ Bu soru, politikacılar, köşe ya zarları için başka anlamlandırılır. Sa natçı içinse, sürekli bir düşüncedir.
Ben topluma egemen olan beğeniyi yı karsam, kendi alanımda devrim yap mış olurum. Sanatçılar bu devrimi yapmazsa siyasetçiler hiçbir şey yapa mazlar... Ben bizim topluliımuzun bi reyini daha ince düşünür, daha ince duyar bir duruma getirirsem yeni dünyayı anlamak için bir ufuk açıl maz mı... Sanatı, şiiri gelişmemiş ül kelerde politikacı hiçbir şey yapamı yor... Ben şiirde, tiyatroda olsun, tüm yazılarımda, hep Türk kafasını yük seltmeye, inceltmeye yöneldim ...”
“ Eğer tüm sanatlar siyasetçinin sözü üzerine gitseydi, o memleketler hiç ilerlemezdi. Çünkü siyasetçiler kı sa zamanda iddialarından vazgeçiyor lar. Sürekli olan düşüncedir, sanat tır.”
Ve Melih Cevdet Anday, sanatçı yı, düşünürü yücelten örnekler veri yor tarihten: “ Chopin, Polonya’yı terketmiş, Fransa’ya yerleşmişti. Ama Hitler Polonya’yı işgal ettiğinde, tüm Avrupa ayağa kalktı, Chopin’in ülke si istila edildi diye... Mozart, Fransız ihtilaline karşı bir adamdı. Ama ben M ozart’sız yaşayamam... Hitler, as kerlerine gördüğünüz her Ruşu öldü rün emri vermişti. Ve Stalin gibi bir adam, bunu öğrendiğinde, hangi mil leti öldürmek istiyor bunlar? Puşkin, Tolstoy, Çaykovski, Dostoyevski, Çe- hov’un milletini mi demişti... Sanat çıların var olması, vatan savunması d ır...”
Yine Türkiye’nin kültür sorunla rı üzerinde konuşurken söylenmiş bir iki tümce:
“ Cumhuriyet öncesinde Avrupa’ da çıkan antolojilerde tek Türk şiiri yoktur. Oysa şimdi öyle değil...”
“ Ben ve iki arkadaşım, Atatürk’ ün, Türk kültürünü dünya kültürü nün üzerine çıkaracağız sözünü cid diye aldık.”
“ Ben, toplumumuzun medeni bir toplum olmasını istiyorum.”
•Ş a irin yaşlanması
Bu tür tümceleri sonsuza dek ço ğaltabilir, geliştirebiliriz... Ama ben yarıda kesip, soruyorum:“ Melih Bey yaşlılıkla aranız na sıl?”
“ Siz utanmıyor musunuz beni yaşlı görmekten! Ben kendimi hiç yaş lı hissetmedim. Sebebi şu: Yaşlan mak, özellikle şairin yaşlanması çok iyi. Genç şair çok iyi şiir yazabilir. Be nim gibi yaşlanmış şairin şiirinde iş varsa, onda vardır. Asıl şimdi anlıyo rum şiirin ne olduğunu. Emin olun, şimdi yazdığım şiirleri tüm insanlık anlayacak gibi bir düşünce
yim... Bizim dilimizle en büyük dü şünceleri anlatabilir miyiz diye düşü nüyorum ...”
Bir an için duruyor. Sanki çok uzaklara bir yere dalıyor, ya da bana öyle geliyor:
“ Tüm sanatlar gibi, şiire bakma da eğitim gerektirir. Bu eğitim mut lak gelecektir. O zaman insanlar, ca hillere ve yalancılara aldanmayacak- lardır.’
Geçmiş... gelecek... şimdi... o za man... akan zaman... duran zaman... Melih Cevdet’in zaman kavramıyla ne denli ilgili olduğunu, şiirlerini oku yanlar bilirler. “ Troya Önünde At lar” , “ Zamanın olmadığı” temasını işler. Bir bölüm anılarını topladığı “ Akan Zaman, Duran Zaman” kita bında da şöyle der:
“ tnsanlar arasında anlaşmayı sağ ladığını sandığımız nesne adları, gös
8
tereni oldukları nesnelerden ayrılmış lardır gerçekte, bize onları göstermez ler. Böylece dünyayı göremeden gö çüp giderdik... Şiir (sanat) olmasay dı... “ Bak” diyor şiir, “ İşte ağaç! İyi bak!” Bakıyor ve görüyoruz ağacı, ilk kez. Şiirin bunca büyük bir işlevi de, zamanın geçmesinden duyduğumuz korkuyu yatıştırmasıdır; daha kısası, bu akışı durdurmasıdır. Böylece şiiri yazanla okuyan, bir tanıklıkta birle şirler, gösteren ile gösterilenin birli ğinde ve ölüme karşı gelmekte.
Düşünüyorum da, ölenlerin zama nı gerçekten durmuştur, hiçbir deği şikliğe gereksemesi yoktur. Biz akan zaman içinde onlarla karşılaşıyoruz ikide bir. Tuhaf bir şey bu; onlar bi raz bizimle akıyor, biz biraz onlarla duralıyoruz. Ölüm bir söylencedir. Bu söylenceden birkaç söz bulalım.”
Aşk ve ölüm üstüne
Ya sizin ölümle ilişkiniz Melih Bey?“ Ölümü merak ediyorum. Hiç korkmuyorum ondan. Zaten yaşama yı başka bir yaşamayla k arşılaştır madığımız için de değerlendiremiyo- rum. Biraz daha âşık olmak, biraz da ha şiir yazmak için, biraz daha yaşa mak istiyorum.”
Ben demedim, o dedi... “ Biraz daha âşık olmak için” dedi...
“ Âşık olmak, insanın yaşadığını gösteren tek şey. O kadar önemli ki... Artık tek başınıza değilsiniz. İnsan ca, tek başınıza değilsiniz... Aşk, do ğaya karşı bir şeydir. Şair ola rak ben hep doğaya karşı olmak isti yorum. Ondan boyuna aşık oluyo rum ...”
Bugün bu konuyu burada kestik.
Oysa birkaç yıl önce Melih Cevdet Anday’la aşk üzerine konuştuğumuz da, şöyle demişti:
“ Bence bir tek anlaşma yolu var, o da kadınla erkek arasındaki aşk an laşması. Orada söz belki de asıl de ğerini bulur. Söz olmaktan çıkar. Şi ir gibi demek istiyorum. Ama yanlış anlaşrimasın. Şür ile aşk arasında ben zerlik bulmak değil niyetim. Ayrı şey ler bunlar. Şiirin emek işi olduğunu biliyorum. Oysa, insana verilmiş en büyük nimet emeksiz olan aşktır...”
Emeksiz aşk mı?..
“ Kuşkusuz çalışa çabalaya aşk kurmanın da var olduğunu bilmiyor değilim. Ama, inanın buna değmez. Aşk, nefes almak gibi olunca güzel dir.”
Aşka emek vermeyince, yok olma ya mahkûm değil midir?
“ Sizin dediğiniz emek, bir üretim, bir meta yaratma anlamında değildir sanırım. Ancak, bağlanmanın insan- sal özüdür. Bu ise direnmeyi gerekti rir. Bir bakıma insan ne yarattıysa di renmekten yarattı. Aşkın yalnız insa na özgü olması da bundandır. İçgü dü olan aşkı aşmadan aşka varılmaz. Dahasını isterseniz yalnızlığı aşmanın en güvenceli yollarıdır aşk.”
Melih Cevdet Anday’ın, kavgacı bir insan olduğu zaman zaman söy lenir. Ama benim hiç kuşkum yok ki, hep bilinmeyenin peşinde koşan, bi linmeyenlere egemen olmak tutkusu nu içinde büyüten Melih'Cevdet An- day’m en büyük kavgası kendisiyle.
Bundan beş altı yıl önce sormuş tum, kendi kendinize hesaplaşmala rınız çok mu diye... Şöyle yanıtlamış tı:
“ Hem de dakika atlamadan. Bir arkadaşım bana, böyle nasıl yaşadı ğımı sordu. Demek ki kendine soru sormadan yaşamayı daha doğal bu luyorlar. Doğal olmasına doğaldır da, insanca değildir. Çünkü insan doğa artı sorudur.”
Şimdi soruyorum: Başkalarıyla ol duğu gibi, kendinizle de çok kavga ediyor musunuz?
“ Hep kavgadayım. Kavgacı bir adamım. Genellikle kavga ederim. Edemediklerimle, etmediğim kavga ları, kendi kendime ediyorum... Çok dayak yiyecek adam vardı. Ben bir ta kımını dövdüm, bir takımını döveme dim. Bütün sıkıntım bundan, dövü lecek olup da dövemediklerimden.”
Sevgili Melih Cevdet Anday, “ dö- vemediğiniz” , tüm “ dayaklık” lar için bence hiç sıkmayın canınızı. Siz zaten şiirlerinizle, yazdıklarınızla, düşünce lerinizle onları dövmekten beter edi yorsunuz... Hem biliyorsunuz, bu dünya Sultan Süleyman’a bile kalma
mış! ■
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi