DİZİ YAZILAR
Yazan: MERİÇ VELİDEDEOĞLU
Bu yazıyı,
sevgili
Velidede
oğlu’nun
yoğun
isteğinden
ötürü
yazmam
gerekiyordu
w yG İR İŞ
w A Z IN IN başlığını okur okumaz, sevgili Velidedeoğlu bütün içtenliğiyle
JL
16
sayısına itiraz eder, bunu“32“
olarak düzeltir, daha sonra:“Bit 24
saat her atı birükteyiz, bu yüzden her yıhnuz iki yıla karşılıktır"
diye açıklama getirirdi,Yakm dostlarımız bu değerlendirmeyi bilirler: dahası kendisi ile konuşmaya, söyleşiye gelen kim i basın mensupları da bu ikiye katlanmış y ıl sayısını onun ağzından duymuşlardır. Buna ben de yürekten inandığım için, izninizle başlığı yenileyeyim : Velidedeoğlu ile 32yıl!..
Bu vazıyı, sevgili Velidedeoğlu’nun yoğun isteğinden ötürü yazm am gereki yordu. Gün gün. saat saat değil, saniye saniye birlikte soluk alıp vermenin ve bunu
16 y ıl kesintisiz sürdürmenin bitim siz güzelliğini anlatmamı istiyordu. Yakı nlarımız bilirler, onun bu isteğine çok kez karşı çıkmıştım. Am a 18 Şubat 1992 günüyoğunbakm dan çıkıp, hastanenin olağan bakım odasına geldiğimizde, onca zavıtİamasma karşm biçimliliğinden hiçbir şey kaybetm eyen o anlamlı elini avu cumun içine bırakmış:
“32 yth unutmadın değil nü, canım.1“
demişti. Söylemek istediği, şim di okuyacağınız yazıyı kaleme olmamdı.İki kişilik dünyamız
S
ON iki yıl dışında, yıllar boyunca her gün dokuz saat yatakta kalır, sabah kahvaltıdan son ra gazeteler okunur, haf talık makalesinin notları alınmışsa yazma İşlemi başlar, bu, öğle yemeği ne dek sürerdi. Makale genel olarak çarşamba günü gazeteye gönderildi ğinden, o günden başlayarak üç gün, yani çarşamba, perşembe, cuma gün leri, öğle yemeğinden önce bir saatlik yürüyüş hakkımız doğardı. Güz ayların da, ilkyazda bunu aksatmadan gerçek le ş tird ik . Kışın ancak güneşin görün düğü, yağışın olmadığı günlerde kısa gezintilere çıkabilirdik.Yürüyüşleri ilk yıllar evimizin bu lunduğu Göztepe'den Suadiye’ye uza nan tren yolunun kenarındaki dar top rak yolda yapardık. Sonraları trenden portakal kabukları, meyve koçanları, top top edilmiş kâğıtlar üzerimize yağ maya başlayınca, burada yürümekten üzülerek vazgeçtik. Göztepe fidanlığı nın çevresini dolaşmaya başladık, git gide de bu turdan çok hoşlanır olduk. Fidanlıktan yola taşan bir fıstık çamı vardı, bu turu bize sevdiren biraz da oy du. Ona bir ad koymuş, “Hoca Ali Rıza-
’nın çamı” derdik. Gerçekten bu ağaç
ünlü ressamımızın tablolarında' sıkça yer alan çamlardan birine pek benzi yordu. Yürüyüşün 5 dakikalık molası genelde bu ağacın altında olurdu. Ge nelde diyorum, çünkü ilkbaharın ilerle yen aylarında güneşin durumuna göre yürüyüşümüzün başlama noktası deği şirdi. Böylece fıstık çamımızın değişen ışık ve gölgeye göre yansıttığı güzelliği de yakalayabiliyorduk. Bu tur, bir saat 15 dakika sürerdi.
Ne var ki, 1988 Ocak'ında sol baca ğındaki damar tıkanıklığı nedeniyle ge çirdiği ağır ameliyattan sonra, artık he men hemen yılın altı ayı dışarıya çıka maz olduk.
İKİ KİŞİLİK EVREN
_ rnun bu yazıda sözünü etm em i istediği,
öğleden sonraları üç-dört saat, kimi kez
bes-altı saat süren, benim için tam anlamıy
la bir "şölen" olan söyiesiferimizdi
>enlm için gerçekten değerleri
imla eş anlamda olan bu şölenler,
.
r boyu sürdü. 1991 yılından 1992-
nln şubat ına kadar da süreleri kısala
rak sürdü, ama iki kişilik evrenimizin
boyutu hiçbir zaman küçülüp kısırlaş
madı
ifttlilllt
__
Hıfzı Veldet VelidedeoğluAnkara Lisesi öğrencisi iken
Yürüyüş dönüşü kısa bir dinlenme den sonra gelen öğle yemeği, iki kişilik evrenimizin başlayacağının ilk işareti dir. Çünkü bundan sonra saat 20.00 ha berlerine kadar sürecek olan türlü ko nuların oluşturduğu dünyalara uçaca ğımız yolculuklar başlayacaktır. Yazın dan (edebiyattan) kazıbilime (arkeolo ji), felsefeden kimyaya, göstergebilim- den baleye, toplumbilimden çevrebili me, dilbilimden hukuka, politikadan gökbilime (astronomi), yorumbilimden genbilime, oradan resme, heykele, se ramiğe, minyatüre, fiziğe uzanır, ço ğunlukla müzikle noktalardık bu yolcu lukları.
Onun bu yazıda sözünü etmemi is tediği işte bu öğleden sonraları üç-dört saat, kimi kez beş-altı saat süren, be nim için tam anlamıyla bir "şölen” olan söyleşilerimizde Beraberliğimizin ilk beş (onun deyişiyle ilk on) yılında, bu şölenleri, o günlük noktalayan saat 20.00 haberleri başladığında, kendisi televizyon koltuğuna geçerken ben de akşam yemeğini hazırlamak için mutfa ğa gittiğimde hep şaşkın bir durumda olurdum. Duyduklarımın, dinledikleri min adeta tek bir sözcüğünü kaybetme
mek için mutfaktaki küçük tabureye otu rur, her şeyi yeniden kafamda tekrarla maya çalışırdım. Bu yüzden ses olarak bana kadar ulaşan haberleri kaçırdığım gibi, zaman zaman onun “Hadi canım,
acıktım, üstelik ilaç vaktim de geçecek...”
diye seslenişlerini de duyamadığım olur du...
25 Haziran 1976’dan başlayarak bana günlük tutma alışkanlığı kazandırdı ğından, söyleşi konularımızın satır başlarını ertesi sabah o kalkmadan önce günlüğüme ge çirir, üstünde bir süre daha dur mamızı istediğim noktalara yıldız işareti koyardım. İşte bu yıldızlı konuların içinde günde mimize yılda birkaç kez girenler olduğu gibi, 16 yıldır hâlâ tartıştı klarımız da vardı.
Benim için gerçekten değer leri yaşamla eş anlamda olan bu şölenler, yıllar boyu sürdü. 1991 yılından 1992’nin Şubat’ına ka dar da süreleri kısalarak sürdü, ama bu iki kişilik evrenimizin bo yutu hiçbir zaman küçülüp kısı rlaşmadı, aksine tomurcuklana tomurcuklana her gün biraz daha büyüdü, varsıllaştı.
İzninizle şimdi bu dün
yamızın tomurcuklarının birkaç tanesini size açmak istiyorum.
Uygarlık tarihi süresinde Indüs ve Mezo potamya’dan sonra yer alan eski Mısır uy garlığını yerinde görmek bizim için bir tut ku olmuştu. Önceki ilk iki uygarlıktan ayakta duran pek bir şey kalmadığına göre altı bin yıllık yapıtlarıyla yaşamını sürdüren Mısır uygarlığına bir “ Merha
ba!” demeli, böylece onu tüm boyutlarıyla
somut olarak evrenimizin içine yerleştir meliydik. Bu düşümüz 1979 yılında ger çekleşebildi. Onun deyimiyle ilk “Mısır
seferi” ne çıkmadan önce tam bir yıl bu
uygarlıkla ilg ili ele geçirebildiğim iz kitap ları okuduk. 1978 yılı boyunca büyük ye mek masasının üstü bu kitaplarla, resim lerle, notlarımızla, kaplı kaldı. Yemekleri mizi dizlerimizin üstünde ufak tepsilerde yeme alışkanlığını o sene edindik. Yıl so nuna doğru yavaş yavaş garip bir duygu ya kapılmaya başladık; iki kişilik dün yamız artık eski Mısır olmuş, biz de içinde dolaşa dolaşa pek çok yeri iyice tanır du
ruma gelmiştik; Bu yüzden neredeyse, Mısır’a gitmeye gerek kalmadığına karar verecektik. Ama bunun ne kadar yanlış bir karar olacağını uçaktan Kahire’ye iner inmez anladık. Gizleyemediğimiz bir he yecan bütün içimizi sarmıştı, hele otel odamızın balkonundan N il’i gördüğümüz de bu coşku doruk noktasına ulaştı. Saat lerce bu küçük balkonda oturmuş, eski Mısırlıların “ Hapl” sinln (Nil’in eski adı) üzerinde yeni Mısırlıların, turistlerin san
Velidedeoğlu çifti her öğleden sonra yaptıkları söyleşilerden birinde..
dallarla gezmelerini hiç kıpırdamadan iz lemiştik. Yıllarca Göztepe’de öğleden sonraları, dünyamızda, istediğimiz gün bu “ Nll saatleri” ni yaşardık, hem de aynı coşkuyla...
ÇÖL YOLCULUĞU
Ne var ki, gezi süremizin ortalarına doğru içimizdeki bu coşku, yerini yavaş yavaş bir sızıya bıraktı. Dev boyuttaki hey keller, anıt mezarlar, o şaşılası piram itler üstümüze üstümüze gelmeye başlamıştı. Çevreni (ufku) bölen, seyredeni bile ezen bu yapıtların kölelerin elinden çıktığını anımsamak, bizi tedirgin ediyordu. On ların çalışma koşulları, yedikleri, içtikleri, nasıl cezalandırıldıkları duvarlarda yazılıydı. Demek ki, bütün bunlar onların acılarıyla örülerek yaratılmıştı. Bizi bu iç ezikliğinden kurtaran, son gün Kahire Müzesi’nde gezerken bir vitrinde gördü ğümüz kireçtaşından yapılmış büstler oldu. Bunları ilk kez o fark etmiş hemen beni yanına çağırmıştı. Hiç unutmam,
gözleri ışıl ışıl, vitrin de yer alan 5-6 büstün üstünde dolaşıyor, aradığını bulan bir in sanın sevincini taşı yordu. Kimisi normal baş büyüklüğünde, ki misi daha büyük olan bu başlar olağanüstü güzellikteydi. Ağı zlarındaki bir tutam gülüşü, bakışlardaki yumuşaklığı, ya ratıcının onlara akıttığı sevgiyi, gözle rim iz yaşararak el ele dakikalarca seyrettik. Beş bin yıl öteden ge len bu insansal iletiyi, evrensel iletiyi, yani “ sevgl” yi onlardan alıp içimize koyduk. Böyle bir gezi ve gezi-
h h h m m b b h den önceki oldukça geniş boyutlu bilgilenme süreci bizim öğleden sonraki dünyamızı var sıllaştırıyor, doğallıkla yeni ürünlerin ortaya çıkmasına da neden oluyordu. Nitekim, Kahire’deki El-Ezher Clniversi- tesi’ndeki gözlemlerini okuyucularına iki yazıyla sunduğu gibi. Kahire’den gü neye doğru dört saatlik bir çöl yolculu ğumuz da “ Çöl” adlı ilginç denemesi nin ana konusunu oluşturmuştu. Bu ma kalenin müsvettelerini yazarken, doğa daki çölden, kısırlaşmış, çölleş miş kafalara geçişi, her İki çöl arasındaki benzerliği anlatımı ndaki özgünlük beni çok heye canlandırmıştı. Çünkü o d ö rt sa atlik yolculukta ikimiz de yalnız ca çevreyi seyretmiştik. Uçsuz bucaksız, ıssız, hiçbir canlı varlığın görülmediği bu manza ra beni ürkütmüş, bir an önce bir yerleşim bölgesine varmayı düşünür olmuştum. Oysa sev gili Velidedeoğlu, çıkış noktası olarak aldığı çölden neler ya ratıyordu!.. Elbette kendimi onunla karşılaştıramazdım, ama yine de bu tanıma gezisini ben de değerlendirmek istiyor dum.
Gezi ertesi öğleden sonraki söyleşilerim izde, bu eski uy garlıkla ilg ili üstünde durduğum bir noktayı ben de yazıya döndürdüm. Bu günkü Mısır halkının, yaşadıkları bu topraklarda binlerce yıl önce yeşeren uygarlığa nasıl sahlpçıktığını, Kuran’da firavunları lanetleyen onca âyete karşın, Kahire’yi nasıl firavun heykelle riyle süslediklerini belirtip, o yıllarda (1980) bizdeki, Anadolu’nun eski uy garlıklarına karşı güdülen dışlamayı yaygınlaştırılan garip düşmanlığı, on ların tutumlarıyla karşılaştırarak, dene me türünde bir çalışmaya döktüm.
Bu ilk denememin “ Anadolu Ekini
ne (Kültürüne) Sahip Olmak” başlığıyla
Cumhuriyet gazetesinde yayınlandığı gün, sevgili Velidedeoğlu’nun gösterdi ği o ince duyarlık, dahası, basılan her yazımı eline aldığında bunu hiç eksilt meden sürdürmesi, benim içimdeki bi timsiz sevgiyi hep dışa vurmama neden olurdu...
Yazan: MERİÇ VELİDEDEOĞLU
Velidedeoğlu sanatın her türü ile yakından ilgiliydi.
Sanat aşığı bir
bilim
adamı
# Velidedeoğlu'na göre, Beatles grubu
klasikleşmişti. Velidedeoğlu, Michael Jackson
için de/'doyurucu ama kalıcı değil" değerlen
dirmesini yapıyordu
Mozart ve Shubert gibi besteciler
yanı-itiyor ve bilgi alışverişi başlıyordu.
S
ANATÇI dostlar etkinliklerini bize de iletirler, özellik le resim sergisi davetiyele ri, zaman zaman bizim öğ leden sonramızın günde mini belirlerdi. Kimi kez bu gündem bir hafta boyunca sürerdi. Sevgili Velidedeoğlu yıllar boyu edindiği birçok ressama
ait küçük resim kopyalarını özenle sak lamış, elleriyle onlara karton bir muha faza yapmıştı. İşte bu özel kataloğundaki resimlerin diziliş sırası, onun bu görsel sanata bakışını belirliyordu. İlk sıra Rambrandt’ındı. Sanatçının ışık-gölge ekseni etrafında dönen resim anlayışını çok seviyor, katalogda art arda gelen manzaralarına uzun uzun bakıp onları içine alıyordu sanki. Arkadan empres yonistler gelir, tutkunu olduğu Monet’- den derlenenleri neşelenerek seyreder,
Hoca Ali Rıza’nın, Halil Paşa’nın manza
ralarını, Süleyman Seyylt'in ölüdoğa- larını (natürmont), Cumhuriyet dönemi nin ressamlarını yine beğeniyle izler, katalog turunu noktalardı. Oysa katalog da bunlardan sonra, özellikle benim ek lediğim resimler vardı. Genel bir ad landırma ile modern resim denen türün ustalarının yapıtlarına, örneğin Picasso,
Braque, Chagall’ın V.ö. ürünlerine bak
maya sıra hiç gelmiyordu. Birgün Rambrandt'tan sonra araya bir Picasso yerleştirdim. Monet’yi beklerken Picas
so ile karşılaşmaktan adeta irkilmişti.
Bir süre öylece baktı, çok hafif bir sesle:
“Bari, onun (Plcasso’nun) Mavi döne minden bir şey koysaydın” dedi. Ama o
günden sonra kendi deyimiyle “köşeli,
kargılı” bu resimlere bakmayı seyrek de
olsa sürdürdük. Dahası, pek çok öğle den sonralarımız görsel sanatın bu tü rüyle ilgili okumalara, bilgilenmeye, tartışmaya özgülendi. Ne var ki, hâlâ bu konudaki görüşünün ne olduğunu açık bir biçimde ortaa koymuyordu.
1979 yılında Almanya'da olduğumuz bir sırada, Mainz kentinde bir kilisenin yerden kubbeye kadar uzanan dev vit raylarını resimlendirmeyi üstlenen çağımızın ünlü gerçeküstücü ressamı
Chagall (1887-1985) çalışmalarını bitir
miş, kilise, halkın ziyaretine açılmıştı. Alman basını bu konuya genişçe yer ve riyordu. Ben hiçbir istekte bulunmadım, öneri kendisinden geldi. Mainz’e gidip vitrayları görecektik. Gerçekten olağa nüstü bir vitray çalışması ile karşılaştık. Herkes tahta sıralara oturmuş, fazlalı klardan arındırılarak özün ortaya kondu ğu bir anlayışla yapılıp çeşitli boyuttaki karelere yerleştirilmiş resimleri dürbün lerle seyrediyordu. Biz de bir sıraya geçtik, yanımızda getirdiğimiz dürbün lerimizle insanın başını döndüren renk lere, özellikle mavinin bütün derinlikleri ni içeren resimlere daldık. Yaklaşık bir saat sonra ben dışarı çıktım, çünkü av luda Chagall'a ait yayınlar, kartpostallar sergileniyordu. Bunlarla ilgilendim, ye niden içeriye döndüm, hâlâ dürbün elin de seyrediyordu, acaba yorulmadı mı, diye düşünüyordum. Tekrar dışarı çıkıp kilisenin öteki bölümlerini de gezdim. İkinci kez içeriye girdiğimde sevgil i Vell-
dedeoğlu kilisenin rahibiyle konuşuyor
du. Her zaman olduğu gibi Berlinli aydın bir Almanın konuşmasından ayırt edile meyecek bir Almancayla sürdürdüğü konuşmasını dinlemek için arkasına geçtim, bekledim. Biliyordum ki, konuş maları bitince dışarıya çıkmak için beni arayacak, hemen yanıbaşında görmez se gözlerinde bir endişe belirecekti. Ar kasına döndüğünde beni gördü, ışıltılar la dopdolu bakışları gözlerimi buldu, eli ni uzattı, kiliseden çıktık.
1979 yılının Aralık ayının ilk pazar
yazısını hazırlamak için masa başına oturduğumuzda beni bir sürpriz bekliyor du. Makalenin başlığı “Chagall ve Kilise” idi. Kendisi çalışma masasının yanındaki şezlonga uzanmıştı, ben masanın öbürta- rafındaydım, yalnızca profilini görebili yordum. Ağır ağır söylediği sözcüklerin her biri, çağımızın bu gerçeküstücü res samının resim anlayışını en yalın biçimde ortaya koyuyordu. Ben ancak her tümce nin (cümlenin) bitiminde soluk alıyor, ye nisini merakla bekliyordum. Yazının ikinci bölümü ise daha da ilginçti. Bu bölümde Musevi olan Chagall’ın bir Hıristiyan kili sesini bezemesinden, yani resimden yola çıkarak, toplumsal ilişkileri ele alıyor, bu ilişkiler yumağına bu açıdan bakarak ge tirdiği özgün çözümlemelere yer veriyo rdu.
Makale 2 Aralık 1979’da çıktı. Üç-beş gün sora Ankara’daki bir ressamlar der neğinden kendisini kutlayan, ayrıca der neğin onursal başkanı olması için öneride buiunan bir mektup aldık.
Ama benim sevincimin boyutu onun ilke edindiği şu Alman atasözünde yatı yordu: “Paylaşılan bir üzüntü yarı yarıya
iner, paylaşılan bir sevinç iki katına çıkar.” Demek ki artık öğleden sonra
larımızın gündemine görsel sanatın mo dern boyutu da yerleşecek, üstelik bu ko nudan da birlikte zevk alacaktık. Dahası, zamanla ilginç bir durum oluşacak, benim öncülüğümde girdiğimiz bu yeni ilgi alanımızda yol almayı o sürdürecek, dö nem dönem geriden elimi tutup öne çeke cekti...
★ ★★
Bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye' de de kış aylan her tür sanatsal etkinlikle rin çoğaldığı bir süredir. İstanbul'da kon serler bu mevsimde daha sıklaşır. Ne var ki, bizim kış aylarında dışarıyla bağ lantımız hemen hemen kesilirdi. Ama konserleri kaçırmazdık. Nasıl mı? Diyelim ki konser çağrısı ya bize ulaştı ya da gaze teden okuduk. Sevgili Velidedeoğlu, he men programa bakar, seslendirilecek yapıtların bir ikisine işaret koyar, doğru kaset dolabına gider, burada 1930'ların taş plaklarından günümüzün çeşitli yo rumcularına dek uzanan bantlardan birini
bulur, bana verir, bundan sonraki düzenle meleri yapmak benim görevimdir. Öğle den sonraki şölenin içeriği böylece belir lenmiştir. Tıpkı bir konser salonundaki gibi yan yana getirdiğim eski sarı koltuklarımı za gömülmek için yalnızca kaseti döndüre cek düğmeye basmam yeter. Eğer telefon araya girmezse bir-iki saatlik müzikle dolu bir süre sonunda kendimizi "arınmış” his seder, beş-on dakika öylece kalırdık. Son ra yavaşça koltukta diklenir: “Şimdi kon
serden çıkanlar evlerine dönme telaşı- ndadırlar, biz konseri bestecinin yaşamı ile sürdürelim” der, kitaplıktaki onunla il
gili kitaplar masaya indirilir, hele dinledi ğimiz Mozart, Schubert ya da Beethoven ise, onların Viyana’daki evlerini bir bir do laşır, Beethoven'in son olarak oturduğu evin dördüncü kattaki odasına çıkmak için merdivenleri tırmanmaya başlardık...
tt»fyi, Dede Efendi’yi dinlerken de aynı etkinliği sürdürürdük. Ama çok sevdiği
Bach için daima bir ayrıcalık vardı. Onu,
kesinlikle çalışma odasında telefon fişini çekip, özel oturma durumunda, soluk alıp vermeyi bile belirsizleştirerek dinlerdik. Haftalık Bach konserleri kesinkes böyle gerçekleşirdi. Her günkü yarım saatlik
Bach müziği için, tek koşulu vardı; sessiz
lik. Bu yarım saatlik Baitfı dinletileri, son kez hastanede kaldığımız sürede de de vam etti. 24 Şubat’a kadar...
Velidedeoğlu gibi 21. yüzyılı kucak
layan bir insan pop müziğini reddedemez di. Beatles müziğini artık klasikleşmiş ola rak görüyor, ayrıca bu müziğin parça larının ana ritminden hoşlanıyordu. Da hası, bu yılın ilk günlerinde TV'de Michael
Jackson’ın son plağını izleyip dinlerken,
fısıltı halinde, “Doyurucu, ama kalıcı de
ğil...” demişti. “Kalıcı” olmaktan kastı, Be-
atles'lar gibi klasikleşemeyeceğini belirt mekti. Bakalım her zaman olduğu gibi bu görüşünde de haklı çıkacak mı? Bu yüzden
Michael Jackson’ı izlemeyi sürdüreceğim.
★ ★ ★
Daha önce belirttiğim gibi, öğleden sonraları üzerinde durduğumuz konuların satırbaşlarını günlüğüme yazardım. Bun lardan yıldızla işaretlenmiş olanlar, 16 yıl boyunca zaman zaman öğleden sonra larımızın konuğu oldu. İçlerinden bir-ikisi- ni ayda birkaç kez ele alırdık. İşte bu
yıldızlılardan en çok gündemde kalanı: Varlığın doğasının yani yapısının ne ol duğu, neden oluştuğu konusuydu. İlkçağ düşünürlerinin bu soruna öngördükleri yanıtlar içinde ben, “Atomculuğu” yeğli yordum. Elle tutulup, gözle görülen so mut varlıkların esasını, varlıkların artık bölünemez en küçük birimi olan atom lardan oluştuğunu savunan doğacı fel sefeyi, öteki felsefi söylemlerden daha üstün görüyordum. Oysa sevgili Velide
deoğlu atomculuğun, felsefi bir açıkla
ma olmadığını, bunun bilimsel bir ku ram, bilimsel bir açıklama olduğunu ileri sürüyor, ben ise dilim döndüğünce aksi ni savunuyordum. Çatışmam 1986 yılına dek sürdü. O yıl yayınlanan değerli bir felsefecimizin bu sorunu içeren kita bında: “Atomculuk felsefi nitelik gös
teren bir sorunu (yani somut varlığın yapısını açıklamayı) karşılamak için üre tilen bilimsel bir kurgudur, bilimsel bir çözümdür (...). Çünkü bu açıklama de neysel yolla sınanabilmiş, deneysel açı dan pek çok olguyla olumlanmıştır” biçi
mindeki kesinlemesini okuduktan sonra artık susmuştum. Kitabı okuduğum sü rece hiç sesini çıkarmamıştı, oysa yapıtın adı bu konuya açıklık getireceği ni belli ediyordu. Ayrıca okuduğum her kitap üzerinde onunla konuşmayı bir ge lenek haline getirmiştim. Tartışma, za man zaman kitabı okuma sırasında da olabilirdi, çünkü kimi bölümleri kendisi ne okur, düşüncesini öğrenmek ister dim. Ne var ki, bu kez öyle olmadı. Sabı rla benim konuşmamı bekledi. Haklı ol duğunu belirten sayfaları kendisine oku yup bitirince, “Elbette” dedi, “Seni an
cak bu konunun gerçek bir uzmanı tat min ederdi, böylece artık tartışma sona erdi değil mi?” diye sordu. Ne büyük bil
gelik, hoşgörü gösteriyordu. Yüzünde, bakışlarında beklediğim, daha doğrusu görmek istediğim en küçük bir sitem yoktu. Sevinçli sevinçli konuşuyor, gün deme alınacak yeni konu için seçenek ler ortaya koyuyordu.
Yakınlarımızın, dostlarımızın ziya retleri dışında öğleden sonraki bu dün yamızı, bütün yurt içi, yurt dışı gezileri mizde zamanı kısalsa da yine sürdürür dük. Gezi sırasında söyleşi genelde git tiğimiz yöreyle ilgili olurdu, örneğin. 1988 yılına kadar yılda en az iki kez gitti ğimiz İzm ir’de -benim ailem orada otur duğu gibi, bu kente karşı özel bir düş künlüğü de vardı-ilksöyleşilerim izin ko nusu, oraya fuarı kazandıran belediye başkanı merhum Dr. Behçet Uz’la baş lar, onunla ilgili anılarını, onun çalışma larını, ilk gördüğü 1937 yılının İzm ir’ini günümüzle karşılaştırır, renkli gözlem lerini -benim bir türlü erişemediğim- arı bir Türkçeyle ... anlatırdı. Daha sonraki İzmir gezilerimizde 15 Mayıs 1915 yılı ndaki Yunan işgalini küçük bir öğrenciy ken öğrendiklerinde nasıl yüreklerinin parçalandığını, oraya gidip nasıl dövüş mek istediğini, 9 Eyiül'de F. Altay Paşa’- nın kente girişini, Atatürk’ün Bel Kahve’- ye, oradan İzmir’e gelmesini, bitimsiz bir coşkuyla anlatır, beni de o günlerin içinde yaşatırdı. Hele Atatürk için hazı rlanan İzmir suikastını her kez ele alışı nda ilgimi başka başka noktalarda odak- laştırır, olaylara türlü açılardan bakma alışkanlığını edinmeme özen gösterirdi. İlk İktisat Kongresi'ndeki konuşmalar da yine İzmir gezilerinde ele alınır, Celal
Bayar’ın bu kongredeki tutumu ile DP
devrindeki tutumunu karşılaştırır, Evren
Paşa’nın İkinci İktisat Kongresi’ndeki
kraldan daha çok kralcı görüşlerine bi limsel eleştiriler getirirdi. Dönüşte bu konularla ilgili kitaplar yine yemek ma sasının üstünü bir süre örterdi.
Hukuk
bilincine,
evliliğim izin ilk
yıllarında
yaptığım ız
öğleden sonra
sohbetlerinde
varm ıştım
İsviçre’de öğrenci 1929G
İTTİĞİMİZ kent Ankara ise daha coşkulu öğleden sonraları bizi beklerdi. Her gidişi mizde, müze olan ilk Meclis’i ziyaret etmek hep ilk sırayı alırdı. Daha binanın kapısından girerken bildi ğim Velidedeoğlu yerine, 23 Nisan 1920'nin heyecanı ile dopdolu bir genç geçer, coşku seli içinde müzeyi dolaşır dık. Atatürk'ün, İnönü'nün konuşmala rını dinlediği tahta sütunun yanına ge lir, onların kürsüye çıkış inişlerini, kıya fetlerini, konuşma tarzlarını, kürsüde duruşlarını en ince ayrıntılarına kadar anlatır, hele karşı görüş içindeki millet vekillerine, Atatürk’ün verdiği yanıtları, o günlerde nasıl yürekten destekliyor sa, aynı tutumla belirtir, ışıklar saçan gözlerini gözlerime çevirdiğinde bende de aynı coşkuyu yakalayınca, elini yü reğinin üzerine yavaşça koyardı. O za man ben, silkinir, “Aman canım Hoca!Hadi, salondan çıkalım” derdim.
1987’de yine böyle, belki hepsinden daha coşkulu ilk Meclis ziyaretimizde, elini yine göğsüne götürdüğünde çok telaşlanmış, korkuya kapılmıştım. Bu durumumu görünce sakinleşerek:
“Korkma korkma canım, bir sevincin paylaşıldığında İki katına çıktığının beni bu kadar heyecanlandıracağını hiç he- saplamamıştım” demişti. Bu son ziya
retimiz oldu. O tarihten sonra zaten Uludağ dışında başka yolculuk yapa madık.
Atakenti Çorum’a gidişlerimizde ise, çocukluğunu birlikte yaşar, canın dan çok sevdiği annesine kır çiçekleri topladığı kent dışı yörelerde dolaşır, onu kaybettiğinde duyduğu ve yıllar bo yu süren acının, hüznün gözlerini du manlandırdığı an, elim elini bulur, hafif çe sıkardım. O anda bana bir şey söyle mezdi, ama söylemek istediğinin: “Pay
laşılan kederin yan yarıya azalıp, göz yaşını bile durduracağını hiç hesapla- mamıştım” olacağını bilirdim.
İlk Çorum'a gidişimizde, Evliya Çe- lebi'nin bu kent hakkında yazdığı hoş olmayan bir değerlendirmesini bana aktardığında, inanmadığımı, kendisinin şaka yaptığını belirtince, eve dönüşte 15 ciltlik Evliya Çelebi Seyahatnamesi'- ni çalışma masamın üstüne yığıvermiş ti. Çorum hakkında yazılanlara şimdi sı ra gelecek, düşüncesiyle hepsini oku yup bitirmiştim. Bundan çok mutlu ol muştu. Çünkü uzun bir süre öğleden sonraları Evliya Çelebi ile birçok yeri, pek eğlenceli biçimde dolaştık durduk. Hele Çelebi'nin Mısır gezisi dolayısıyla piram itler hakkındaki düşünceleri, bi zim ikinci Mısır seferimizi de renklen- dirmişti.
Birkaç ay süren yurt dışı gezileri mizde de çalışmalarımız daha önceden programlanan biçimde yürür, öğleden sonra söyleşilerimize de zaman ayırır dık. Yolculuğa çıkmadan önce sıkı bir makale yazma devresine girer, üç veya dört yedek makaleyi can dost Sami Ka- raören’e bırakırdık. Evden ayrılışımızın ikinci haftasında gazete yazıları için ha zırlık belirtileri başlar, bunlara O, “ısın
ma” derdi. Yirmi gün sonra yeni makale
postaya verilm iş olurdu. Öyle ki gazetede çalışanlar bizi İstanbul’da sanırlardı. Ni tekim sağlığıyla ilgili olduğu için uzun sü ren bir yurt dışı kalışımızda, kendisine gönderdiğimiz kartı alan aziz dostu Nadir Nadi çevresindekilere: “Hıfzı Veldet Bey,
yurt dışına mı?” diye sormuş, “İki aydan beri” yanıtını alınca, pazar yazılarının hiç
aksamadan, dahası, güncelliğini de ko ruyarak devam etmesine nasıl şaşırdığını bize anlatmışlardı.
Yurt dışı öğleden sonralarının gün demini yurt içi gezilerindeki gibi genellik le bulunduğumuz ülkenin tarihi, toplum sal yapısı, özekinsel (kültürel) varlığı oluştururdu. İlk kez İsviçre’de bulunduğu muz yıl, İsviçre birliğinin nasıl sağ landığını bir kantondan bir kantona gide rek yerinde öğreniyordum. Kanton halkının birliğe katılma kararını aldığı top lantı yerleri, binaları,‘ ya da oylamayı di binde yaptıkları bir kaya parçası Veli- dedeoğlu’nun tadına doyum olmaz o an latımıyla canlanır, beş yüz yıl öncesine beni alır götürürdü. Bunların içinde her ikimizi de en çok etkileyen Friburg kanto nunun 1581’de birliğe katılmasının altında gerçekleştiği ıhlamur ağacıydı. Bugün hâlâ yaşatılan bu ağaç, yurt dışı çıkı şlarımızda ziyaret edilecek yerlerin başı nda gelirdi.
•Tam 49 yıl boyunca
yaz aylarını Ulu
dağ'da
geçirdi,
sevgili velidedeoğ
lu. Yaz sıcaklarında
Uludağ'ın daha uy
gun bir çalışma or
tam ı olduğunu dü
şünüyordu
Şimdi nasıl bilemem ama, 40-45 yıl önce Avrupa tarihi, Batı uygarlığı öğretim programlarında oldukça doyurucu biçim de işlenirdi. Yine de İsviçre’nin tarihi, top lumsal yapısı öteki Avrupa ülkelerine göre çok daha az konu edilir, günümüz İsviçre’sinden ise uzun boylu söz edilirdi. Bu ülkeye her gidişimizde üç etnik grubun oluşturduğu birliği, dahası, dört ayrı dil konuşan bu insanların bir arada yaşa masını, sevgili Velidedeoğlu türlü açılar dan ele alır, can alıcı noktalarını belirtir, benim de bu olguya gereken ilgiyi göster memi, düşünmemi, gerek dünyada, gerek ülkemizdeki bu konudaki oluşumlara yü zeysellikten uzak bir görüş kazanmamı isterdi.
Kısa süreli gezilerde bile gerçekleş tirdiğim iz öğleden sonralarımızı, yılın iki- üç ayını geçirdiğimiz Uludağ'da da sür dürmemiz doğaldı elbet. Dağdaki öğle den sonra söyleşileri evimizdekileri pek aratmazdı.
Tam 49 yıl boyunca yaz aylarını Ulu dağ'da geçirdi sevgili Velidedeoğlu. 1991 yılında da gidebilseydik, 50 yılı dolacaktı.
•Birkaç ay süren y u rt
dışı gezilerimizde de
çalışmalarımız, daha
önceden program
lanan biçimde yü
rür, öğleden sonra
Söyleşilerimize de za
man ayırırdık
Yüreği buna izin vermedi. Geçen yıl çıka madık. Birlikte ancak 15 yıl (O'nun deyi şiyle 30 yıl) süreyle yaz sıcaklarını, çalı şmalarını en iyi biçimde yürütebildiği, Uludağ'da geçirdik.
Burada günlük düzenimizde eve göre bir değişiklik yapmak zorundaydık. Sa bah saat dokuzda yürüyüş için hazır olup, otel kapısından dışarıya adımımızı atmak gerekiyordu, bu yürüyüşler çoğunlukla saat 12.00’de son bulur, duş, kısa bir din lenmeden sonra 13.00'te öğle yemeğine otururduk, özel gezilerde, örneğin doru ğa (zirveye) tırmanış ya da 13 kilometrelik turlar gibi uzun mesafeli olanlarda öğle yemeği saat iki, ikibuçuğa kayardı. Ye mek bitiminde iki saatlik dinlenme, gaze te okuma hakkımız vardı. Daha sonra artık iki kişilik dünyamız başlardı. Maka lelerin yazımı gece boyunca sürerdi. Ak şam yemeğinin ardından gelen yarım sa atlik gece yürüyüşleri kendisinin söyleyi şiyle, “zihinlerimizi açardı.” Gerçekten de yürüyüş dönüşü büyük bir istekle yazı uğraşımıza dalardık. Uludağ öğleden sonralarının ilk beş yılı, benim için daha kış günlerinden hazırlanan bir programla yürütüldü diyebilirim . Çünkü kış boyunca yöneldiğim konu ile ilgili kitaplar, makale ler yaza kadar bir araya toplanır, bunları gideceğimize yakın günlerde en büyük bavula, yani kitap bavuluna kendi elleriy le yerleştirirdi.
Zaten yaşamımız boyunca sürecek, gittikçe bir parçamız durumuna gelecek olan “öğleden sonraları” ilk kez Uludağ’ da tomurcuklandı. 1976yılının Haziran so nunda İzm ir’de bir kadın görevli ile iki kadın tanığın önünde aldığımız birlikte yaşama kararımızdan hemen sonra Ulu dağ'a çıktık.
Otele varınca, dağın yüksekliğine, ha vasına alışmak, kısacası içinde bulundu ğumuz doğanın koşullarına uyum sağla mak için 48 saatin geçmesi gerektiğini söyledi. Bu süreyi otelden dışarı hiç çı kmadan, daha çok dinlenerek, okuyarak, müzik dinleyerek, şundan bundan konu şarak geçirdik. İki günlük bu kesin dinlen me sonraki yıllar her Uludağ’a çıkışımızda uygulanırdı. Konuşmalar sı rasında “hukuk” hakkında neler bildiği mi, araya serpiştirilm iş küçük küçük soru lara verdiğim yanıtlarla araştırıyordu. So nuç olarak “hukuk" denince ne anladığım özetle şöyleydi: Haklarımızı koruyan do layısıyla toplum düzenini sağlayan bir güç. Bu tanımdan bir adım ileriye ya da
sağa sola gidemiyor, dönüp dolaşıp aynı çerçevenin içine giriyordum. Bir fakülte bitirmiş (kimya mühendisliği), kırk yaşına varmış, çalışmanın dışında ki zamanını okumayla dolduran aydın bir kişi olarak, hukukun anlamını hiçbir zaman enine boyuna düşünmemiştim. Bir kez alacaklı olarak yargıyla karşı karşıya gelmiş, yasalar da hakkımı ko rumuş, alacağımı almıştım. Benim için hukuk işte buydu!..
Tarihini hep anımsarım, 1 Ağustos 1976 günü ilk öğleden sonramız başla mıştı, konu, “hukuk”tu. Sevgili Velide deoğlu dünyada kaç hukuk sistemi bu lunduğunu, aralarındaki ayrımları, bi zim de kabul ettiğimiz Roma - Cermen hukuk sisteminin nasıl oluştuğunu, yani tarihini, bir öykü gibi ilgimi bir an için bile eksiltmeden, dağıtmadan anlatma ya başladı. Bu anlatış günlerce sürdü. Duyduklarımın belleğimde kalması için o kadar dikkatle dinliyordum ki, oturu şum, bakışlarım, soluk alışımla da bu dikkati destekliyordum. O da bana ara da bir: “Gözlerini o kadar açma, sonra
korkar konuşamam” diyerek, keyifli ke
yifli takılıyordu.
“Hukuk” kavramına böylece doğru
dan doğruya bir tanım olarak değil, hu kukun tarihsel evrimiyle, bir bakıma hu kuk felsefesi ile varmamı istemişti. Ama benim burada belirtmek istediğim hukukun evrensel boyutunun yanında Türk halkı için özellikle de Türk kadınla rı için yaşamla denk önemine ilk kez bi linçle varmamdı. İslam hukukundan (şeri hukuktan) sıyrılıp çağdaş hukuka, yani gelişen koşullara göre değişerek uygarlığa uyum sağlayan hukuka geçi şimiz, kısaca “hukuk devrlm l” miz Müs lüman Türk halkı için derin bir soluk al maydı. Ama kadınlar için bu iki kez so luk almayla eşti.
O güne kadar bütün bunları yalnız ca sözel olarak kavradığımı anlamış, dediğim gibi, tam bilincine o yıl günler ce süren öğleden sonrası konuşmalar la varmıştım. Pek çok aydın kadının da benim gibi olduğunu biliyordum. Çünkü bu doğaldı. Bizler bu devrimin gerçek leşmesinden sonra yaşama gözlerim i zi açmıştık. Her şey olağan geliyordu.
O yıldan bu yana O’nun benim için çizdiği programda laiklik baş konum ol du. Yıllar boyu dogmatik dinlerin yapı larını, Hıristiyan skolastiğini, yeniden doğuş Rönesans sürecini, aydınlanma dönemini onun ürünü olan laikliği ve onun yaşama geçirilmesini okudum araştırdım. Onun tarafından paha biçil mez özümsemelerle, bilgilerle donatıl dım, daha sonraları kendisiyle tartış tım. Son yedi sekiz yıldır da İslam sko lastiği üzerine eğilmemi istemiş, izle yeceğim yöntem, program için gereken anahtarı da vermişti. Özkaynaklara bi rinci elden inerek çalışmamı sürdür memde her türlü desteği veriyor, beni yüreklendiriyor, hiçbir koşulda çalış malarımın kesilmemesini istiyordu. O' nun bu isteğini araştırmalarımı bir ürün haline dönüştürerek yerine getirmeye çalışacağım.
Yazan: MERİÇ VELİDEDEOĞLÜ
B e n d e n y a ş ç a o ld u k ça b ü yü k bu u lu in sa n a
ben n a s ıl hitap e tm e liy d im ?
“Canım Hoca
yılının hemen hemen
yarısını, bes buçuk ayını hastane
de geçirdik. Böyle olunca da ev
den uzakta olduğumuz dönem
lerde yaptığımız çalışmalar, söyle
şiler hastanelere kaydı
Makale için aldığı notlar genellik
le tek tek sözcüklerden, özel ad
lardan,
tarihlerden
oluşurdu.
Sonra bir oya gibi öre öre sözcük
ler arasındaki bağlantıyı kurma-
ya başlardı________________ _
S
EVGİLİ için Uludağ’la birlikte Velldedeoğlu anılması gerekeni ben de anmadan geçemem. Dağda hiçbir yerde gö rülmeyen ren tonlarında açan kır menekşesidir bu. Onu bana ilk gösterdiği, tanıttığı anı, her menekşe gördüğümde yaşarım.Dağa ayak bastığımızın ertesi günü kahvaltıdan sonra otelin bahçesine çık tık. Bahçedeki büyük derin havuz ilgimi çekmiş, pırıl pırıl suya bakıyordum. Ha fifçe omuzuma dokundu, döndüm, elin deki bastonun ucuyla yerde beton blok lar arasındaki topraktan dimdik başını çıkarmış menekşeyi gösteriyordu. Kentlerdeki, bildiğimiz menekşelerden ne kadar başkaydı. O zamana kadar, kır menekşesinin bu kadar güzel olduğu nun ayrımına varamamıştım. Hemen yere eğilip daha yakından görmek iste dim, koparmak aklımdan geçti, ama bu nu yapamadım. Bahçenin şurasında burasında her birinin moru, eflatunu birbirinden farklı menekşeler, yaprak larının altına gizlenmeye gerek görme den ortaya çıkmışlar, sanki onu bekli yorlardı. Her kökün başına ayrı ayrı git tik, beşi, altısı bir arada olanların seyri ne doyum olmuyordu. Son öbekten ben pek ayrılmak istemeyince, bana eğilip, yavaşça, “Yarın seni gerçek bir menek
şe tarlasına götüreceğim, sevginin bir bölümünü de onlara sakla” dedi.
İşte o andan başlayarak onun me nekşe sevgisine de ortak olmuş, böyle- ce bu sevincimiz de katlanarak “İki kat” artmıştı. Dağda kimi menekşe öbekleri nin yerlerini yalnızca biz ikimiz biliyor, oralara pek kimseleri götürmüyor, ko parılmalarını önlemeye çalışıyorduk. Sanırım en güzel denemelerinden biri de, “Menekşeler ve İnsanlar” başlığını taşır.
Böylece Uludağ’da başlayan ilkle rin ikisinden söz ettim: Bunlara bir üçüncüsünü izninizle eklemek isterim. Bir sorunum vardı: Benden yaşça ol dukça büyük bu ulu insana ben nasıl hi tap etmeliydim? Adını söyleyemezdim. Belki o da bunu istemeyebilirdi. İşte ilk kez Uludağ'da kendisine “Canım Ho
ca” demeye başladım. Bundan hoşlan
dığını o ışık saçan gülümsemesiyle be lirtmişti. Ona bu seslenişim gitgide öyle doğallaştı ki, evimize gelen konukların yanında da böyle hitap ettiğim gibi, pro- tokollü toplantılarda da bu değişmiyor du. Sanırım bizi tanıyanlar da artık bu nu doğal karşılıyorlardı. Ama yine de ki- mileyin hoş durumlar oluyordu. Eskişe hir Barosu'nun çağrısı üzerine oraya gittiğimizde, tren istasyonunda bizi kar şılayanların, benim, sık sık “Canım Ho
ca” diyerek seslenişim dikkatini çek
miş, Esikşehir'de kaldığımız sırada bi ze bir şey söylemediler, ama bir süre sonra yine orada bulunan can dostu muz Ilhan Selçuk’a, “Biz de eşlerimiz
den, Hocamızın eşi gibi hitap etmesini İstedik” demişler. Ilhan Selçuk dönü
şünde bunu bize anlatmıştı. Nasıl keyif le dinlediği hep gözlerimin önündedir.
i r k i r
İlk kez hastahaneye 1981 yılında yattık, bir ay kaldık. Bunu 1986'da kolu kırılınca iki buçuk aylık hastane yaşa mımız izledi. Kısa süreleri saymıyo rum. 1988 yılının hemen hemen yarısı nı, beş buçuk ayını hastanede geçirdik. Bu yıldan sonra hastaneler bizim Ulu dağ’dan sonra en uzun süre yaşadığı mız yerler oldu. Böyle olunca da evden uzakta olduğumuz dönemlerde yaptığı mız çalışmalar, söyleşiler bu kez hasta nelere kaydı. Ameliyatlardan en geç bir hafta sonra evdeki programı uygulama
ya başlardık. Basında hataneye yattığı mız yer almasa, çoğunlukla haftalık ya zıları kesilmediği için, okuyuAcular pek farkına varamazlardı. Nitekim 1986'da iki buçuk ay hastanede kalmamız böyle oldu. Dediğim gibi, 1988 en uzun süre hastanede kaldığımız yıl oldu. Değerli yazın ustamız Oktay Akbal'ın hemen he men Montaigne denemeleriyle eş gördü ğü “Ayağım ve Ben” başlıklı yazısı, kesil me noktasına gelen sol bacağının sancı ları dorukta olduğu, bu hastane gülerinin ürünüdür. Gerçekten yarı yıllık bu sürede sancılar dışında çalışmamızı engelleye cek başka bir durum yok gibiydi. Gerek yattığımız odanın her türlü rahatlığı, ge rekse öğleden sonra hiç kesilmeden ge- çirilebilen 5-6 saat, bizi yeni yeni ürünler veremye itetiliyordu. Ayrıca öğleden son raları söyleşisini de iyice koyulaştırarak sürdürüyorduk.
Ord.Prof.Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu
Çağdaş bir düşünür olan Ferdinand
de Saussur ile birlikte tanışmamız bu
hastane döneminde gerçekleşti. Saus-
sur’un verdiği derslerden derlenen onun
tek yapıtını ben daha önce iki kez okumuş, sayfaların kenarlarına pek çok sorular içeren notlar düşmüştüm. Birkaç yıldır bu kitabı sevgili Velidedeoğlu ile birlikte okuyarak soru işareti koyduğum noktalar hakkındaki görüşlerini, yorumlarını duy mak istiyordum. Ne var ki, bu fırsatı bir türlü yakalayamamıştım. İşte şimdi bunu yapabilirdik. Onun isteğiyle kitabı okuma ya başladım, birkaç safya sonra ilk soru işareti koyduğum bölüme geldiğimizde beni durdurdu, okumayı baştan aldırdı, sonra: “ Bu noktayı istersen biraz tartı
şalım” dedi. Bundan çok mutlu olmuş
tum. Demek ki diyordum, bu paragrafta gerçekten de üzerinde durulması gere kenler var. Ayrıca bu, benim Velidedeoğ lu üniversitesindeki (O, bu adlandırmama hep karşı çıkardı) aldığım yolu gösteriyor du. O sırada bu üniversitenin 12 yıllık öğ rencisiydim. 1988 yılının bu hastane söy leşilerinin ürünü olarak birkaç tane dil ko nulu deneme, araştırma yazdım.
Hastaneye son yatışımız öncekiler gibi olmadı elbet. 17 Şubat Pazartesi sa bahı bi rden bire buna kendisi karar verdi. Dört yıldır yüreğinin bakımını kendisine teslim ettiği can dostumuz Dr. Oryal Gök-
demir’e bu isteğini ulşatırır ulaştırmaz
kendimizi hastanede bulduk. Burada, in san iradesinin, 88 yıllık iyice aşınmış bir bedene nasıl söz geçirebileceğini anlat madan geçemeyeceğim. Sevgili Velide
deoğlu, her sabah boyun, bilek, bel ve ba
caklarındaki ağırlara karşı kendisine önerilen beden hareketlerini hiç aksat madan, sıkılmadan yirmi dakika süreyle yapar, böylece yataktan kolay kalkması, yürümesi kolaylaşırdı. işte 17 Şubat günü de yataktan kalkmadan önce bu hareket lerini yapmak istediğinde ben, hem duru mu dolayısıyla, hem de hastaneden gele
cek arabayı bekletiriz kaygısıyla itiraz et tim. “ Hayır, korkma” dedi. Hareketlerini on dakikaya indirerek yaptı, dinledikten sonra, “ Bunları hastanede yapabilmem
söz konusu değil, dört-beş gün kımılda madan yatırırlarsa ağrılarımın nasıl arta cağını biliyorum, hiç olmazsa ilk iki-üç gün doktorları bir de bu ağrılarımla uğ- raştırmayayım” diyerek, hazırlıklara de
vam etmemi istedi.
Her şeyden önce son hafta içinde yazdırdığı, ama henüz düzeltmeleri ya pılmamış iki makalesini aldım, doğal ola rak müsvette kâğıdı, kalem, cetvelle bir likte. Cetvel son düzeltmesi yapılacak yazıların en önemli aracıydı. Makaleden çıkmasını istediği sözcük ya da tümecinin (cümle) kesinlikle cetvelle çizilerek kara lanmasını isterdi. Çıkarılacakların üzeri ne ilk önce iki koşut (paralel) çigzi çizilir, arası siyah tükenmezle doldurulurdu. Bu nun için ilk iş olarak az önce belirttiğim gibi makalelerle birlikte cetveli de bavu lun özel bölümüne yerleştirmiştim. Bu kez hastaneye cankurtaranla gidiyorduk. Ben yanına oturmuştum. Biraz yol aldı ktan sonra bana yazıları nereye koyduğu mu sordu. Verdiğim yanıtın onu rahat lattığını yüzünden anladım.
Yoğun bakımdan çıktıktan bir gün sonra, yani 20 Şubat Perşembe günü, ola ğan sabah bakımı ve doktorların ziyareti bitince yazıları okumamı istedi. Yavaş ya vaş okudum, düzeltmelerini yaptı. Ben de onları kâğıda aktardım. Düzeltmeden sonra sayfa sayfa görmek istedi. Baktı, baktı, “Bunları yeniden yazdır canım” dedi. “ Dönüşte yazdırırız” diye yanıt ver dim. Yorulmuştu, biraz dinlendikten son ra, elime kâğıt kalemi almamı istedi. Yeni bir makale için notlar yazdıracağını an lamıştım. Başlığın ne olduğunu sordum,
“PKK ve Ermeni Terörü Arasındaki Bağ lantı” dedi.
Makale için aldırdığı notlar genellikle tek tek sözcüklerden, özel adlardan, ta rihlerden oluşurdu. Bunları alt alta yazdırır, sonra yazılı kâğıdı eline alır, bir oya gibi öre öre sözcükler arasındaki bağlantıyı kurmaya başlardı. Daha önce kafasındaki plana göre de yerleştirmeyi yapar, yazıyı bitirirdi. Beraberliğimizin ilk yıllarında böyle beş-on sözcükten sayfa larca yazıyı nasıl çıkardığına şaşar şaşar kalırdım!..
20 Şubat günü de yine aynı yöntemle makalesini hazırlamak istiyordu. Ben notları yazmaya başladım, sayfanın yarısına gelmiştim ki, kapı açıldı, Dr. Or
yal Bey geldi. Oysa beklemiyorduk. Onun
yazı yazma çabası içine girdiğini görün ce, “Aman Hocam” dedi, “ Bitlryorsunuz
size yıllardır, yazmamanız İçin hiç rapor vermedim, bu kez İlk raporumu İlk rapo rumu veriyorum, bir-ikl hafta yazıya ara verelim, lüften” diye de ekledi. Sevgili Velidedeoğlu biraz durdu, çok yumuşak
bir sesle, “Peki” dedi. Doktoru geçirdim, dönüp üstünde yazdığım tekerlekli yemek masasından kâğıtları, kalemleri toplama ya başladım. Hafifçe bana dönerek, “Yaz
mayacak mısın? Ama sonra üzülürsün"
dedi. Ben ortada kalmıştım. Çünkü doktor kesinlikle konuşup yorulmamasının ge rektiğini söylemişti. Kâğıtları toplamayı bıraktım, öylece durdum. Kısa bir sessiz likten sonra yine bir “Peki” dedi. Yine kısa bir sessizlik oldu, sonra ağır ağır ve kesik kesik, “ Bu iki yazıdan ‘Gençlik ve Gazeteler’ başlıklısını Eren Bey, elindeki
yedek yazılar bitince yayımlar. Ama
Başın Yaşı’ başlıklısının kesinlikle 3
Mayıs günü yayınlanmasını istiyorum”
dedi. Yine biraz dinlendikten sonra da,
“Zaten, bunu okuyucularıma da duyur muştum, noktalamayı 3 Mayıs’ta yapa cağımı...” diye açıkladı.
İşte bu yazıları onun istediği gibi ye niden daktilo ettirip Sayın Eren Güve-
ner’e teslim ettim...
Yazımı bitirmeden önce bir duru ma açıklık getirmeyi zorunlu görüyo rum. Sevgili Velldedeoğlu’nun uğur lanış gününden başlayarak bu günlere dek süren dost telefonlarında, gerek karşılıklı konuşmalarda kapalı ya da açık biçimde belirtilen bir “sitem” var. 27 Şubat uğurlanış gününün daha bü yük çapta olmaması onları çok üzmüş, hâlâ da üzüyor. Oysa bilindiği gibi Ve
lldedeoğlu yıllar önce YÖK’ü protesto
için, binlerce öğrenci yetiştirdiği, 40 yılını verdiği üniversitede tören yapı lmamasını kendi kalemiyle kamuoyu na duyurmuştu. Bana da çocuklarına da kesinlikle sade biryurttaşayapılan ların dışında bir ayrıcalık istemediğini de belirtmişti. Her şey yaşamındaki yalınlık gibi olmalıydı. Her türlü ayrı calıktan rahatsız olurdu. Ne yazık ki onun ilkesini, hastaneye yatmadan bir hafta önce, yalnız İtalya'da üretilen bir kalp ilacının temini için bozdum. Ken disini tanımaktan mutluluk duyduğu muz dost insan Sayın özden Toker ile yapılan bir telefon görüşmesinde, ya pabileceği bir isteğimiz olup ol madığını sorduğunda, İlaçtan söz et tim, kendi kanalımızla getirtmenin çok uzun vakit alacağını söylememe vakit kalmadan, "Şimdi durumu ben İnönü’
ye bildireceğim” dedi. Gerçekten
yarım saat geçmeden Sayın İnönü’nün Özel Kalem Müdürü Sayın Uğur Büke aradı. İlacın adını verdim. 24 saat dol madan ilaç bize ulaşmıştı. Ancak o za man sevgili Velidedeoğlu’na olanları açıkladım. “Yaaa!..” dedi. Daha sonra da, “İlgilenenleri bana söyle de hepsi
ne ayrı ayrı teşekkür edeyim” diye de
ekledi. Kendisine tanınan bu ayrıcalı ğın gerçekleşmesini lütfedip sağlayan başta Sayın Uğur Büke’ye, Roma’da ilacı temin eden Büyükelçi Sayın Ömer
Akbel’e, ilacı İstanbul'a getiren Deniz
Kuvvetleri Komutanı Sayın Oramiral
İrfan Tınaz’a, Yeşilköy’den bize ulaştırılmasını sağlayan İstanbul Bü- yükşehir Belediye Başkanı Sayın Porf. Dr. Nurettin Sözen’e, bütün bu iletişim ağını inanılmaz bir hızla ören sevgili
Şule (Erten) Buca’ya kendi sesiyle te
şekkür edemeden hastaneye gitmiş tik. Yoğun bakımdan çıkınca işleri- güçleri başlarından aşan devlet ve hü kümet yetkililerini bir daha nedeni ne olursa olsun meşgul etmememizi ben den rica etti.
27 Şubat günü onu uğurlamaya ge lenlerin hiçbiri görevle değil, içten bir sevgiyle oradaydılar. Biçimsel hiçbir durum olmadı. Yurdun dört bir yanın dan gelenler, oranın insanlarından ge tirdikleri sevgiyi, saygıyı onu taşırken, parmaklarının ucundan kendisine ak tardılar.
Bayrağa sarılmadığı için son dere ce üzülenlere, Balıkesir Barosu Başkanı Sayın Turgut Inal’ın yanıtı bü yük bir teselli olmalı: “ Hocanın kendisi
bir bayrak!..”
1991 yılının Ağustos'unda Tuzla’- dayken kendi kendine konuşur gibi:
“önümüzdeki Şubat’ı geçirebilirsem, belki bir kez daha buraya gelebilirim”
demişti.
1992 yılına girdiğimizde, aylardır yanıbaşında hissettiği ayrılışın, artık omuz başında olduğunu biliyordu, ölümsüzlük otunu arayan “Gılgamış” bendim...
Işıklar içinde yattığını biliyorum sevgili Velidedeoğlu!..
--- BİTTİ
---NotrSayın Prof.Dr.Hııfzı Veldet Velide- doğlu’nun arzusuna uyarak’’Gençlik ve Gazeteler”yazısını yarın, ’’Başın Yaşı”başlıklı yazısını da 3 Mayıs Pazar günü yayınlıyoruz.
Taha Toros Arşivi