H
A
Lİ
D
E
ED
İB
A
D
IV
A
R
M illiyet
15 Ocak 1979 Şayi: 306
HALİDE E. ADIVAR
«Roman,bütün yazı biçimlerini içine
alır. Birey, toplum olay, ya da salt
kafanın içinde geçen yaşam birer
roman konusu olabilir.»
On beşinci ölüm yıldönümü dolayısıyla andığımız Halide Edib Adıvar’ın çeşitli konu lardaki görüşlerini yansıtan aşağıdaki seçmeler, Ruşen Eşref Ünaydın’ın ve Mustafa Baydar’ın yazarla yaptıkları iki ayrı konuşmadan derlendi. Ünaydın’ın “ Diyorlar ki” adlı yapıtındaki konuşmada sanatçıya yönelttiği sorular daha çok roman konusuna yöneliktir. Mustafa Baydar’ın “Edebiyatçılarımız Ne Diyor lar” adlı kitabında yer alan konuşmada ise genel konu ların yanında roman konu suna da değinilmektedir. Bu seçm eler yapılırken kimi eskimiş sözcüklerin yerine bugün kullanılanları konul muştur. 4-7. sayfalarımızda da Adnan Binyazar’ın Adıvar üstüne bir incelemesiyle Adı- var’ın bir öyküsü yer alıyor.
Büyük konular aklıma kolaylıkla gelir. Ve hep şimdiye kadar da öyle aT-~ muştur. Ben iki türlü yazı cıyım: Bir romancı, bir de küçük hikâye, küçük men sur şür yazarı... Romancı lıkta, mutlaka, zihnimde (anlatacağım) olayın planını yaparım. Bütün olaylar zih nimde kararlaştırılmış olur, örneğin belirgin nitelikler nasıl olacak, ötekiler bunun etrafında nasıl yaşayacak lar?.. Bazen, ana bölümün, ikinci derecedeki bölümlerin düzenlenişini büe zihnimde tasarlarım; ondan sonra ko layca yazarım. Yalnız kita bın ortalarına gelince ka rakterler bana egemen olur lar, ben onlara değil, ö r neğin ilk satırdan o sayfaya değin benim hükmüm al tında yürüttüğüm, yönetti ğim kişinin, bana karşı isyan ettiği zamandan son raki gidişini, yaşayışını ba zen beğenmem; ama o hare ketler artık o kadar öyle olmuşlardır ki, o kişiler de yapacaklarını yaparlar.
Romanlarımı herkesten uzak bir yerde yazanm ve son derece titiz, sinirli olurum. Yanımda çok kah ve, çok sigara olmalı. Hem birkaç kutu sigara üst üste durmazsa rahat edemem. Kâğıtlarımın büyüklükleri de hep aynı ölçüde olmalı. Daima ince ve uzun olmalı. Daima ince ve uzun kâğıda
yazarım; yazdığım yer de alıştığım yer olmalı. Ma sam, hokkam, kalemim fa lan...
Yazmayı, yazmak için sevdim. Bir insanın, nasıl sesi olur da söylerse, ben de bir kuş öter gibi yazdım. Yazmak, hayatımın en bü yük hazzıdır. Ve kesinlikle şöhret düşünmezdim. Ço cukluğumdan beri içimden çıkmak isteyen bir sanat tutkusu vardı. Çocukken de öyküler tasarlar, o vakit öykülerimi bir aktris gibi kendim oynardım.
Yapıtlarımı da, yazıp bitirdiğim andan sonra, ar tık onlar bir değer taşımaz duruma gelmişlerdir. Çün kü içimdeki ruhsal nitelikte olan tutku maddileşince ar tık önemi kalmıyor. Kabu ğunu değiştiren bir yılan gibi, eskisine bakmıyorum bile; öylesine onlara yaban cı kalmak isterim. Yazı larımın epey bir kısmı böy- lesine yok olup gitmiştir.
Her yapıtı bitirdikten sonra artık yeni bir şey yazmayacağım duygusuna kapılıyorum. Bütün yaratı cılık gücümü, sözcüklerimi, sanatımı, yazdığım kitaba verdim ve bitirdim sanı yorum. İçimde dolu olan o ürünü dışarı vermek için âdeta kendimi boşaltıyo rum. Ve ikinci bir şeye başlayacağım zaman bir ürperti doluyor içime. ‘Ko nu var, ama artık ben bir şey yapamayacağım; £>ende sanat ve sanatçılık öldü’ diye şüphe ve endişe edi yorum. Ancak, başladıktan sonra da o coşku, o bunalım beni sürükleyip götürüyor. Hemen sabahleyin, kalkın ca yazmaya başlarım ve özellikle gece vakti, el ayak çekilince. Çok yazarım ve coşkulu yazarım.
Ne zaman sanatçılar bi çim kaygısından kurtulur larsa, ne zaman kalıplaşmış bir biçime doğru gitmek
çemberinden kurtulurlarsa, o zaman içlerinde belirli bir şey doğabilir, yaşayabilir.
Gerçek romanı sapta manın olanağı yoktur. Çün kü roman bütün yazı biçim lerini içine alır. Birey, top lum, olay ya da salt kafanın içinde geçen yaşam da birer roman konusu olabilir.
Bir romancı, yaşamın herhangi bir yanını alıp yazdığı zaman, eğer o yan karanlık ve kötü ise, bu, romancının mutlaka kötüm ser olduğunu kanıtlamaz. Ben kendim, tersine, iyim ser bir insanım. Ama insan ların kötü yanlarını da özellikle değil bizim, bütün dünyanın son çeyrek yüzyıl içinde düştüğü garip ve belki de bozuk yanı, bir romancı pekâlâ kullanabilir.
Romanın çerçevesini, ilk öğesini kuran şey, “hikâ- ye”dir. Hikâyeyi doğuran şey ve hikâyenin konusu nedir? Hikâyenin yaratıcısı, imgelemdir; konusu, insa nın içinde yaşadığı evren ve insanın kendisidir, yani ya şamdır. O’Neil’in “garip bir durak” dediği, yani doğma dan önceki ve ölümden sonraki iki sonsuz bilinme zin arasındaki yaşam deni len garip ve geçici konukluk sırasında, hepimizin içinde bilinçaltı bir rahatsızlık var dır. Sanat, sanatın her biçimi, işte bu huzursuzluk tan kurtulmak için, bazen vakit geçirmek, coşkulan mak isteriz, bazen de içi mizdeki huzursuzluğu ve soru imini anlatmaya çalışı rız.
Sonsuzluğu saptayan ne eleştirmen, ne sanat ve düşün toplulukları, ne de kendi başına halk kalabalı ğıdır. Bunların hepsinin bir sanatçıyı sonsuzlaştırmak- ta etkileri vardır. Ama şunu' söylemek doğru olur ki, sonsuza dek yaşayacak sa natçı, insan ruhunun her zaman için az çok etkinlikte ve yaşayacak yanını sapta mış olandır.
Eylemiyle de öncülük eden Halide Edib'le
romanımız, insanımıza sahip çıkmaya başladı
ADNAN BİNYAZAR
İstanbul’da 1884 yılında doğan Halide Edib Adıvar’- ın ilk yazıları 1908’de “Ta- nin”de yayımlanmaya baş ladı. Bu yazılar gericilerin tepkisiyle karşılaştı, idinin da kara listeye alınmasına yol açtı. 31 Mart olayı sıra sında Halide Edib, Mısır’a kaçtı. Oradan İngiltere’ye geçti. Yurda döndüğünde ortalık durulmuştu, öğret menlik ve müfettişlik yaptı. Turancılık ve Türkçülük a- kımlarmm etkisi altında kaldı. Lübnan ve Şam’da kız okulları genel müfettiş liği yaptı. İstanbul’a dön düğünde Darülfünun’da ça lışmaya başladı, burada
batı edebiyatı dersleri ver di.
Yunanlıların İzmir’e giri şi, Halide Edib’in yaşamın da yeni bir dönemi başlatır. Bu olayı kınamak için dü zenlenen Fatih ve Sultan ahmet mitinglerinde ateşli konuşmalar yaptı. İstan bul, bir kadmın ağzından, içinde bulunduğu kötü du rumu öğreniyordu. Türkleri “mahkûm” edenlere şöyle sesleniyordu: “Bir gün gele cektir ki, daha büyük bir mahkeme, milletleri, tabiî haklarından mahrum bıra kanları mahkûm edecektir. O mahkeme bugün bizim a- leyhimizde olan devletlerin fertlerinden teşekkül ede cektir. Çünkü, her ferdin içinde ezelî bir hak duygusu vardır ve milletleri meyda na getirenler de fertlerdir.” İstanbul’un işgalinden sonra Anadolu’ya geçen Halide Edib, Kurtuluş Sa vaşı’na katıldı ve orduda onbaşı, çavuş, başçavuş o- larak görev yaptı. Cumhu riyetin ilanından sonra ku rulan (17 Kasım 1924) Te rakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan yana oldu. Kocasıyla birlikte yurt dışı na çıktı. Fransa’da, İngil tere’de ve Amerika’da kal dı. 1989 yılında Türkiye’ye
©
döndü ve İstanbul Üniver sitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Profesörü oldu. Bir dönem milletvekilliği de yapan Ha lide Edib, yeniden üniver siteye döndü, 9 Ocak 1964’te de İstanbul’da öldü. SAVAŞIMCI BİR YARADILIŞ
Genel çizgileriyle özetle nen yaşamından, Halide E- dib’in savaşımcı bir insan olduğu anlaşılıyor. Kadm olarak, özellikle aydın ke simde kendini gösterme yü
rekliliğini gösteren Halide Edib, Kurtuluş Savaşımı zın önemli kişilerinden biri dir. Bunun yanında Ameri kan mandasını benimseme de, Wilson’m 14 ilkesini bi rer kurtuluş yolu olarak ni telemede de gene onun adı geçecektir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile iliş kileri de ayrı bir konudur. Ama Halide Edib, bütün bunların ötesinde romancı lığıyla Türk edebiyatında a- mlacaktır. Bu, romanların daki çok yanlılıktan geldiği gibi, romancılığımızı geliş tirmesiyle de ilgilidir.
Halide Edib Adıvar, ge rek yetişmesi, gerek kültü
rü, gerekse yaratılarıyla iki kültürel etkenin, doğu ve batı birikimlerinin uzlaşı- mını sağlamayı düşünmüş tür. Bir yandan yaşamakta olduğuyla köken ilişkisini koparmamaya çalışırken, bir yandan da yeniliklere, kendi kökeninden çok uzak ta olana tırmanmaya çalış mıştır. Bu tırmanış eyle minde de bir kaynaştırma amacı gözden uzak tutul mamalıdır. Yazarm, dünya görüşüyle de bütünleşen bu sanatsal amacını en iyi yan sıtan yapıtlardan biri,
—belki başlıcası— “Sinekli Bakkal”dır.
“SİNEKLİ BAKKAL” ve YAYGIN BİR KANI
“Sinekli Bakkal”, yazarm romanlarının tüm içeriğini yansıtır. Ayrıca, öbür ro manlarında ayrı ayrı dene nen her şey bu romanında vardır. Örneğin, Halide E- dib’in kimi romanlarında eksen, yazarm kendi yaşa mıdır. Kimi romanlarında, gene yaşamına bağlı olarak, geçmiş dönemlerin töreleri ne yer verir. Yaşadığı çevre, tanıdığı kişiler, yaşam bi çimleri, ilginç insanlar, geç mişi yaşayıp, içinde bulun
dukları duruma uymaya ça lışan insanlar... Halide E- dib’in roman çevrenini çi zer. Ama bütün bunların ö- zeti, romanlarında kendi yaşamını “eksen” alması dır. Yazar, bu çok yaygm kanıyı, şu sözleriyle paylaş- mamaktadır: “Hiçbiri ken dim değildir. Fakat her ka dın karakterde bütün ka dınlarda az çok bulunan bir hususiyet bulunabilir. Er kek veya kadm bütün in sanlarda müşterek vasıflar vardır. Sade kendi hislerini ele alarak yazan romancı (ister kadm, ister erkek ol sun) bir nevi maskeli otobi yografi yazıyor demektir. Mamafih vakalar, bazıları işitilen, bazıları gözönünde geçen hadiselere dayanabi lir.”
DOĞU - BATI BİREŞİM İ Yukarıdaki görüşlerine karşın Halide Edib’in, ya şamını romanına yansıttığı, romanının yaşamını belirle diği açıktır. Batıyla yoğun ilişkiler kurmuştur. Ama doğunun kültürel birikim lerini hiçbir zaman gözden uzak tutmamıştır, örneğin “Sinekli Bakkal”da bir yan dan Mevlevi Şeyhi Vehbi Dede’nin müziği söz konu sudur, öte yandan Peregrini bir varlık olarak ortaya çı kar. İkisinin de gizemci (mistik) bir yanı vardır. İkisi de, insanlığın ortak dostluğunu yaratacak bir noktada bir araya gelmek tedirler. Rabia’nm o “ola ğanüstü" sesi bu dostluğu perçinlemektedir. İlişkiler öylesine gizemcidir ki, Ra- bia, Peregrini’yi değil musi kiyi sever. İnsanoğlu’nun bir araya geldiği “ilahi” bir ortam vardır. Tasavvufçu- ların tanrısallığı gibi bir şeydir bu. Halide Edib’in
doğu - batı bireşiminde düşlediği bir gerçektir bu. Kendi sanat dünyası açı sından gizemci bir gerçeği düşlediği için yaşamı da iniş çıkışlarla doludur.
Yazarın “ Handan” daki durumuna değinmeyi son raya bırakarak, kendi yaşa mı ile “Sinekli Bakkal” ara sındaki bağlantıyı açıkla maya çalışayım. Rabia’nm babası Kız Tevfik’tir. Kara gözcü ve ortaoyuncu olan Tevfik, ay m zamanda ma hallenin de bakkalıdır. Or- taoyununda "zenne” (ka dın) rolüne çıktığı için adı Kız Tevfik olmuştur. Kendi yaşam ını a n lattığ ı “Mor Salkımlı Ev”de, romanın ö- nemli kişilerinden biri olan Tevfik Te ilgili gözlemler şöyle dile getiriliyor: “Ra mazan gecelerinde Ahmet Ağa beni karagöze götürü yordu. Üsküdar çarşısında büyük bir kahvede oynar lardı. Kız, erkek, alay alay çocuk, hatta büyükler kah vehanenin bahçesine dolar lardı. ‘Sinekli Bakkal’daki 'Kız Tevfik’ bu akşamların bende bıraktığı intihadan bir hayli şey almıştır.”
Aksaray çevresinde bu lunan Sinekli Bakkal Soka ğı, Akile Hanım Sokağı da yazarın yaşadığı yerlerdir. Ya da oturduğu Laleli’ye çok yakındır. Halide Edib’- in çok köklü gözlemler yap tığı, insanı bu ortam içinde her yönüyle gözlemlediği de bir gerçektir. Ne var ki, ro manıyla yaşamı arasındaki bağlantıları bu yönüyle yansıtmak inandırıcı olmaz.
Asıl inandırıcı yön, yaza rın düşünsel kişiliğidir. Bu durum, aşağı yukarı tüm romanlarında görülen bir ö
zelliktir. Her kadın yazar gibi, —bunu özellikle vur gulamak istiyorum— Hali de Edib de özgünlüğünü, yaşamını romanına katma sından kazanıyor.
“Seviye Talip” , “Raik’in Annesi” , “Yeni T u ran ” , “Son Eseri” , “Mev’ud Hü küm” gibi romanları da o- lan Halide Edib’in bu dö nemde yazdığı romanlar a- rasmda en çok “Handan” ü- zerinde durmak gerekir.
“Handan” bütün yönle riyle, yazıldığı dönemlerin
duygululuğunu taşır. Ni tekim Servetifünun ede biyatının etkileri canlılığını yitirmiş değildir. Bir ede biyatın yarattığı belli bir insan tipi ve geliştirdiği bir duyarlık biçim i vardır. “Handan”da bunlar yansır. Halit Ziya’mn Fransız ro m antiklerinin etkisiyle yarattığı Nihal tipi içekapa- nıklığm, yoksunluklar için deki varlıklı kişilerin sim gesi olurken, Bihter kendi kabuğunu parçalayıp ka- dınsal özgürlüğü arama çıkışları yapar. Halide
Edib’in yaşamında bu duy gusal gelgitler söz konusu dur. “Handan” bu gelgitle rin romanıdır. Mehmet Ra uf’un yokluklara götüren sevi duygusu “Handan” için de geçerlidir. Nitekim bu romanın yazılışı, yazar m ilk kocasından ayrıldığı dö nemlere rastlar.
“ATEŞTEN GÖMLEK” VE “VURUN KAHPEYE”
Halide Edib’in Kurtuluş Savaşma katıldığı dönemle ri özellikle “Ateşten Göm lek” ve “Vurun Kahpeye” adlı romanları yansıtır. Bu romanlarda duygululuk, idealizm ve toplumsal eleş tiri bir bütünlük oluştur muştur. Her iki romanda da olay iç burkucu görü nümlerle etki y aratır. Anadolu’nun düşmandan kurtarılması gerektiği bilin ci, yazarın bir idealizmi ola rak kendini gösterir. Romanların birçok yerinde coşkulu bir söylevci gibidir. Olaylar bile bir söylev et kililiği kazanır. Bu durum, Halide Edib’i toplumsal de ğerlendirmelere götürür, örneğin “Vurun Kahpeye” , bir kasabadaki tüm top lumsal katları ele alarak, toplumdaki çelişkilere yönelir. Bence roman tek niği yönünden oldukça başarısız olan “Vurun Kahpeye” bu çelişkileri yansıtması yönünden önem taşır. Anadolu halkı büyük bir kurtuluş savaşma canla başla girmişken bu savaşm belirli kesimlere yaratacağı çıkarları düşünen bir kesim de vardır. Hacı Fettah türü insanlar yeni türemiş de de ğillerdir. “Mütegallibe” , “zadegan" takımı her za man var olmuştur. Elde et tiklerini yitirmemek için yapmayacakları yoktur. Halide Edib Adıvar, olay ların ateşi içinde, düşünsel açıdan sorunların temeline inmeye çalışmaktadır. Ro manın sonunda Hacı Fettah ve onun gibiler asılır, ama Türkiye’de hiçbir zaman o tür kişiler yok olmaz. Dev rim coşkusu içinde elde etti ğimiz yengi, tarihsel-top- lumsal açıdan gerçek bir
(Sayfayı çeviriniz)
©
Sinemada “Sinekli Bakkal”
*
—
H A LİD E EDİB A D IV A R ’D A N BİR Ö YK Ü : « C İN »
Odanın tavanı alçaktı, biraz ışığı kapattırmıştım. Yerde bir şiltenin üstünde arka üstü yatıyordum. Ar kamda yakası fistolu, katı, benim olmayan patiska bir gecelik vardı. Odaya bir ölü yanma girer gibi ayakları nın ucuna basarak giren gölgelere derhal gözlerimi kapıyordum. En korkunç za’fı insana seven gözler ve riyor, en yıkılmaz kalpleri şefkat ve sevginin nemli gözleri eritiyor. Onun için üzerimde dolaşan bu göz lerden kaçıyordum. Biricik sığınağım boyasız, eski tahta tavandı.
Köşe minderinin yanma çökmüş bir çocuk vardı ki onu kapalı gözlerimle görü yordum. Y akası devrik, okul ceketinin üstündeki baş, gözlerimin içinde, ca nımın içindeydi. Loş köşede esmer başın açıkça görünen esmer, belki de ıstırapla yeşilim tırak bir gölgesi vardı. Uzun, siyah, ipek kirpikleri arasında bazen kahverengi, bazen yeşil görünen çalılara gömülü yosunlu bir göle benzeyen
?
özleri hep bana bakıyordu, nce güzel kaşlarının orta sında iki tüyü her zamanki gibi tersine dönmüş, yu muşak, merhametli ağzı he nüz erkek olan ruhunun en son kabiliyetiyle yarattığı bir sağlamlıkla kapalıydı. O hep oradaydı, arada uzun parmaklı, esmer tüylü elini uzatıyor, elimi lakırdı söy leyen, seven, “Anneciğim, ben yamndayım”diyen bir kuvvetle yavaşça sık ı yordu.Ben dakikaları bu sessiz ıstırap içinde sayıyordum, bir dakika, iki dakika, ya rım saat... Sonra sabah ola cak ve ben gideceğim. Ne
reye? Benim için ne kadar uzun ve ne kadar karanlık bir gelecek vardı. Fakat iman ediyordum ki benim değilse bile ulusumun sıcak ve aydınlık bir geleceği vardı. Onun gerçekleşmesi belki benim göreceğim, belki göremeyeceğim bir şeydi. Kim bilir bu gözleri bir daha görecek miydim? Kim bilir bu esmer sevgili eli bir daha tutacak mıy dım?
İçimden, dudaklarım kı mıldamadan, gözlerim açıl madan kendi kendime ye
min ettim. Ağlamayacak tım ! Istırap ne kadar kuvvetli olursa olsun, acı bir kızgın demir gibi ne ka dar içime batarsa batsın ağlamayacağım! Ulusun iyi günleri, hiç olmazsa kurtu luş yolunun başı görün meden gözümden bir tek damla çıkmayacak, onun için elimi, onun zengin si yah saçlarım okşamak için sızlayan elimi sıktım, gözü mü sıktım ve kalbimi sımsı kı tuttum
Oradan nasıl çıktım, na- sü o oda veo çocuk uzak ol du? Onlar bugünün hikâye si değil! Ben köpeğin, Çin’in hikâyesini y a zacağım.
Sonra ihtilâlin ilk kor kunç fakat heybetli ve son suz günleri geldi. Çok gariptir ki anlamamak için, yumuşamamak için sımsıkı kapanan ruhumu ben nasıl bekliyor ve bu yeni zırhında hapsediyorsam arkadaşla rım da öyleydi. Oralarda kuvvetli ve erkek gözlerin de, çocukların, güzel şeyle rin, hatıralarını, özlemin kalplerini zorladığı zaman kızaran, katılaşan, büzülen şeyi daima gördüm.
İyi hatırlıyorum. En bü yüğümüz bir gün hastaydı. Acı ve korkunç günler yaşı yordu ve:
— Ben, dedi, ben bugünlerde annemi çok öz lüyorum.
Ne acı acı tahta alçak tavan ve ipek kirpikler ara sında yosunlu göle benze yen çocuk gözlerini kalbi min gözüyle gördüm.
Kalbini böyle kapayan insanlar dünyanın en yalnız ve en kimsesiz insanlarıdır. Onlar bir fikrin, bir maksa dın kırılmaz zinciriyle bağ lanmıştırlar ve bazen insan ölduklannı unuttukları bile olur ve onun için Daudet’nin “ L ’Evange- liste”inde kalbini fikirlere esir eden, kalbinin etrafına duvar ören kız mı bed bahttır, yoksa onun sonsuz bir yabancı olduğunu duya rak sevgili bir kalbin önleri ne koyduğu demir duvarın önünde buz gibi titreyerek bekleyenler mi biçaredir, hiç bir vakit kestiremodim.
Bir akkanı çiftlikteki tek odamın önündeki balkon dan Ankara’ya bakıyor dum. Karşıda bir tiyatro dekoru gibi Cennet dağı yemyeşüdi, Cehennem dağı sapsan, akşamın mor ışığı na bürünmüşler, bana bakı yorlardı. O kadar ben in sandan başka gibiydim ki o iki kuru dağ üstüne çöken beyaz sisler ve renkler bana bahçede gezen insanlardan çok yakın geldi.
insanlar bir maksada esir olurlarsa kalplerine kilit vurmalı m ıdırlar? Kuru kalpli insanlar mı maksada ve insanlığa daha faydalı dır, yoksa hata yapsa bile seven, yaşayan, etrafındaki insan nabızlarını her zaman kendi damarlarında duyan lar mı daha faydalı ve çeki cidir?
Arkamda oda kapısı vu ruldu. Döndüm, bir nefer elinde beyaz astarlı, siyah çizgüi bir bohça tutuyordu.
— Abdurrahman Bey gönderdi. Mendili istiyor, dedi.
Birdenbire beyazlı siyahlı simsiyah bir mahluk odanın ortasına fırladı. Ortapar- mağım kadar kıvırcık dön müş bir kuyruk durmadan oynuyordu, başı yassı, alnı sarkık, kulakları hizasında iki kara gözlerinde, küçük bir çocuk, hatta bir zenci çocuğu gibi garip bir hüzün ve şeytanlık vardı. Kalbim birdenbire oynadı. Demir kapımn zinciri her halde ilk defa zorlandı.
iki şilte üstüne halı sere rek yaptığım yalancı sedire oturdum, odada kuyruğu nun etrafında durmadan dönerek sıçrayan mahluka bakıyordum. Döndü, dön dü. Koştu, geldi, dizlerime sıçradı. Ellerimi büyük bir tutkuyla yalamaya, gömle ğimin boyunbağını dişleriy le çekip hırlamaya başladı. Ihk bir şey dizlerimden kalbime gitti. Kalbim, zin danı güneş gören bir mah kûm gibi ısındı, sonra pek bilmiyorum. Odada ço cuk gibi koşuyor, oynuyor dum. Balkonun altında ça lışan genç rençperin köyde ki aşk hikâyesini hatırla dım, güldüm. Bahçede gi
dip gelen köylüler dağlar dan daha çok bana yakın oldu. Söğütlü yoldan hay- vanlariyle Genelkurmay’a giden genç subay arkadaş larımı daha aşina buldum. Ne sıcak renkli bir akşam oldu. Odamızda, birer birer dönen arkadaşlar hepsi kö peğin etrafmda toplandılar. Biri, "Adı ne?” dedi, güle rek, "C in!” dedim.
— Cin, Cin!
Hepsi onunla oyalanıyor du, kimi şeker veriyor, kimi bastonunun üstünden atlatı yor. Birisi de terbiyesizlik edince (çok temiz değildi) dövmek istiyordu. “Mah kûmlar Kulübü” dediğimiz oda mesut bir yer oldu.
ilk gecesini daha iyi ha tırlıyorum. Ay ışığı vardı. Akasyaların arasından sü zülüp yatağımda ve yatağı mın önünde beyaz ışık yol lan yapıyordu. O ışık yolla- nnda siyah bir ipek top gi bi yuvarlanıyor, dönüyor du. Yatağıma tırmanacağı zaman doktor yatağından seslendi:
— Sakın yatağına alma ha! Hastalık alırsın, şerit vardır.
Fakat ben bir çocuk gibi doktorun uyuduğunu bek ledim. Elimi uzattım, sıcak ipek topu yatağıma sildim. Çekik kara gözlü, yumuşak kulaklı başım ellerimin içine aldım. Ay ışığında kırpılan kara gözlerine baktım, ko nuştum. Ne uzun konuş tum! Kalbimdeki soğuk de mir zincirin herhalde ilk halkası kopmuştu. Arka daşlarım benim nasıl ko nuştuğumu duysalar şaşa caklardı:
— Cin, dedim, onlar şim di nerede? Yatakhanedeler mi? Arkadaşlar uyumuştur, değil mi? Beni düşünüyor lar değil mi? Gündüz, Hi- sar’ın tepesine çıplak ba cakları ağaçlara tırmanma dan parça parça olan altın gözlü oğlanın yanakları hâ lâ pembe mi? Yosunlu göl ler gibi derin gözlü esmer oğlanın zayıf yanaklan has retten daha çok mu sarardı? Kumral baş, esmer baş yan yana sokulup yatak koğu şunun loş köşelerinde beni söylüyorlar mı? Küçük,
ha-la telefon direklerine tırma nıyor mu? Büyük, hâlâ e- linde bir kitapla her zaman tenha köşeler mi arıyor?
Sonra kalktım, yalmayak örtüsüz tahta masaya git tim. Kırık gümüş çerçevesi içinde okul ceketlerinin ya kasından yükselen ve birbi rine sokulan iki çocuk ka fasını yanaklarıma sürdüm, öptüm, kokladım! Çok ga rip ki yanaklarım ateş gibi, gözlerimden alev çıkıyordu.
*
Ankara çok güzel yerdi. Günün çalışmaları arasında söğütler altında akıp giden Çubuk çayında onu yıkaya cak zaman ayırıyordum. Nasıl kollarımın arasında havlunun içinde titreyerek inlerdi. Onunla tozlu uzun Kalaba yolunda mutlaka yürüyecek bir akşam saati bulurdum. Ortaparmağım kadar küçük kuyruğunu sallaya sallaya önümden yürür giderdi.
Uzun bir hastalıktan iyileşen insan hayatı nasıl tadarsa, insanlarla ilgilen meyi, yeni baştan etrafını eski dikkatle, eski sıcaklık la sevmeyi tadıyordum. Ne gece, ne gündüz yalnızdım ve onunla ne uzun, ne tatlı konuştum. Hâlâ karşı kar şıya o teneke kâsesinde, ben kırık fincanımda içtiği miz çayın, beraber yediği miz armutların lezzetini ha tırlıyorum.
Cin ve ben, bir ay insan ları olabileceği kadar tatlı, fakat ölümlü bir saadet ya şadık.
Her iyi şeyin bittiği gibi o da bir gün sona erdi.
Ortaparmağım kadar kü çük kuyruğun sallanmadı ğını, yuvarlak ipek topun halının üstünde eskisi gibi yuvarlanmadığını görüyor dum. Bastondan eski neşe siyle atlamıyor, yıkandığı zaman daha çok titriyordu. Hâlâ küçük suratım elleri min içine alıp Hisar’ın tepe sindeki oğlanlardan haber sorsam ince kırmızı dilini u- zatıyor, çenemi yalıyor, si yah kadife gözlerinde teselli veren mutlak bir sevgiyle yüzüme bakıyordu. Fakat eskisi gibi kuyruğu etrafın da bir saat dönen, üç fincan çayı benimle aynı iştahla içen Cin değildi. Boynunu
büküyor, kuvruğunu kısı yor, durgun durgun oturu- ,yor ve en sonunda benim yatağımın ayak ucuna kıv rılıyordu.
— Cin, hasta! dediler. Ve Cin, hastaydı. Bir ak şamdı. Bir arkadaşım geldi. — Dikkat ediniz, kuduz var, kuduz da böyle başlar mış, dedi.
Artık hep dizimde yat mak için gelip sürünen, ay- nlmayan Çin’i birdenbire yere bıraktım. Yüzüme öyle garip ve aldatılmış ruhların acılığıyla baktı ki derhal al dım, kollarımın arasında sıktım. O bakışı ben, ıstırap çeken, terkedilen zayıf, fa kat vefalı mahluklarda ne kadar gördüm!
Cin, yavaş yavaş hare ketlerini kaybetmeye başla dı. Çirkin bir felç arka a- yaklarmdan başladı, yavaş yavaş bütün vücudunu sar dı. Korkunç bir ıstırap çeki yordu. Yemek yemiyordu. Yalnız benim dizimde susu yor ve beni sevindirmek için avcumdan arada süt yalı yordu. Her tarif edilen ilacı yapıyordum, faydasızdı.
işte, son dakikalar gel mişti ve bu son dakikayı benim vermem gerekti; felç, başına gelinceye kadar bekledim ve bir gün suyu da yutamadı. Yüzüme öyle bir baktı ki, “Beni bu ce hennem ıstırabından kur tar!” diyor gibiydi.
Tüfek patladı. Cin yumu şak, sıcak gübrelerin üs tünde ıstırabından kurtul muş, yatıyordu. Ben, katı bir ot minderin üstünde yü zükoyun bağıra bağıra ağlı yordum. Bunlar Anadolu’ da ilk göz yaşlarımdı. F a kat bu gözyaşları yalnız zavallı küçük Cin için değil di. Kalbimin içine doldurup hapsettiğim , zincirlerle bağladığım acılar akıp gidi yordu. Sanıyordum ki, bir daha susmak, bir daha göz lerimden boşanan şeyleri durdurmak kabil değildi. Fakat bu acı gözyaşları ba na ilk dersi öğretti. En bü yük maksatlar ortasında bile kalbin hürriyetine do- kunulmamalıydı; ta ki Al lah'ın en büyük ve en son tecellisi olan sevgi, ihti
lâllerde .de insanları taş ol maktan, zalim olmaktan korusun!
(Dağa Çıkan Kurt'tan)
y
yengi değildir. Her zaman belirli çıkarlar olacaktır ve bu çıkarlar belirli kesimlerin y a ra rın a iş le y e c e k t ir . Halide Edib bunu vurgula masıyla romanına gerçeklik kazandırmıştır.
Baştan beri "e k se n ” saydığımız “Sinekli Bak kal” da bu çelişkiler daha somut, daha gerçekçi verilerle ortaya konmuştur. Romanda I I . Abdülha- mit’in son saltanat yılları konu edilmiştir. Düzen her yamndan sallanmaktadır.
Adıvar için pul
Düşünceler sıkı denetim altında bulundurularak, toplumsal gelişim in ön lenmesine çalışılmaktadır. Bir insan ne denli insani değerlere sahip olursa ol sun, ortam m kirli hava sından kurtaramayacaktır kendini. Kapkaranlık bir dönemde, iki kesim ara sındaki uyuşumun romanın temel sorunu yapılması, Halide Edib ’deki tutarlı de ğerlendirmeyi ortaya koyar. Karagözcü Kız Tevfik’le Zaptiye Nazırı Selim Pa- şa’nın oğlu Hilmi arasında ki eylem ortaklığı, tüm bas kılara karşın, toplumda bir var olmanın başladığını gösterir. Halide Edib’in “Si nekli Bakkal’’da üzerinde en çok durduğu sorun budur. Bu düşünsel yeşerme, Si nekli Bakkal Sokağında olu yor. Okul kitaplarına girmiş şu betimleme, bu yeşerme nin oluştuğu ortamı çok iyi gösterir;
“Evler hep ahşap ve iki katlı. Köhne çatılar. Kar şıdan birbirinin üstüne aba nır gibi uzanmış eski zaman
saçakları. Ortada baştan başa uzanan bir aralık kal mış olmasa, sokak, üstü kemerli karanlık bir geçit olacak. Doğuda, batıda bu aralık, renkten renge giren bir ışık yolu olur. Fakat sokağın yanları her zaman serin ve loştur... Burası dünyanın herhangi bir ye rindeki bir fukara mahal lesinden çok farklı değildir. Bir geçitten ziyade toplantı yeri: Mahalle orada muhab bet eder, konuşur, kavga eder, eğlenir. Hayatın orada geçmeyecek bir safhası yok gibidir, ihtiyarlar, vaktiy le, çeşme başında doğuran kadın bile olduğunu gülerek rivayet ederler.”
Bu yer betimlemesi sürer gider. Oradan, kişi betim lemelerine geçer Halide Edib. Kişilerin nitelikleri, anlatılan bu yerlerin aym gibidir. Ortamın anlatılma sıyla kişilerin çizilmesi ara sında uyumlu bir denge vardır. Yazar bunu özellikle bu kurguda verme gerek sinimi duymaktadır. Böyle- sine kötü bir ortamda, böy- lesine çürümüş insanların yaşadığı bir ortamda gene de gelişmelerin var olabile ceğini göstermektedir. Kişi betimlemeleri, yaşanılan ortamın çizilmesi, düzene yöneltilen eleştiri, “Sinekli Bakkal”a yeni bir boyut ka zandırır. Düşünsel (ideolo jik) boyuttur bu. Tanzimat
romanında olsun, Serveti- fünun romanmda olsun, ro mancı, düşünsel öğeyi ön planda tutmaz. Romancının gerçek am acı, olaya sürükleyicilik kazandırmak, Servetifünun romamnda olduğu gibi, yoğun ruhsal
g
zümlemelere girişmek. neğin Mehmet Raufun “Eylül”ü okunduğunda, ondan uzun uzun cümleler, kendini bırakmış âşıklar, insanın yapay çizimi kalır. Halit Ziya Uşakhgil gibi yaratıcı bir romancı bile bu nun etkisinden kurtulamaz. Kurtuluş Savaşıyla ilgili romanlarında tüm kişiler romanın sonunda ölseler bile, Halide Edib’in ki şilerinde bir direngenlik vardır. “Sinekli Bakkal”da
HALİDE EDiB
(Devam.)
bu direngenlik, Rabia ile Kız Tevfik’le, Hilmi ile, Peregrini ile, hatta Vehbi Dede ile yeni boyutlar ka zanır. Roman, yaşamaları salt ölmek için olan in sanların başından geçenleri anlatmaz, insanın toplum sal savaşım ını, topluma katkısını, yaşadığı toplumu değiştirip yeniden kurma sını anlatır. Halide Edib’le romanımız, insanımıza sa hip çıkmaya başlamıştır. Kendi yaşamını daha belirli biçimde “eksen” aldığı son romanlarında da bu durum aşağı yukarı aynıdır. Ya şamı canlılığıyla yansıtmak ve toplumu değerlen dirmek, Halide Edib’in te mel am açlarından biri olmuştur.
HALİDE EDİB* İN D İLİ Halide Edib’in diline çok takılanlar olmuştur. Ger çekten dilinde dilbilgisi yö nünden eleştirilecek yönler çoktur. Ne var ki, doğal bir roman dilini de Halide Edib yaratmıştır, örneğin, döne mine göre, onun dili Yakup Kadri’nin dilinden daha yalındır, daha roman dili dir. K işileri çizmede gösterdiği u stalık ise, romanına, başarılı roman larda daha belirgin olarak varlığı sezilen bir beğeni kazandırm aktadır. Üze rinden yıllar geçse de Halide Edib'in aranmasında, sa man alevi gibi tutuşup sönmeyen bu beğeninin büyük etkisi vardır. “Dağa
Çıkan Kurt” adlı kitabında topladığı öykülerinde bu beğeni, insanca bakış, yüre ği burkan duyarlık, yaşa nılanı öyküye dönüştürme becerisi daha belirgin olarak kendini gösterir.
TÜRK ROMANINA KATKILARI
Halide Edib Adıvar, ge rek eylemi, gerekse romanıyla Türk kadmına, Türk kadınlığına öncülük etmiş bir yazardır. Büyük toplulukların karşısma çı karak, Kurtuluş Savaşımı zın ateşini yakmak, o dö nemin koşullarına göre pek kolay olmasa gerektir. Ya şadığını romanına katan, romanını yaşamına katan bir yazar olarak, bugün vardığımız sanatsal düzey de her zaman Halide Edib’in de varlığı duyulacaktır. Sevgi Soysal, Adalet Ağa- oğlu gibi eylemci roman cılar, kuşkusuz, Halide Edib’in başlattığı akımı da gözönünde bulundurarak kendilerini var etmişlerdir. Halide Edib, Türk kadın larına kişilik kazandırdığı ölçüde, Türk romanına da çağdaş bir boyut kazandır mıştır. Bugün romanımız bir bireşime varma, kendi birikimlerimizin değerine inanarak bir yoruma gitme amacındaysa; ve bunu ger çekleştirme yolunda yoğun bir çaba gösteriyorsa, bun da Halide Edib’in katkıları büyüktür. Edebiyat tari himizde onun romanını özellikle bu açılardan da görmek zorundayız.
ADNAN BİNYAZAR
r
EDİP HAKKI KÖSEOGLU
resim sergisi
9 şubat - 9 mart 1979
GALERİ BARAZ
Kurtuluş Cad. 191 / B- Sinem köy-lstanbul. 40 47 83KÜLTÜR BAKANLIĞINDAN
1. Kültür Bakanlığı, sinema sanatını özendirmek ve 14—21 Nisan 1979 tarihleri arasmda İstanbul’da düzenlenecek olan I I I . Balkan Film Şenliği Uluslar arası kısa film yarışmasına ülkemiz adına katılacak filmleri saptamak amacıyla bir kısa film yarışması düzenlemiştir.2. Yarışma,
a) Konulu ya da belgesel kısa film, b) Canlandırma filmi,
c) Çocuk filmi, dallarında olacaktır.
3. Yarışmaya katılan filmlerin ilk gösteriminin 1 Nisan 1977’den sonra yapılmış olması gerekmek tedir.
4. Yarışmaya gönderilen kopyalar 16 mm. ya da 35 mm. olabilir. 16 mm.lik filmlerin ses bandı optik ya da manyetik olabilir. Filmlerin en çok 30, en az 5 dakika olması gerekir.
5. Yönetmenler yarışmaya birden çok filmle katı labilirler.
6. Yarışmaya katılan filmler daha önce başka şenliklere katılmış ya da ödül kazanmış olabilir. Yarışmaya katılan filmler televizyon için de hazırlanmış olabilir.
7. Yarışmaya katılacak filmler 14 Mart 1979 günü saat 17.30'a kadar aşağıdaki adreslerden birine gönderilmelidir: Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi Başkanlığı ANKARA, ya da Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi Başkanlığı Füm Yapım ve Gösterim Merkezi Müdürlüğü, Atatürk Kültür Merkezi İSTANBUL. Postadaki gecikme ve kayıplardım Bakanlık sorumluluk kabul etmez.
8. Füm sahipleri, filmlerinin bir kopyasıyla birlikte filmin dialog listesi, konu özeti, füme katkısı geçenlere üişkin tamtıcı bügilerle filmden 5 adet fotoğrafı da aynı tarihe kadar aynı adreslere ilet melidir.
9. Yarışma Seçicüer kurulu aşağıdaki yedi asil üç yedek üyeden oluşur. Asü üyeler:
Türkiye Yazarlar Sendikası, Sinema Yazarları Demeği, Karikatürcüler Derneği, Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi ve UNESCO Türkiye Millî Ko mitesinden birer, II I . Balkan Film Şenliği Düzen leme Kurulundan iki temsilci. Yedek üyeler:
II I . Balkan Film Şenliği Düzenleme Kurulundan üç temsüci.
10. Seçici kurul yarışmanın üç dalmda birer büyük ödül, ayrıca iki başarı ödülü verir. Başarı ödülleri herhangi bir daldan olabilir. Büyük ödüller 35.000. başarı ödülleri de 15.000 lira olarak filmlerin yönetmenlerine ödenir.
11. Üç dalda verilen büyük ödül ve iki başarı ödü lünü alan filmler II I . Balkan Film Şenliği Ulus lararası kısa füm yarışmasında Türkiye’yi temsil eder.
12. Bu yarışmalım şartnamesi yukarıda, 7’nci maddede yazılı olan adreslerden sağlanabilir.
Basm: 30643 — 318