y y.'jJiJíJ y
,. » -», •. , * L’l-il f ' ' ; ' ; '{ J İ- .r s .K f . i . ’ .'.* . ‘ ^ fâ W r-ïi4i ' i S $ f í f : .• ...By SELAHATTİN AYYIIDIZ* P hotos M. HAKAN BİNGOl
M.*r»’ * -í
Tezgâhına konan lam balı radyoların hangi memleketin malı olduğunu, ne zaman yapıl dığını gözü kapalı bilen Nusret Berija (üstte), yıllardır ibadet edercesine çalınıyor. / Nusret Beriya knows the exact age of every wireless set, and where they were made (above). He has been lovingly repairing these radios of pre-transistor days for years.
42
S K Y L I F E M A R T M A R C H 2 0 0 !
K ış,
İstanbul’a griliği ile yüklenmiş. Güneş, Balat’ın
eski sokaklarında, ansızın çıkıp gelen kadim bir
dost sıcaklığı ile bulutları aralayıp, öylesine bir gö
rünüyor. Gökyüzü, iyiden iyiye içine kapanmış. Et
rafta, sessizce ağlar gibi çiseleyen yağmurla birlik
te, bir garip rüzgâra sarınmış hüzün geziniyor.
Kapısının üstünde asılı duran tenekeden “eski ga
zoz reklam larıyla birlikte yaşlanmış bakkal, allı
morlu çamaşırları pencerelerden
aşağı bırakmış, şişmanca kadın
lar. Bir de illa ki, kızarmış balık
ve yeni soyulmuş kuru soğan
kokusu. Ve işte Balat. Bir za
manlar “Altın Boynuz” diye bili
nen H aliç’in etek le rin d e terk
edilmiş bir semt.
Nusret Berişa, Baladı. Kalın göz
lükleri arkasına mevzilenmiş, bir
lam balı radyo üstünde ibadet
O n a grey winter’s day in Istanbul, I was walking through
the old streets of Balat on the Golden Horn. The rain was drizzling silently and the wind blew in a melancholy mood. Above the door of a dilapidated grocer's shop hung nailed old tin advertisements for fizzy lemonade. Brightly coloured washing hung on lines across the street and the smell of fried fish and freshly peeled onion pervaded the air.
eder gibi çalışıyor. Tavandan sarkan ampul, onu ve
radyoyu cılız sarı bir ışıkla aydınlatıyor. Kendine
güveni noksansız Nusret Usta’nın. “Bana gelip de
çalışmayanı olmaz,” diyor.
“İnsan evinin içini nasıl gözü kapalı bilirse, ben de
radyoyu öyle iyi tanırım. Hangi memleketin malı,
ne zaman yapılmış, hatta hangi usta kaynatmış le
himlerini... Benim tezgâhıma otursun bir kere, tanı
mam için yeterli!”
Nusret Usta’nın transistorlu radyolar ile hiç mi hiç
arası yok. Onun için delikanlılık günlerinin İstan
bul’undan bugünkü İstanbul ne kadar uzaksa, tran
sistorlu radyolar da kendisinden o kadar uzak.
Bu radyoların kaça alınıp satıldığını sorduğumuzda
ise, fiyat sözcüğünü hiç mi hiç kullanmıyor. İsrarla
“kıymet” diyor Nusret Usta... Sanki bu cihazlara
Bütün dünyanın türküleri yüreklerinde, şim di köşelerinde öyle sessizce duruyorlar. Oysa tek bir dokunuş bile yeter coşkun sevinçle rini dillendirmeye... / These pieces of equip ment which once played songs from all over the world stand silently in their cor ners. Yet it takes just the touch of a but ton to bring them to life again.
I had come to visit Nusret Beriya at his repair shop here in Balat, and found him peering through his thick spectacles working on an old wireless set with almost spiritual devotion. A light bulb hanging from the ceiling cast a pallid yellow light over him and the radio. 'No radio fails to w ork after I've repaired it,’ he declared confidently. ‘I know these radios inside out, just like you know your own house. I know where they were made and when, and even which craftsman did the solders. It just has to stand on my workbench once, and that is enough!’ Nusret Beri§a has no time for transistor radios at all. Just as Istanbul today is a stranger to the Istanbul o f his youthful days, so transistors are strangers to him. W hen I asked the price of these old wireless sets, he avoided the word 'price' as if it belittled them, insisting on talking about their value. It turned out that they could be bought at a 'value' o f thirty to seventy million lira (45-100 dollars). On the shelves around him were scores o f old radios. Perhaps this place was the last
duyduğu saygıyı vurgulamak ister gibi. Sonunda 30
ile 70 milyon “kıymetten” alınıp satıldığını öğreni
yoruz, lambalı radyoların.
Raflarda, kimbilir neyi bekleyen onlarca lambalı
radyo, geçmiş yıllardaki itibarlarını, belki de son
kez duyumsayacakları bir son istasyonda bekliyor
lar.
“Cihazlara can vermeniz mümkün, ama geçen za
manı bir daha yaşatamazsınız. Kendimi bildim bile
li İstanbul’dayım. Şimdiyi değil, eskiyi çok seviyo
rum. Karamela şekerlerini, misketli gazozları, atlı
bayram arabalarını, marul bostanlarını, kravatsız
tek bir insan göremediğiniz Beyoğlu’nu, hiç tanış
mayan kimselerin içten gülümsemelerle selâmlaş
tıkları günleri, Cahide
Sonku’nun genç kızlı
ğının emsalsiz güzel
liğini düşlüyorum .
Onarıp çalıştırdığım
her lambalı radyo
nun gür sesini duy
d u ğ u m d a,
sanki
dün yeniden canla
nıyor. Ve sonra bir
daha... Her ne ka
dar kendimi aidat
sam da, bu da be
nim keyfim. Kim
ne karışır!”
Haliç’te yunusların
where they would be regarded with the respect they had enjoyed when they were new.
'You can get old appliances going again, but you cannot bring back the past,' said Nusret Beri§a thoughtfully. 1 have lived in Istanbul as long as I can remember. I love the past, not the present. I miss caramel sweets, oldfash- ioned lemonade, horse-drawn carriages decorated for feast days, the market gardens full of cos lettuces, the days when no one walked through Beyoglu without a tie, the way people smiled in greeting at complete strangers, and the beauty of Cahide Sonku as a young girl. Every time I hear clear sound coming out of a radio I have repaired, the past seems to come alive again. It happens every time. That is the joy I get out o f it.
P erhap s I am deluding m yself, but w h a t is that to anyone else!'
A s he ta lke d his tire d eyes shone w ith m em ories o f the past: the days w hen d o lphins w in te re d in th e Golden Horn and sn o w lay knee
deep in the
s tre e ts ; spring months when the lind ens, judas trees, clematis and
Nusret Usta’mn onardığı radyolar, sıra sıra dizildikleri raflarda geçmiş yıllardaki itibarlarını onlara geri verecek müşterilerin çıkıp gelmesini bekliyor lar. / Arrayed on the shelves in Nusret Berija's shop are wireless sets which he has repaired. They now await customers who will restore the respect they enjoyed when they were new.
46
kışladığı diz boyu karlı soğuk
ocak ayları geçiyor yorgun göz
lerinden. Ardından, çift katlı ko
nakların ferah bahçelerinde ıhla
mur ağaçları, fesleğen, filbahri
ve erguvanların kabına sığmaz
coşkun sevinçleriyle m erhaba
dedikleri ilkbaharlar. Deniz ke
narında kıyı boyunca yürüyüşe
çıkan sedef tenli Rum kızları.
Fener’den Kasımpaşa’ya mat,
dökük boyalı hantal gövdele
riyle işleyen sandalları hatırlı
yor.
İki iskelenin arasından suya
belli belirsiz uzanmış Kılburnu
Gazinosu’nun rengârenk ampulle
rinden çoğalan ışıklarla karşılanan gra-
mofonlu akşamları, oynak dalgalarıyla mehtaba ya-
kamozlanan alaturka şarkıların solgun namelerini
dili döndüğiince anlatmaya çalışıyor. Sesi, ağlama
ya yakın, “Haliç şimdikinin aksine durgun, bulanık
ve başların çevrilerek geçildiği kaynama kazanı gi
bi değildi. Midyenin âlâsını, tekir balığının en gü
zelini buradan alırdınız. Ve bizim gençliğimizde,
‘Damadın radyosu var mı?’ diye sorardı kız tarafı
gelini vermeden evvel...” diye yakınıyor.
Balat’ın Balat olduğu zamanları,' Hamiyet Yiice-
ses’in sesiyle tahta masalarında mezeler eşliğinde
Kan Şarabı içilen eski Bizanslı Agora Meyhanesi’ni,
pirinç kapı tokmakları ayna gibi parlayan azınlık
evlerini, gülümseyen gözlerle bakan Musevi esnafı,
balkonları sardunyalar, gecesefalarıyla süslü İstan
bul evlerini ve onların en seçkin yerlerine saygın
bir aile büyüğü imişçesine kurulan lambalı
radyola-basil bloomed luxuriantly in the large gardens around the old houses; G reek girls with pearly complexions walking along the seashore, and clumsy rowing boats with peeling paint crisscrossing the watetway between Fener and Kasımpaşa. He recalls evenings at Kılburnu Café on the edge o f the water between the two quays, its coloured lights glittering and gramophone music play ing out onto the shimmering sea, which echoed to the faint sounds of oldfashioned Turkish songs. He sighed sadly. 'The Golden Horn was not stagnant and polluted like it is now, when people turn their heads away as they cross it. The finest mussels and red mullet were caught here. And in my youth a girl's parents would ask if a prospective son-in-law had a radio before they would consent to the marriage.'
In Balat’s heyday there w ere large G reek and Jewish communities in this area. A t the Byzantine Agora Tavern the customers would sit at wooden tables drinking the so-called 'blood wine' with meze and listening to the music o f Hamiyet Yüceses. The brass door knockers were brightly pol ished, the Jewish tradesmen looked out from th eir shops with smiles, and geranium s and fo u r-o ’clock flo w e rs adorned the balconies. That w as a time when the family wireless set had pride o f place in
Cahide Sonku’nun o emsalsiz güzelliğinin be yazperdede yansıdığı, ıhlamur çiçeklerinin, fes leğenlerin başdöndürücü kokularının köşklerin gölgelikli bahçelerini doldurduğu günlerde, salonların baştacıydı lambalı radyolar. / İn the days when the beautiful Cahide Sonku was star of the silver screen and shady gar dens were filled with the dizzying scent of linden flowers and basil, wirelesses enjoyed pride of place in people’s parlours.
Cihazlara can vermek kolay. Peki, ya geçmij zamanı yeniden canlandırmak... 0 da öylesine kolay mı? / You can get old appliances going again, but you cannot bring back the past so easily.
rı aktarıyor dünden bugüne.
Mahzen serinliği her yanına çökmüş loş dükkânda
ki suskunluk, tam orta yerinden tuhaf bir cızırtıyla
bölünüyor. Nusret Usta’nın elinin altında markası
kopalı yıllar olmuş bir cihaz. Cihazın karanlık kad
ranı likör yeşili bir ışıkla aydınlanıveriyor birden.
Davudi bir ses yankılanıyor küçük dükkânda,
“Şimdi türküler ve oyun havaları...”
Yüzünde cansızı canlı kılabilmekten mutlu çocuk
su bir ifade. Hafiften titreyen ellerinde fark edilir
bir telaşla oturuyor. Onca yıllık büyük bir sırrı
açıklamasına üzerine basa basa konuşuyor. “Ben
geçmişi arıyorum, radyo bahane...”
•
* Selahattin Ayyıldız, gazeteci.
the house.
A damp chill filled the air of the shop. Nusret Beri§a got back to w ork on the radio, whose brand-name had long since broken off. The silence was suddenly broken by a strange crackling sound, and the dark tuning panel shone green. A p resenter’s voice resounded through the workshop: ‘N ow we present folksongs and folkdance tunes...'
Nusret Berea's face lit up with the joy of bringing the dead radio alive again. He hurriedly sat down, his fingers trembling slightly. As if revealing a secret he had kept to himself for years, he confided: 'I am seeking the past, the
radios are just an excuse.' •
* Selahattin Ayyıldız is a journalist.
Kişisel Arşivlerde Istanbul Belleği Taha Toros Arşivi