• Sonuç bulunamadı

Mebrure Sami Alevok ve İki Hikâyesi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Mebrure Sami Alevok ve İki Hikâyesi"

Copied!
22
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Yasemin Mumcu Ay

*

MEBRURE SAMİ ALEVOK AND HER TWO STORIES ÖZET

Cumhuriyet’in ilanından sonra Cumhuriyet roman ve hikâyesinin ilk dönemi sayılabilecek 1923-1950 yılları arasında bir popüler aşk romanları modası söz konusudur. Yazıldıkları dönemde okuyucu kitlesinin artmasını sağlayan, genç kız ve kadınlarımız üzerinde olumlu ve/veya olumsuz etkiler uyandıran bu tür romanların yazarları arasında Kerime Nadir, Güzide Sabri, Esat Mahmut ilk akla gelen isimlerdendir. Popüler aşk romanı yazarlarımız arasında ismi çok fazla telaffuz edilmeyen; ancak gerek romanlara konu olabilecek hayat hikâyesi ge-rekse Türk edebiyatına kazandırdığı telif ve tercüme eserlerle edebiyat sayfaları içinde yerini alan bir kadın yazarımız Mebrure Sami Alevok’tur. Bu çalışmayla amacımız, Mebrure Sami’yi tanıtmak, hayatı ve eserleri hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra yayımlanmış ilk hikâyelerini okuyucunun dikkatine sunmaktır. Anahtar Kelimeler: Popüler, aşk, roman, Mebrure Sami Alevok.

ABSTRACT

After proclamation of the Republic, a trend of popular love novels between 1923-1950 which can be assumed as the fi rst period of the Republican novel and story becomes a matter of discussion. Kerime Nadir, Güzide Sabri, Esat Mahmut are among the fi rst names coming to mind when thinking of this kind of novel that evoked negative and/or positive effects on Turkish young girls and women, and increased the readership in the period they were written. Although she is not so often mentioned by name among the popular love novel authors, Mebrure

Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 5, Nisan 2012, s. 103-123 * Yrd. Doç. Dr., Adnan Menderes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi.

(2)

Sami Alevok is a signifi cant woman writer in the Republic period of Turkish literature not only with her works and translations but also with her life which looks like a story. In this study, our aim is fi rstly to introduce Mebrure Sami, and to give some information about her life and works, secondly to present her fi rst published stories to the attention of the readers.

Keywords: Popular, love, novel, Mebrure Sami Alevok. ...

Giriş: Popüler Aşk Romancılığı

Cumhuriyet’in ilanına kadar olan dönemde “aşk”, diğer temalarla birlikte kul-lanılmış, yazarlar tarafından aşkın yanında verilmek istenen mesajlara bağlı olarak kölelik, görücü usulü evlilik, genç kızların okutulmaması, vs. gibi yazarların en çok ilgisini çeken konular işlenmiştir. Ancak Cumhuriyet’in ilanından sonra, genel özel-likleri itibariyle Cumhuriyet roman ve hikâyesinin ilk dönemi olarak sayabileceği-miz 1923-1950 arasında “genel olarak ülkenin sorunlarını, Anadolu’yu ve Anadolu insanının durumunu veren eserlerin yanı sıra, daha çok kadın yazarların eserleriyle ortaya çıkan bir ‘Popüler Aşk Romanları’ modasıyla karşılaşırız.”1 Bu tarzda eserler

veren yazarlardan Burhan Cahit Morkaya, büyük bir kısmını gazetelerde tefrika et-tikten sonra kitaplaştırdığı romanlarıyla I. Dünya Savaşı ardından yaşanan toplumsal değişimleri işlemiş ve Aşk Bahçesi (1925), Gönül Yuvası (1926), Köy Hekimi (1932) gibi eserleriyle de geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır.2

Yine bu ilk dönemin önemli popüler aşk romanı yazarlarından biri “Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrinin ilk yıllarında halk arasında çok tutulan ve Ölmüş Bir Kadının Evrâk-ı Metrûkesi (1905), Hicran Gecesi (1930) gibi kara sevda romanlarıyla tanınan Güzide Sabri Aygün”dür.3 Daha sonraki yıllarda Kerime Nadir, Esat Mahmut

Kara-kurt, Selami İzzet Sedes, Ethem İzzet Benice, Şükufe Nihal, Halide Nusret Zorlutu-na, Nezihe Muhittin, Muazzez Tahsin Berkant, Mükerrem Kâmil Su, Cahit Uçuk ve Peride Celâl gibi yazarlar peş peşe ve çok sayıda popüler aşk romanı yazdılar.

Güzide Sabri’nin yanı sıra “kadın romanı olarak adlandırılan, daha çok genç kız ve kadın okuyuculara hitap eden romanlarıyla okuyucunun ilgisini çeken” Muazzez Tahsin;4 “popüler kadın romancılar arasında sanatın yanında ‘fayda’yı da göz önünde 1 1923-1950 yılları arasındaki Türk romanı hakkında bilgi verdiğimiz bu bölümde Prof. Dr. Ö. Faruk

Huyugüzel’in makalesinden faydalanılmıştır. Bk. “Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı”, Türkiye

Cumhu-riyetinin Temeli Kültürdür II, Ankara 2002, s. 321.

2 Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, C. 2, YKY, İstanbul, 2001, s. 570.

3 Türk Dili ve Edebiyat Ansiklopedisi, C. 1, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1977, s. 243.

(3)

bulundurması yönüyle farklı bir çizgiye sahip olan” Mükerrem Kâmil Su5 ve “tekrar

tekrar basılan, bir kısmı fi lme de alınmış romanlarıyla halkın en çok okuduğu yerli romancılarımızdan” Kerime Nadir,6 popüler aşk romanı yazarlarımız içinde en göze

çarpanlardır. Peride Celâl ise daha sonraki romanlarında yeni anlatım teknikleri de-nemiş ve sanat romanı yazmaya yönelmiştir.7

Bir dönem edebiyatımızda adından söz ettiren, geniş okuyucu kitlelerine ulaşan popüler aşk romanları hakkında müspet-menfi pek çok değerlendirme yapılmıştır. Ömer Türkeş (2006), popüler aşk romanlarının geniş bir okuyucu kitlesi tarafından “basit, değersiz hatta ‘kötü’ olarak” nitelenebileceğini; ama “Toplumun edebî düze-yini, cinsellik algısını, eğlence tarzlarını, değer yargılarını, inanç biçimlerini, dışlama mekanizmalarını onlar kadar dolaysızca sergileyen metinler” de bulunamayacağını ifade eder.

Ömer Faruk Huyugüzel8 ise popüler aşk romanları ile ilgili düşüncelerini

“As-lında kadın yazarlar olgusu; Cumhuriyet’in ilanından sonra kadına tanınan haklara paralel olarak gitgide genişleyen ve güçlenen bir olgudur. Kısaca belirtmek gerekir-se, Halide Edip’ten sonra yetişen birçok kadın yazar, roman ve hikâyelerinde roman-tik bir aşk hikâyesinin etrafında da olsa ‘kadının eğitimi, hakları ve toplumdaki ko-numu’ gibi temalara geniş yer vermiş ve böylece Cumhuriyet Dönemi Edebiyatında çok sık bir şekilde ele alınan kadın konusu, bu yazarların elinde en yeni duyarlılıklar, yeni bakış açıları kazanmıştır.” şeklinde ifade etmektedir.

Popüler aşk romanlarını “sanat ve estetik duygulardan çok, sıradan heyecanlar, acılar, üzüntüler ve tutkulara seslenen romanlar” olarak nitelendiren Alemdar Yalçın,9

bu romanların sosyal değişmedeki rolünün inkâr edilemeyeceği ve “Özellikle kadının sosyal hayatta olumlu veya olumsuz daha çok yer almaya başlamasında bu romanla-rın büyük payı” olduğu görüşündedir.

Popüler aşk romanlarının edebiyatımız için önemli bir özelliği ve değeri olma-dığını düşünen yazarlarımızın başında gelen ve bu tür romanların sadece vakit geçir-mek amacıyla okunduğunu söyleyen Peyami Safa’ya göre ise:10

Roman okuyucularının pek azında edebiyat zevki ve tecessüsü vardır. Bunların çoğu vakit geçirmek için okurlar. Şüphesiz bu ‘vakit geçirmek’ ihtiyacı belirsiz ve geri bir

5 Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, C. 2, YKY, İstanbul, s. 747.

6 Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Varlık Yayınları, İstanbul, s. 228.

7 Ömer Faruk Huyugüzel, “Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı”, Türkiye Cumhuriyetinin Temeli Kültürdür II içinde, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 321.

8 age., s. 321.

9 Alemdar Yalçın, Siyasal ve Sosyal Değişmeler Açısından Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı 1920-1946, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 219.

(4)

edebî zevkle karışıktır; çünkü vaktini geçirmek için roman okumaktan başka çareleri yok değildir. Fakat dünyanın her yerinde, ortalamacasına, fena romanın iyi romandan fazla okunması, ekseriyetin roman okuma ihtiyacında edebî zevkin ve tecessüsün ayarlanmak ve eğlenmek arzusundan daha zayıf olduğunu gösterir.

Bu tür romanların orta ve ortadan aşağı seviyedeki okuyucular için “boş vakitler cümbüşü” anlamına geldiğini belirten Peyami Safa gibi Rauf Mutluay da11 popüler

aşk romanları hakkında menfi düşüncelere sahiptir; ancak o, daha çok bu tür roman-ları yazanlara karşı fi kirlerini ortaya koymuştur:

Romancılık için gerekli yetenek-üslûp-muhayyile-sorumluluk-çaba-sanat gücüne sahip değillerdir. Piyasaya çalışırlar. Kimi, yaşanmamış aşk düşlerini hikâyeleştirerek, kimi yabancı dillerden ustaca konu uyarlamaları getirerek, kimi masallara alışmış insanları-mızın eğitimsiz kesimlerine çağdaş masal öğeleriyle dolu serüvenler sunarak ve hemen hepsi gazetelerin ayrılmaz bir parçası olan roman tefrikalarına göz dikerek ürün devşir-mişlerdir.

Bütün bu bilgiler ışığında, estetik ve sanat kaygısı taşıyan romanlarla kıyaslan-dığında, her ne kadar sanat değeri bulunmadığı şeklinde kabul edilseler de yayımlan-dıkları yıllarda özellikle genç kız ve kadınların büyük ilgi ve beğenisini kazanmış, yaşamlarıyla ilgili planlarında etkili olmuş, toplumdaki yerleri konusunda kendileri-ne bazı sorular yökendileri-neltmelerini ve bir anlamda cevap bulmalarını da sağlamış oldu-ğunu söyleyebileceğimiz bu romanların, edebiyatımızın göz ardı edilemeyecek bir dönemini teşkil ettiği unutulmamalıdır.

Mebrure Sami Alevok Kimdir?

Popüler aşk romanları hakkındaki bu kısa girişten sonra çalışmamızın asıl konu-sunu teşkil eden bir popüler aşk romanı yazarı Mebrure Sami’den ve onun romanlara konu olabilecek hayat hikâyesinden bahsedebiliriz.12

Mücadeleli bir yaşamı olmuş, bu mücadeleden galip çıkmış, güçlü Türk kadını-nın bir örneği olarak gösterilen, roman, tiyatro, hikâye ve makale yazarı, çevirmen Mebrure Sami 1907 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir.13

11 age., s. 221-222.

12 Mebrure Sami’nin hayat hikâyesi ve eserleri hakkında vereceğimiz bilgiler şu kaynaklardan

derlen-miştir: “Mebrure Sami Alevok Bütün Hayatını Anlatıyor I-II”, Edebiyat Âlemi, 4 Ağustos 1949, nr. 16, s. 1, 7; 11 Ağustos 1949, nr. 17, s. 1, 7; Mehmet Behçet Yazar, Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı, Kanaat Kitabevi, İstanbul 1938, s. 232-242; Mebrure Alevok, Geçmişte Yolculuk, Hürriyet Yayınları, İstanbul 1971.

(5)

Çocukluk Yılları ve Eğitimi

Hayatının değişik dönemlerinde yaşadığı olaylarla bağlantılı olarak soyadının değişmesi nedeniyle eserlerinde Mebrure Sami, Mebrure Hurşit, Mebrure Sami Ko-ray, Mebrure Sami Alevok isimlerini kullanmış olan yazar, Bezm-i Âlem Valide Sul-tanisi’nde yatılı okurken Almanya’daki Alım Satım Komisyonu reisi olan babasıyla birlikte Berlin’e gitmiş, orada birkaç yıl kaldıktan sonra Almanya’nın ve Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılması üzerine İstanbul’a dönmüş; gerek Almanya’da bulunduğu sırada gerekse yurda döndükten sonra düzenli bir eği-tim hayatı olmamıştır. Şişli’de, Bedia Muvahhit’le komşu oldukları yalı, üvey annesi ve özellikle de üvey annesinin annesi sayesinde bir cehennem haline gelmiş bulunan Mebrure Sami, bu evde daha fazla kalamayacağını anlayarak adresini tam bilemediği annesini bulmak üzere bir gün evden kaçar ve çocukluğunu geçirdiği yerlere giderek sora sora annesini bulur.

Annesi Deniz Hastanesinde hastabakıcılık yapmaktadır ve Başhekimin izniyle annesiyle birlikte hastabakıcı koğuşunda kalmaya başlar; ancak eve geri dönmesini isteyen babasının baskısıyla annesi işten çıkartılır. Anne-kız bir süreliğine teyzenin evine kiracı olarak sığınırlar.

İş Hayatına Atılışı

Annesiyle birlikte yerleştikleri teyze evinde eniştenin onlara bir sığıntı gibi dav-ranması üzerine çektikleri sıkıntıya daha fazla dayanamayan genç kız çalışmayı ka-fasına koyar ve çarşafa yeni girdiği bu günlerde Hizmet-i Umumiye’de İsmail Faik Bey’in yanında çalışmaya başlar. Henüz on dört yaşındadır. Çalışma azmi, her şeyi öğrenme hırsıyla kısa zamanda Raif Bey’in güvenini kazanır; ancak kızının bu yaşta çalışmasını istemeyen babasının, tahsiline mani olduğu gerekçesiyle yazdığı bir mek-tup üzerine buradaki işine son verilir.

Annesine karşı hissettiği sorumlulukla çalışmaya devam eden genç kızın bundan sonraki ilk işi Fransızca öğretmenliğidir. İstanbul’un ileri gelenlerinden bir ailenin kızlarına 7-8 ay süreyle ders veren Mebrure Sami, evin çapkın oğlunun Avrupa’dan döneceği haberleri üzerine huzursuz olur ve buradan ayrılır.

İş hayatına bir şekilde alışan genç kız, cesaretini toplayarak Beyazıt

Bakırcı-1971’de yayımlanan Geçmişte Yolculuk adlı eserinde Mebrure Sami, 1919’da 14 yaşında olduğu-nu ifade etmektedir. Ancak Mehmet Behçet Yazar’a hayat hikâyesini anlattığı mektubun yazıldığı 1938’de hafızasının daha kuvvetli olacağı düşüncesiyle doğum tarihini 1907 olarak kabul etmek daha doğru görünmektedir.

(6)

lar’daki İş Bulma İdaresi’ne başvurur. Adını ve adresini alarak, iş olduğu takdirde kendisini arayacaklarını söylemelerine rağmen bir cevap gelmez. Bir gün iş konu-sunda bir gelişme olup olmadığını öğrenmek amacıyla İdare’ye giden genç kız orada Mirza Han isimli bir İranlıyla tanışır. Onunla, Bebek’teki Feride Sultan sarayında ikamet eden eski İran Şahı’nın kızına Fransızca dersi vermek üzere anlaşır ve birlikte saraya giderler. Burada devrik İran Şahı’yla karşılaşır, yaptıkları kısa sohbetten sonra kızına ders vermek yerine, Şah’a günlük gazeteleri okuma görevini üstlenir. Ancak henüz 14-15 yaşında sahip olduğu güzellik ve bilgi nedeniyle orada çalışan hizmetçi kızların düşmanlığını kazanır ve kendisini, İran Şahı’nın şoförü olan nişanlısından kıskanan bir hizmetçinin merdivenlerden itmesiyle ağır şekilde yaralanır, bu sarayda daha fazla duramayacağını anlayan genç kız annesinin yanına döner.

Sarayda bulunduğu sürede kendisinin Şah’a hizmetinden memnun kalan Mirza Han tarafından kitabevi Libreri Mondial’e tavsiye edilmesi üzerine burada satış ele-manı olarak göreve başlar. Okumaya öteden beri ilgisi olan genç kız için burası tam anlamıyla bir cennettir. Bir taraftan kitap satarken diğer taraftan bu kitap bolluğu içinde vakit bulduğu her an kitap okumakta, Fransızcasını ilerletmektedir.

Ondaki okuma azmini gören ve kendisine okuması için bir kitap listesi hazırla-yan mağaza müdürü, onu ilk gördüğü an, on beş günden fazla orada çalışmayacağını düşünmüştür ve gerçekten de Mebrure Sami’nin kendisinden başka hiçbir Türk’ün bulunmadığı bu yabancı muhite alışması zor olmuştur. Mebrure Sami bir satış elema-nı olarak çalışmaktadır; ancak girişimci ruhu da vardır. Bir gün müdürüne orada niçin Türkçe kitaplar satılmadığını sorar. Müdür, bu işlerle meşgul olamayacağını; ancak isterse kendisine küçük bir yer ayırabileceğini söyler. Bunun üzerine kitapçıya sık sık geldikleri için yakından tanıdığı Süleyman Nazif, Abdülhak Hâmid gibi sanatçıların eserleriyle işe başlar. Mebrure Sami’nin ifadesine göre İstanbul’da bir Fransız kitap-çısında Türkçe kitapların ilk satışı bu şekilde başlamıştır.

Libreri-Mondial’de çalışmaktan çok memnun olan Mebrure Sami, buranın ken-disi için bir mektep olduğunu ifade etmektedir. Kitapçıya yakın Markiz veya Lebon’u buluşma yeri yapanların yanı sıra münevverler de kitabevine gelip edebî münakaşalar yapmaktadırlar. Bunlara kulak misafi ri olurken bazen sohbetlere de katılan bu genç satış elemanında bir edebî meşale yanar.

Theodor Valensi’nin Yasmina isimli bir romanını Fransızcadan Türkçeye çevir-meye başlar; ancak sözlüğü olmadığı için evde çeviri yaparken bilemediği kelimeleri bir kâğıda yazarak ertesi gün kitabevinde Fransızcadan Fransızcaya sözlükten baka-rak tamamlamaya çalışır. Kitabın çevirdiği kısmını, okuması için verdiği Süleyman Nazif kendisine “Edebiyatımızın hadime-i müstakbelesi Mebrure’ye bir übuvvet-i fi kriye bergüzârıdır.” diyerek imzaladığı Firâk-ı Irak14 kitabını hediye eder.

(7)

Ayda 55 lira ve satıştan pay almaya başladığı bu kitabevinde çalışmaktan çok memnun olan Mebrure Sami’yi bugünlerde rahatsız eden tek şey, gerek iş yerinde gerekse iş çıkışlarında erkek müşterilerin kendisine aşırı ilgi göstermesidir. Annesi her akşam iş çıkışında onu almak için Tozkoparan’dan gelmekte ve birlikte evlerine dönmektedirler. Bu duruma daha fazla dayanamayan genç kız, istemeyerek de olsa, kitabevinin müşterilerinden bir müdürün kendisine iş teklif etmesi üzerine önce dak-tilo, sonra tercüman olarak çalışacağı elektrik şirketine gittiğinde 19 yaşındadır.

İlk Evliliği

Mebrure Sami çalışmaya başlamasının üzerinden çok fazla zaman geçmeden işleri kavrar. Burada da erkeklerin ilgisini çeken ve evlenme teklifl eri alan genç kız, aynı yerde tercüman olarak çalışan 40 yaşını geçmiş, Fransızca, İngilizce, Rumca-yı ana dili gibi bilen, saçları tepeden seyrelmiş, bir bacağı dikkat çekecek derecede aksak, bütün parasını kitaba yatıran, çok güzel keman çalan, mısır hiyerogrifl erini kolaylıkla okuyan ve hepsinden önemlisi evinde bir mumya bulunduran Süleyman Bey’le evlendiğinde herkesi çok şaşırtmıştır. Etrafında geleceği parlak pek çok hay-ranı olan Mebrure’nin bu davhay-ranışına başta kendisi olmak üzere hiç kimse akıl erdire-mez. Düğünün yapıldığı evdeki eşyaların büyük kısmı akrabalardan ödünç alınmıştır, ikram edilen yiyeceklerin parası borçla ödenmiştir.

Bundan sonra Mebrure Sami’nin işkence olarak nitelenebilecek evlilik hayatı başlar. Kocası Süleyman Bey’in karısıyla hiç yakınlaşması olmaz, sadece birkaç kez ayaklarını öper. O, Mısır’dan özel olarak getirttiği sandukayı geceleri açarak içindeki mumyanın ruhunu çağıran, kendi ruhunun ölmeden bedeninden ayrılarak serbestçe hareket ettiğini kanıtlamak amacında olan bir ruh hastasıdır. Önemli bir kemik has-talığı da olan Süleyman Bey, ağrısı başladığında kendisine uyguladığı işkencelerle acısını dindirmektedir. Vücudunun değişik yerlerinde sigara söndürmesi de bu uygu-lamalar arasındadır. Böyle bir kişiyle evliliğe katlanmaya çalışan Mebrure Sami için onun son yaptığı şey dayanılmaz olur. Karısını kendince seven bu koca, onu kaybet-memek için bir süre sonra eve erkek misafi rler davet etmeye başlar; çünkü karısının bir sevgilisi olmasını istemektedir. Bütün bunlar Mebrure Sami’yi çılgına çevirir, kocasından nefret eder; ama onun yalvarmalarına da dayanamaz, acımanın bulaşıcı bir hastalık olduğuna inandığı 7 yıl boyunca bu işkenceye annesiyle birlikte katlanır.

(8)

Tercüme Faaliyetleri ve Yazı Hayatı

Evliliği süresince işine devam ettiği gibi daha önceden başladığı tercüme faa-liyetlerini de sürdüren Mebrure Sami’nin bu çevirileri gazetelerde tefrika edilmek-tedir. Alphonse Daudet’nin Fromont jeune et Risler aine adlı romanını Niçin Beni Aldattın? adıyla gazeteye göndermiştir. Tefrikadan kazandığı paralarla evin geçimine büyük katkı sağlamaktadır.

Milliyet gazetesinden İbrahim Necmi Bey kendisine niçin telif yazmadığını sor-duğunda hemen o akşam bir hikâye yazabileceğini söyleyen yazarın ilk hikâyeleri arasında “Deli” ve “Cadı” yer almaktadır. Bu arada ilk telif romanı Sönen Işık’ı da yazmaya başlamıştır.

Romanının bittiğini gazeteye haber veren yazarın bir gün kapısı çalınır. Kapı-daki “esmer, uzun boylu, geniş omuzlu, bembeyaz dişli, siyah saçlı, çapkın bakışlı, şirin” erkek, romanını dinlemeye gelen Esat Mahmut’tur. Onu eve davet eden kişi ise hâlâ karısına bir sevgili bulmaya çalışan Süleyman Bey’den başkası değildir. Mebru-re Sami o yıllarda kocasından dolayı “MebruMebru-re Hurşit” adını kullanmaktadır.

Romanı beğenen dönemin ünlü popüler aşk romanları yazarı Esat Mahmut, ga-zeteye eserin basılabileceğini bildirmiş ve kısa sürede reklamının yapılmasını sağ-lamıştır. Esat Mahmut ayrıca kitap olarak basılması için Semih Lütfi Kitabevi’yle de anlaşmıştır. Romanı beğenmekle birlikte o günlerin popüler yazarı Esat Mahmut bunu daha çok Mebrure Hurşit’ten etkilendiği için yapmıştır. Genç hanım yazar için yaptığı bir başka şey de onu Güzel Sanatlar Birliği’ne kaydettirmek olmuştur. Der-nek, o günün hemen hemen bütün sanatçılarının toplandığı önemli bir yerdir. Mebru-re Hurşit bu derneğe devam ettiği günlerde, derneğin başkanı o dönemin Güzel Sa-natlar Akademisi müdürü, dünyaca ünlü ressam Namık İsmail Bey’den etkilenmeye başlar. Ressam çok çapkın bir adamdır ve bütün uyarılara rağmen Mebrure Hurşit onun etkisi altına girmekten kendini alıkoyamaz.

Süleyman Bey’in yıllardır istediği şey gerçekleşmiş ve güzel eşi nihayet kendi-sine bir sevgili bulmuştur. Ancak genç yazar böyle bir hayat sürdüremeyeceği için bütün yalvarıp yakarmalarına rağmen Süleyman Bey’den boşanır ve ressamla birlikte yaşamaya başlar. Bu arada babasının da ortakları arasında olduğu Bozkurt Sigor-ta Şirketi’nde çalışmaya başlamıştır. Ünlü ressamla çok mutlu olan Mebrure Sami, onun gerçekten çok çapkın olduğunu anlar ve metreslerinin birinden oğlu olduğunu da öğrenince kısa bir süre içinde bu ilişkiyi bitirir.

(9)

İkinci Evliliği

Namık İsmail Bey’den ayrıldıktan sonra biraz kafasını dinlemek için Ankara’da-ki dayısının yanına gitmek isteyen Mebrure Sami’nin trendeAnkara’da-ki yol arkadaşı, bir süre sonra âşık olup evleneceği ve kendisine Koray soyadını verecek erkeğin annesidir. 2. eşiyle çok zengin ve rahat bir hayata kavuşan yazarın bu mutluluğu da çok uzun sürmez; çünkü bir tiyatro açmaya niyetlenen eşi, kısa bir süre sonra eve uğramaz olmuştur. Tek teselliyi oğlu Yaman’da bulan Mebrure Sami bu eşinden de ayrılır;15

bundan sonra hayatının tek gayesi, oğluna çok iyi bir anne olabilmektir.16

Kendisiyle yapılan röportajda analığı, çocuğu uğruna her şeyi feda etmek ola-rak tanımlayan Mebrure Sami, 1935’te dünyaya gelen oğlu Yaman’a çok düşkündür. Yaman Koray, Fransız Saint Joseph Lisesi’ni birincilikle bitirdikten sonra Paris’e bi-yoloji eğitimi için davet edilmiştir; ancak oğlundan ayrı kalamayacağını anlayan ya-zar, gitmesini istemez. O günlerde, Türkiye’de dönemin en zenginlerinden biri olan Oklar Limited Şirketi’nin sahibi, bankacı babası Ömer Lütfi Alevok ölmüş ve bütün mirasını tek torunu Yaman’a bırakmıştır.17 Ana-oğul İstanbul’un yaşanılmaz bir yer

olduğuna karar vererek ve her şeyi geride bırakarak birlikte Erdek’e gider ve kendi-lerine kalan mirasla, bir taraftan zeytin işiyle uğraşırken bir taraftan da açtıkları Otel Alevok’u işletirler. On beş yaşında dalmaya başlayan, balık tutmaya tutkuyla bağlı olan Yaman Koray, Marmara’da daha farklı balık avlayamayacağını düşünür; aynı zamanda Erdek turistik bir belde olmaya başlamış ve kalabalıklaşmıştır.

Oğlunun balık, özellikle de orfoz tutkusunu fark eden Mebrure Sami onunla birlikte Gökova’ya gelir ve 1978 yılından Mebrure Sami’nin ölüm yılı olan 1991’e kadar burada yaşarlar.18 Yazar, ölümünün ardından oğlu tarafından Akyaka’ya

defne-dilmiştir. Kendisi de yazar olan Yaman Koray ise hayatı boyunca yaptığı 8 evlilik, sahip olduğu 10 çocuğun ardından 6 Mart 2006’da teknesinde elektrik çarpması so-nucu vefat etmiştir.

Mücadelelerle dolu hayatı hakkında bilgi verdiğimiz Mebrure Sami Alevok için zevk olarak başladığı yazma faaliyetleri kısa bir süre sonra geçim kaynağı olmuş,

15 Mebrure Sami, ikinci eşinden ayrıldıktan sonra eserlerinde babasının soyadını –Alevok– kullanmaya

başlamıştır.

16 Mebrure Sami’nin hayatının bundan sonraki bölümünün yeni çıkacak kitabında verileceği

söylenme-sine rağmen böyle bir eser tespit edemedik.

17 5 Mart 2006 tarihli Sabah gazetesinde kendisiyle yapılan bir röportajda Yaman Koray, dedesi Ömer Lütfi

Alevok’un Ankara Radyosu’nu kurduğunu ifade etmektedir. Ancak Ankara Radyosu’nun kuruluşunu incelediğimizde bu ismin hiç geçmediğini gördük. Ayrıntılı bilgi için bk. Dr. Uygur Kocabaşoğlu, Şirket

Telsizinden Devlet Radyosuna, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1980. 18 Kaynaklarda ölüm tarihi 1992 olarak verilmekle birlikte oğlu Yaman Koray kendisiyle yapılan bir

röportajda annesinin 1991’de vefat ettiğini söylemektedir. bk. Elif Korap, “71 Yaşında 8. Eşiyle Mutlu Bir Balıkçı”, Sabah, 5 Mart 2006.

(10)

telif ve tercüme romanları, hikâyeleri arka arkaya gazete ve mecmualarda yayımlan-mıştır. Garp Musıkisinde Büyük Adamlar başlıklı bir yazı serisi çıkmış, tercüme ettiği tiyatro oyunları sahnelenmiştir. 1930 yılında Darülbedayi’de mevzuunu Fransızca bir romandan alıp tiyatro piyesi şekline koyduğu Fazilet Kuklası19 adlı komedisi ile

4 Şubat 1931’de oynanan Kızkardeşim ve Ben20 adlı eser bunlar arasındadır. Paul

Bourget’nin Le Tribun adlı eserini Bir Baba adıyla Türkçeye çevirmiş olan Mebrure Sami,21 programa alınmasına rağmen bu oyunun sahnelenmediğini ifade

etmekte-dir; ancak yapmış olduğumuz araştırmalarda bu oyunun 1930-31 sezonunda İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından sahnelendiği bilgisine ulaştık.22 Belirtilen bu eserlerin

yanında Mebrure Sami’nin Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen tercüme ve adapte başka oyunları da mevcuttur.23 Murat Uraz,24 Mebrure Sami’nin tiyatrolarında ifade

itiba-rıyla güzellik ve sahneye uygun bir âhenk olduğunu belirtmektedir.

1933 yılında Son Posta gazetesinde tefrika edilen Leylâklar Altında adlı romanı çok beğenilen yazar, gazetenin ısrarı üzerine Çöl Gibi romanını da gecikmeden ta-mamlar. Bu iki romanı kıyaslayan Murat Uraz,25 aynı zamanda onun hikâye ve roman

yazarlığı konusundaki düşüncesini de açıklamaktadır:

Muhayyilesi işlek, görüşleri net bir san’atkâr olan Mebrure Sami’nin roman ve hikâye-lerindeki üslûp ve tasvir tarafı da canlı ve moderndir. Aldığı tiplerden bazıları çok kuv-vetlidir. Kısmen sergüzeşt, kısmen de an’ane romanı sayılan Leylaklar Altın’daki Nevzat ve Nedim bu tiplerin en mükemmelleridir. Bundan sonra yazdığı Çöl Gibi eda ve mevzu itibarile baştan sona kadar aynı kuvvet ve güzelliği muhafaza edememektedir.

Mebrure Sami’nin 1943 yılında Remzi Kitabevi tarafından basılan Gönül Ce-hennemi ise en beğendiği romanıdır.

Kendisine yöneltilen niçin daha fazla telif yayımlamadığı sorusuna, yabancı

dil-19 Orijinal ismi Venüs a Roluettes olan bu romanın yazarı Maurice de Cobra’dır ve çevirmen yerinde

Mebrure Hurşit imzası vardır. bk. Özdemir Nutku, “Darülbeyainin Oyun Seçimindeki Tutumu Üzerine Notlar”, Ankara Üniversitesi, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, nr.1, Ankara 1970, s. 105.

20 Orijinal ismi Ma Soeuret moi olan bu eserin yazarları Louis Vemeuil-G. Berr’dir ve çevirmen yerinde

yine Mebrure Hurşit imzası yer almaktadır. Bk. Nutku, agm., s. 106.

21 Mehmet Behçet Yazar, Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı, Kanaat Kitabevi, İstanbul, s. 234. 22 Özdemir Nutku, “Darülbedayi’in Oyun Seçimindeki Tutumu Üzerine Notlar”, Ankara Üniversitesi

Tiyatro Araştırmaları Dergisi, nr. 1, Ankara, s. 107.

23 1938-39 sezonunda F. Mauriac’ın Asmodée (Asmode); 1939-40 sezonunda A. Bisson’un La Femme X

(O Kadın; 1941-42 sezonunda tekrar sahnelenmiştir), Claude Socorri’nin Fabienne (Şermin); 1940-41 sezonunda H. Bataille’in Les Flambeaux (Meşaleler); 1946-47’de M. Veiller’in Le Deux Mlle. Caroll (Zehir) ve 1948-49 sezonunda G.Brewer- B.Block’un Dark Victory (Karanlık) adlı oyunları sahne-lenmiştir. bk. Nutku, agm., s. 112-121. Karanlık oyunu dışında diğer eserlerde Mebrure Sami Koray imzası görülürken, son oyunda Mebrure Alevok adını kullanması bizi, ikinci eşinden bu yıllarda bo-şandığı düşüncesine götürmektedir.

24 Murat Uraz, Resimli Kadın Şair ve Muharrirlerimiz, Tefeyyüz Kitabevi, İstanbul, s. 311. 25 age., s. 311.

(11)

de çok güzel kitaplar okuduğunu, yarım yamalak telif eser vermek yerine güzelliğine iman etmiş olduğu eserleri çevirmeyi daha doğru bulduğunu söyler yazar. İyi telif yazabilmek için çok gezmek gerektiğine inanan Mebrure Sami, eserlerini büyük bir zevk ve titizlikle Türkçeye kazandırdığı Pearl S. Buck’ın başarısını, eserinde anlattığı yerleri iyi tanımasına bağlamaktadır. Kendisi de Ana gibi bir roman yazmak istedi-ğini; ancak bunu yapabilmek için öncelikle Anadolu’yu çok iyi tanıması gerektiğini ifade etmiştir.

Telif eserleri için değil; ama tercüme eserleri için çok da mütevazı değil Mebrure Sami:26

Bugün göğsümü gere gere diyebilirim ki, tercümenin en iyisini veren insanım. Zira ki-tabını elime aldığım muharrire kıymam, kitabın zor bir yerine geldiğim zaman, kısmak, atmak aklıma gelmez. İşin kolay tarafına gitmem. Bu neye benzer bilir misiniz; Roma’da ikinci olmaktansa, Napoli’de birinci olmak…

Tercüme işine büyük önem veren ve işini büyük bir titizlikle yapan yazar, Pearl S. Buck’ın Ana adlı romanından sonra Gurbetteki Kadın’ı Fransızcadan çevirmiştir. Ancak metnin aslından değil de bir başka dildeki çevirisinden Türkçeye çevirmek kendisine çok doğru gelmediği için, metnin orijinalini okuyup anlamak amacıyla İn-gilizce öğrenmeye karar vermiş ve öğrenmiştir de. Hatta Pearl S.Buck’a yeni öğren-diği ve tam hakkını veremeöğren-diğini düşündüğü İngilizce bir mektup yazmış, hayranı olduğu yazardan Amerika’ya davet almıştır.

Yazmak istediği bir eser olup olmadığı sorusuna verdiği cevap, küçük yaşlar-da çalışmaya başlayan Mebrure Sami’nin hayatınyaşlar-daki eksikliği de çok güzel izah ediyor:27 “..belki, çocukluğumun, mevcut olmayan çocukluğumun hikâyesini rahat

rahat yazmak isterim…”

Sonuç

“Hayatımı yazsam roman olur” cümlesi, yukarıda ana hatlarıyla hayat hikâye-sini verdiğimiz Mebrure Sami’nin rahatlıkla kullanabileceği bir ifade. Henüz çocuk denecek yaşta çalışmaya başlayan, büyük sıkıntılar çeken; ancak direnci, zekâsı ve öğrenme isteğiyle karşılaştığı her güçlüğün üstesinden gelmeyi başaran bir kadın o. Daha önceden bildiği Almanca ve Fransızcaya, eserin müellifi ne saygı göstergesi olarak tercümesini yapacağı eseri aslından okumak ve çevirmek maksadıyla

öğren-26 Kandemir, “Mebrure Sami Alevok Bütün Hayatını Anlatıyor I-II”, Edebiyat Âlemi, nr. 16, 4 Ağustos

1949; nr. 17, 11. Ağustos 1949.

(12)

diği İngilizceyi de rahatlıkla ilave eden Mebrure Sami, dünya edebiyatının pek çok güzel eserini dilimize kazandırmış, tercüme faaliyetleriyle başladığı yazı hayatını te-lif hikâye ve romanlarla da zenginleştirmiştir. Eleştirmenler veya daha genel olarak söylemek gerekirse, meraklıları tarafından bazen olumlu bazen de olumsuz özellik-leriyle bir zamanlar Türk edebiyatında moda haline gelen popüler aşk romanlarından da güzel örnekler vermiştir. Bu modanın önde gelen isimleri kadar meşhur olamasa da Mebrure Sami Alevok’un Türk edebiyatında bir yeri vardır ve bu çalışmada ana hatlarıyla hayat hikâyesi ve yazı faaliyetleri hakkında bilgi verilmiştir. Mebrure Sami gibi daha nice yazarımız edebiyat tarihi içine sıkışmış ve oradan gün yüzüne çıkarıl-mayı bekliyor. Bu kısa yazımızın benzer çalışmalara örnek olacağı inancını taşıyor ve yazarın yayımlanmış ilk hikâyelerinden ikisini çeviri yazı ile veriyoruz.

Eserleri:

Roman:

1. Sönen Işık, Sühulet Kütüphanesi, 1930 2. Leylaklar Altında, İkbal Kitabevi, 1936 3. Çöl Gibi, İkbal Kitabevi, 1938

4. Yalan, İkbal Kitabevi, 1941

5. Gönül Cehennemi, Remzi Kitabevi, 1943 Biyografi :

1. Garp Musıkisinde Büyük Adamlar, Hilmi Kütüphanesi, 1934

2. Madame Curie Eve Curie (Çev. Mebrure Sami Koray), Remzi Kitabevi, 1943 Hikâye:

1. Cadı, Güneş Mecmuası, 15 Mayıs 1927 2. Deli, Güneş Mecmuası, 15 Haziran 1927 Hatıra:

Geçmişte Yolculuk, Hürriyet Yayınları, 1971 Senaryo:

Halıcı Kız (1953, Yönetmen: Muhsin Ertuğrul) Çeviri:

1. Ayşe (Rider Haggard), Yeni Ses Gazetesi, 1926??

(13)

3. Mari Valevska Napolyon’un Aşk Romanı (Robert McNair Wilson), İkbal Ki-tabevi, 1939

4. O Kadın (A. Bisson), İkbal Kitabevi, 194028

5. Gurbetteki Kadın (Pearl S. Buck), Remzi Kitabevi, 1946

6. Bu Mağrur Kalb (Pearl S. Buck), Remzi Kitabevi, 1947 (II. baskı Remzi Kitabevi, 1970)

7. Dönüşü Olmayan Yol (Henry Bordeaux), Remzi Kitabevi, 1948 8. Mandalı Çocuklar (Pearl S. Buck), Doğan Kardeş Yayınları, 1948 9. Tours Papazı (H.de Balzac), MEB Yayınları, 1949

10. Ana (Pearl S. Buck), Remzi Kitabevi, 1962

11. Fareler ve İnsanlar (Piyes) (John Steinbeck), Yayınevi: ???, 1984?

CADI29

Köyün içinde birdenbire: Cadı geliyor!.. Cadı geliyor!.. sedaları işitildi.

Muhtelif yaşlarda yirmi kadar köylü heyecanla kapılarının önüne çıktılar. Çocuklar eve çağrılıyordu:

— Hasan! Halime! Hadi bakayım, çabuk içeri!

— Mehmet, Veli, sallanmasanıza! Hele sen, yaramaz çapkın, şimdi yanına geliyorum ha! Bak daha duruyor.

Henüz demin sükûnet içinde olan köyün böyle birdenbire uyanması için herhalde fevkal-beşer bir şey olacaktı.

O esnada yolun dönüm yerinden, birinci evlerin hizasında garip bir şekil göründü. Bu, ibtida, nevmîd sallantılarla hareket eden rengârenk bir paçavra yığınıydı. Değnek kadar ince olan o bacaklardaki biçimsizlik ne müthişti! Beden vücudu sola çarpılmış, kalçaları dışarıya doğru fırlamış ve öbür taraftan da tümseklerle dolu kambur bir omuz çıkmıştı. Muvazenesini bulmaya çalışan kafa, beyhude gayretlerden sonra bir tarafa düşüyordu. Karın yok, göğüs yerinde de başka bir kambur… Öyle uzun iki kol ki, yerden bir şey alması için bu korkunç garibenin eğilmesine hacet kalmıyordu. İki elde de birer sopa… Baş yukarı doğru uzamış.. Üzerinde, yer yer seyrek ve sert saçlar var. Bir kulaktan diğeri-ne kadar açılmış ağzı mütemadiyen tebessüm içinde… Bu acıklı ve ezelî palyaço ağzının altındaki çene, korkmuş gibi geri kaçıyor.

Köyün ta öbür ucunda telaşlı seslerin sönük akisleri tekrar ediyordu: — Cadı geliyor! Cadı geliyor!..

Cadı dedikleri biçare mahlûkun güç hal ile yoldan geçmesi hakikaten büyük bir korku tevlîd ediyordu. Herkes onun sihirbaz olduğuna kaniydi. Zaten nasıl kani olmasınlar? Bu şekilde bir vücutla yaşayabilmek için herhalde iblisin yardımı lazım değil miydi? Civar köylerde bile onun çocukları çalıp kanlarıyla büyü yaptığı söyleniliyordu. Hat-ta isimleri bile sayılıyordu. Çamaşırcı Fatma Hanım’ın kızı o surette çalınmış, Hatice Nine’nin torunu al yanaklı Ali de yine ‘cadı’nın geçtiği bir sabah ortadan kaybolmuştu.

28 Tiyatro oyunu olarak da sahnelenmiştir. 29 Güneş, nr. 10, 15 Mayıs 1927, s. 5-6.

(14)

Zaten onun ne büyük bir arzu ile küçük çocukları aradığını anlamak için arkasından gitmek kâfi ydi.

2

O gün çıplak ayaklı, zeki bakışlı küçük bir oğlan, ‘cadı’yı görmek merakına dayanama-mış elinde bir dilim ekmek başını kapıdan uzatıvermişti.

Paçavra yığını birdenbire durdu. Göz kapaklarının altında ilahî bir alev yandı. Umumi-yetle yarı kapalı olan göz, derinleşti, bir âmâk kesb etti, şefkat dolu bir kadın nazarı oldu. Fakat o sırada bir ses duyuldu:

— Melun cadı, yoluna git, elime geçersen fenadır ha!

Küçük yaramazın tokadı yemesiyle içeri kaçması bir oldu. Dilenci kadın içini çekerek toplanmaya çalıştı, sopasını kaldırdı. Bütün vücudu çırpınmayı andıran bir hareketle sal-landı. Nihayet bir bacağını ileri fırlatabildi: Bu bir adımdı. İkinci bir gayret: İkinci adım. Gözleri yere indi, yine müthiş çirkinliğine avdet etti.

Mayısın ilk günleriydi. Gökyüzünde küçük bir bulut bile yoktu. Topraktan güzel kokular geliyordu. Hiçbir zaman ilkbahar bu kadar vaatlerle dolu görünmemişti. Bütün tomur-cuklar açılıyor her taraf hayat ve neşe saçıyordu. Kuşlar cıvıldıyor, göze görünmeyen böceklerin vızıltıları duyuluyordu.

Dilenci kadın müşkülâtla yoluna devam ediyordu. Haftada bir defa ona bir okka ekmek ile beş on para veren imamın evine gelebildiği zaman bitkin bir haldeydi.

Tokmağa elini uzatacağı esnada kapı açıldı ve yanında altı yaşında bir çocukla bir kadın çıktı. Sefi l kadın kim bilir nasıl mukavemetsiz bir arzu ile kollarını küçük kıza doğru uzattı ve gözlerinde yine tatlı ve müşfi k bir bakış belirdi.

Çocuk annesinin eteklerine sarılırken kadıncağız da korku ile çekilerek: — Ne var? Ne istiyorsun? diye bağırdı.

Gözlerindeki alev derhal yine söndü. Parasını, ekmeğini ve yemek artıklarını isteksiz bir tavırla aldı ve sanki isimsiz bir elem yükü altında eğiliyormuş gibi deminkinden çok daha müşkülâtla sürüne sürüne uzaklaştı.

3

Yirmi adım ileride nadiren işgal olunan bir köşkün büyük demir kapısı görülüyordu. Zavallı alil kadın tam bu kapının önünden geçeceği esnada titredi. Biraz ötede küçük bir çocuk sıranın üzerine dağıtmış olduğu çiçeklerle demet yapmaya çalışıyordu. Bundan daha güzel bir melek tasavvur edilemezdi. Koyu mavi gözler, tatlı bir tebessüm, pembe bir ağız, sevimli çıplak omuzlar ve bütün bunların üzerinde, alnına, ensesine, göğsüne doğru dökülen sarışın bir saç kümesi.

Dilenci kadın boğazından çıkmak üzere olan meserret sayhasını güç zapt etti ve öylece kımıldanmadan taş gibi durdu. Küçük onu görür görmez bir kuş gibi kaçacaktı. Fakat bu gizli temaşa da ne büyük bir saadetti! Cadı dedikleri biçarenin ışıklı gözleri çocuğun ilahî çehresine asılmış kalmıştı. O daima başını kaldırmadan oynuyordu. Dilenci kadının ruhunda birdenbire azim, çılgın bir arzu uyandı.

Fazla dayanamadı, etrafa medhuş nazarlarla bakarak yolda kimseler bulunmadığını gör-dü. Fakat tam o esnada küçük kız başını kaldırdı, korkarak bağırdı ve kaçmak istedi. Bunu gören dilenci kadın sopasını attı ve nevmîd bir inilti ile diz üstü düştü. Gözlerinde öyle muzdarip, öyle ricakâr, öyle melekâne bir bakış vardı ki küçük kız meçhul bir şey hissetti ve durdu.

Alil kadın payansız bir vecd içinde kıza bakıyor ve âdeta onun manzarasıyla hayat bulu-yordu. Ellerinin üzerinde sürünerek ona yaklaştı. Nazarlarında o kadar büyük bir tatlılık

(15)

vardı ki artık bütün o müthiş çirkinliği gözlerinin letafeti altında kayboluyor ve çocuğa emniyet veriyordu.

Zavallı kambur: — Adın ne? diye sordu. — Nihal.

Tereddüt eder gibi oldu, fakat büyük bir kararla:

— Peki Nihal Hanım bana, bir sadaka verecek misiniz? dedi. — Elbette, fakat yanımda para yok.

Dilencinin yanağına bir damla gözyaşı aktı. — Ben öyle sadaka istemiyorum.

Paradan gayrı bir şeyle sadaka verildiğini anlamayan küçük Nihal sükût etti. Fakir kadın yaklaştı ve sesini de gözleri kadar tatlılaştırarak:

— Beni öper misin? dedi.

Korkak hali, bunu söylemek cesaretini bulmak için sarf ettiği gayret bir vahşiyi bile rik-kate getirirdi. Fakat küçük kız tevahhuşla geri çekildi.

Kadının acayip biçimli omuzları hıçkırıklarla titredi. Şaşıran kız da neredeyse ağlayacak-tı. Zavallı kadın kendini zapt etmeye çalışarak:

— Size nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum… Fakat… Halbuki bu lazım Nihal, dünyada çocuklardan… senden daha güzel hiçbir şey yok.. Beni öpmen için seve seve hayatımı verirdim. Ne zamandır içimde bu arzu var. Belki beni anlamıyorsun… Şimdiye kadar hiç kimse, hiç kimse beni öpmedi. Kendi kendime bir çocuk kollarının bana doğru uzandı-ğını görürsem, küçük ağzından bir buse alırsam muhakkak sevinçten ölürüm diye düşü-nüyorum. İhtiyar değilim, iğrenç derecede çirkinim, fakat benim de kalbim var. Ah, nasıl anne olunduğunu öğretseler! Bir çocuğa malik olmak için çıldırırdım.

Küçük Nihal garip bir heyecan ve şaşkın gözlerle işittiklerini tamamen anlayamadan kadına bakıyordu.

Biçare mahlûk gittikçe artan bir hararetle:

— Nihal, dudaklarımı bir çocuğa değdirmeden ölmek istemezdim. Bu eşsiz bir his, cen-net gibi bir şey olmalı. Bunun için çocukların peşinde koşuyorum. Budalalar sihirbaz olduğum için onları öldürmek istediğimi söylüyorlar. Çocuk öldürmek mi? Sihirbazlık mı? Eğer sihirbaz olsaydım, ormanların, yolların, bütün kâinatın çocuklarla dolmasını isterdim. Eğer sihirbaz olsaydım, sırf bana merhamet ettiğin için seni sultan yapardım. Öp beni… Sana nasıl yalvarayım bilmiyorum ki… Öp beni…

Kollarını çocuğa doğru uzatıyordu. İlahî gözlerinde öyle bir istirham vardı ki küçük Ni-hal gayriihtiyari ona yaklaştı. Bu çocuk yüzü ile şu korkunç sima arasında ne tezat vardı. Buna rağmen küçük kız taze çehresini uzattı ve dudaklarını kadının alnına değdirdi. O zaman her şeyi unutan fakir kadın uzun kollarını kıza doladı ve titreyerek onu tekrar tekrar öptü. Aynı esnada garip bir rüzgâr hissetti, ufak bir şimşek gördü ve müthiş bir dar-be yiyerek yere yuvarlandı. Nihal’in babası kızını kucağına almış sanki bir leke varmış gibi yavrusunun alnını siliyordu.

4

Birkaç saat sonra, nihayetsiz vadinin ucunda, güneş, koca bir altın denizi içinde yavaş yavaş alçalırken alnı yarık, gözleri mosmor ve şiş, eli yüzü kanlı olan dilenci kadın, ar-kasını köye çevirmiş gidiyordu.

Ne olmuştu?

Nihal’in babası bütün köyü ayaklandırmıştı. Hep birden biçarenin üzerine hücum etmiş-lerdi. Eğer imam müdahale etmemiş olsaydı kadını parçalayacaklardı. Fakat o hiçbir şey

(16)

hatırlamıyordu. Yaralarının ıstırabını bile hissetmiyordu. Hatırasında kalan yegâne şey o çocuk dudaklarının temasıydı. Böyle bir hatıra cerihalarına serinlik veriyor, mesrur ve hayran kulaklarına bin bir çeşit tatlı nağmeler okuyor gibi oluyordu.

Vecd içinde mesut ilerliyordu. Güneş battıktan sonra fakir kadın durdu, yolun kenarına, yeşilliklerin arasına uzandı, yıldızlara baktı, “Allah” nedir anladı, Nihal’in busesini dü-şündü ve fevka’t-tasavvur bir saadet içinde can verdi.

DELİ30

1

Mektep hayatımın bıraktığı hatıralar arasında, öyle garip, upuzun bir dehliz vardır ki şimdi bile düşündüğüm zaman tüylerim ürperir.

Bu dehlizin demir parmaklıklı pencerelerinden kasvet verici ağaçsız iki avlu ile iyi ba-kıldığına rağmen, ilkbaharda bile hazin manzarasını muhafaza eden büyük bir bahçe görünürdü.

Bahçe ile avlular yanımızdaki tımarhaneye ait olduğu için çocukların dehlize girmeleri mektep nizamâtınca katiyetle memnu idi. Bunun pek tabii bir neticesi olarak orasını gör-mek için çıldırırdık.

Yanımızdaki tımarhane bizce pek esrarengiz bir yerdi. Onun için arkadaşlarımızdan biri, evvelden tasarlanmış bir sürü kurnazlıklardan sonra mahud dehlize girip, delilerin bah-çesini seyretmeye muvaffak olduğu zaman nazarımızda bir bahadır kadar ehemmiyet alırdı. Teneffüs zamanında yaptığı kaçamağı anlatırken, artık onu ne büyük bir dikkatle dinlerdik.

Halbuki umumiyetle yeni bir şey öğrenmezdik, zira hemen hemen hepimiz, hiç değil-se bir defa olsun demir parmaklıklı pencerelerin önünde endişeli dakikalar geçirmiştik. Yine hepimiz, bahçenin ortasında bir çimenlik bulunduğunu ve bunun etrafında tımarha-nedeki en zararsız hastaların iradesiz adımlarla dolaştıklarını bilirdik. Avlulardan birin-de solgun çehreli, nahif bir kızcağız vardı. Zavallıya kalbimiz sızlamadan bakamazdık. Çatlak bir sesle değişmek bilmeyen ebedî bir aşk türküsü söyleyerek bütün gün, nazarları sabit, kolları dimdik yürür dururdu.

Hangi müthiş bir facianın kurbanı olmuştu? Acaba bunu bir bilen var mıydı? Çocukların her biri bir efsane anlatırdı. En yaşlılarımız, büyük bahçede çiçeklerin açılmadığını ve hiçbir zaman da ağaçlarda meyve yetişmediğini söylerdi. Böyle bir komşuluğun verdiği korku ile daha nice şeyler uydurduğumuza rağmen, garibi şu ki, deliler hakkında gülünç hikâyeler söylemezdik. Ne zaman tımarhaneden bahsetsek, onun biçare sakinlerine karşı büyük bir terahhum duyardık.

Bilhassa yorulmak bilmeyen solgun benizli kızcağız zihnimizi işgal eder, hatta bazen rüyalarımıza bile girerdi. Hepimiz de ona âşıktık dersem, mübalağa ediyorum zannına düşmeyin.

Bahçeye çıkan sakin deliler arasında pek ziyade merakımızı mucib olan biri daha var-dı. Bu adam daima bir taşın üzerine oturur, dirseklerini dizlerine dayar, başını ellerinin arasına alır, kımıldanmadan saatlerce bu vaziyette dururdu. Pek kuvvetli ve pehlivan gibi iri yarı bir şey olduğu, sırtının şeklinden belliydi. Tuhafı şu ki hiçbir talebe yüzünü görememişti.

Nazarlarımız ona daima aynı yerde, o nevmîd vaziyeti içinde tesadüf ederdi. Bütün

(17)

rımıza rağmen bu garip deliyi hiçbir zaman ayakta veya karşıdan görmeye muvaffak olamamıştık.

2

Mektebi terk edeli iki üç sene oluyordu ki tesadüfen tımarhane müdürünün oğluyla tanış-tım. Çok sevimli, iyi bir çocuktu, yazık sonu iyi gelmedi!

Bir akşam, beraber yemek yemiş konuşuyorduk, o, babasından bahsederken benim de aklıma eski hikâyeler geldi. Kendisine türkü söyleyen zavallı mecnun kızın ne olduğunu sordum. Öldüğünü söyledi. Pehlivana benzeyen adamı sordum.

— Hep eski yerinde, dedi.

— Kuzum Hüsnü, pek merak ediyorum, şu tımarhaneyi bir gezemez miyim? diye sor-dum.

İbtida çok tereddüt gösterdi, fakat sonunda babasından müsaade istemeyi vaat etti. — Birisini daha getirebilir miyim? dedim.

— Getir ama iki kişiden fazla olmasın.

— Yabancı değil, amcazâdem, zaten ne vakittir başımın etini yiyordu, senden bunu rica etmemi de o söyledi diye ilave ettim.

— Fevkalade bir mani çıkmazsa öbür gün sizi gezdiririm. Dünyada benim kadar amca, dayı sahibi adam yoktur.

Yanımda götürmek istediğim kuzenim, en küçük amcamın kızıydı. Arkadaşımdan bu vaadi alır almaz koşup hemen haber verdim. İki gün sonra kendisini almaya gittiğim zaman, amcazâdemi hazır buldum ama, üç yaşındaki kızı Melahat de yanında!

— Ne yapıyorsun? Çocuğu da götürecek miyiz? diye bağırdım. — Elbette, niye götürmeyecekmişiz?

— Canım, hiç tımarhaneye çocuk gittiğini işittin mi? — Ne çıkar, gezmiş olur, zaten beni bırakmak istemiyordu.

Amcazâdemin kızı Melahat çok güzel bir çocuktu. Ebeveyni tarafından bol bol şımartıl-dığı için evde her istediğini yaptırtmanın kolayını bulmuştu.

Melahat’ın bizimle beraber gelmesindeki uygunsuzluktan bahsetmek istedim. Fayda ver-medi. Güzel bir kadın kafasına münasebetsiz bir fi kir girdi mi, artık onu oradan hiçbir kuvvet çıkaramaz. Razı olmaktan başka çare yoktu.

Bir saat sonra arkadaşım önde, biz arkada temizliği ve intizamı ile Hüsnü’nün koltukla-rını kabartan matbah ve yatakhaneyi geziyorduk.

İtiraf ederim ki, içim sıkılmaya başlıyordu. Fakat rehberimiz, amcazâdeme karşı pek nazik davrandığı için, bilahare hastanenin daha şayan-ı dikkat aksamını göstermeye mu-vafakat edeceğini düşünüyordum.

Filhakika, birkaç dakika sonra, mahud büyük bahçeye götürüldük. Sebebini bilmeden, uzun dehlizin biçarelerine baktım ve meraklı bir çapkının süratle geri çekildiğini görür gibi oldum. Hiçbir şey değişmemişti. Orada, burada, on, on beş tane kadar mecnun … ve daha ötede taşının üzerinde oturan büyük cüsseli adam…

Zavallının manzarası içime dokunmuştu. Belki onun kim olduğunu öğrenecektim. Am-cazâdem:

— Burada hiçbir tehlikeye maruz değil miyiz? diye sordu.

— Korkmayınız hanımefendi, bunların hemen hemen hepsi iyi olmuşlardır.

İlerlemekte devam ettik. Tesadüfen ta o adamın karşısına çıkmıştık. Fakat o, sanki bizi hissetmiyormuş gibi sessizliğini, hareketsizliğini muhafaza ediyordu. Arkadaşıma: — Bu dev yapılı dilsizin macerasını biliyor musun? diye sordum.

(18)

Fakat küçük Melahat Hanımımız billurî sesi ile arkadaşımın sesini keserek:

— A!.. A! Sen masal söylemesini biliyor musun? Öyleyse buradan çıkınca bana anlatır-sın, emi, ha, emi, diye bağırdı.

Tam o esnada iri adam birdenbire başını kaldırdı ve bize baktı. Kırk yaşlarında kadar vardı. Çehresinde müthiş bir irade kuvveti okunuyordu. Elan oturduğuna rağmen boyunu zannettiğimden daha yüksek buldum.

Bizim tarafımıza baktı. Fakat küçük Melahat’tan başka kimseyi görmediği belliydi. Âde-ta kızı gözleriyle yiyordu. Nazarlarında meserrete benzeyen vahşi bir ışık yandı. Bağıra-cakmış gibi ağzını açtı.

Birkaç saniye, elleri havada, nefes almadan bu vaziyette kaldı. Bütün canı gözlerine gel-mişti. Kaba olmasına rağmen ne büyük ve ne müthiş bir güzellik kesb etgel-mişti.

Huzurumuzun onu canlandırmış olması beni pek memnun ediyordu. Bu adam bende, belki vaktiyle onu düşünerek tahayyül ettiğim hikâyelerin verdiği tesirle büyük bir alaka uyandırıyordu.

Mamafi h, artık küçük Melahat’a bakan alevli gözlerindeki garip esrardan ürkerek arka-daşımın nazar-ı dikkatini celb etmek üzereydim ki, herhalde böyle bir bakışın altında sıkılmaya başlamış olan çocukcağız, yüksek sesle şu sözleri söyledi:

— Anneciğim, bu adama söyle, içim sıkıldı. Bana öyle bakmasın.

Küçüğün sesi, nice sonsuz ıstırapların melcei olan bu mağmum bahçede bir kuş cıvıltısı gibi öttü. Bu ses herhalde delinin üzerinde fevkalade bir tesir yapmıştı. Zira çocuk daha sözünü henüz bitirmişti ki yay gibi yerinden fırladı.

Ayakta iken güzelliği artmış, fakat aynı zamanda daha ziyade korkunç bir hal almıştı. Doğrulduğu vakit hafızasında bir şey arar gibi oldu. Kıvırcık sarı saçlarını iki eliyle ya-kaladı ve anlayamadığımız bir şeyler mırıldanarak büyük bir tehevvürle avuç avuç yoldu. Korkmaya başlamıştık. Benzi atan arkadaşım müdahale etmek lazım geldiğini düşünerek deliye doğru bir adım attı:

— Ali, kardeşim, ne var? Hasta mısın? dedi.

Küçük Melahat adamın elan saçlarını yolmakta devam ettiğini gördü ve billurî bir kah-kaha attı.

Ne olmuştu?..

Delinin, ufak bir hareketle müdürün oğlunu devirdiğini ve küçük kıza doğru atıldığını ancak görebildim.

Melahat tiz bir feryat kopardı. Annesi gayriihtiyari bir surette yavrusunun önüne geçti. Ben de atıldım. Fakat biz, bu inanılmayacak derecede büyük bir kuvvete malik olan mahlûka karşı ne yapabilirdik?

Anneyi oldukça mülayim bir hareketle itti ve onu zapt etmek için bütün irademi topla-maya çalışan bana da hiç ehemmiyet vermedi. Bunun üzerine eğildi ve korkudan baygın bir hale gelen çocuğu koca kolları arasına aldı.

Doğrulduğu zaman eliyle kızın çenesini kaldırdı ve birkaç saniye kadar yüzünü seyretti. Boğazından derin bir meserret sayhası çıktı ve bunu müteakip müthiş bir sesle:

— Haticem, Haticem, seni buldum! diye haykırdı.

Melahat’ı kollarının üzerine yatırdı ve ara sıra boğuk kahkahalar fırlatarak yavrucağı sallamaya başladı.

Biraz kendine gelmiş olan kızcağız az sonra bir yaygaradır kopardı. Aklı başından giden anne, yavrusunu kurtarmak için delinin üzerine atılmıştı. Ben bile, böyle bir adama karşı galip gelemeyeceğimden emin olduğum halde küçüğü almak için çırpınıp duruyordum. Bereket versin, arkadaşım yardım istemeye gitmişti. Az sonra yanında birkaç kuvvetli gardiyanla koşarak geldiğini gördük.

(19)

Ali de onları gördü. Çehresi tehdid-âmiz bir ifade aldı. Kaç kişiydiler… Mukavemet gösterdikleri takdirde onları mağlup edebileceğini kestirir gibi oldu.

Mücadele esnasında çocuğun yaralanabileceğini mi düşündü? Yoksa gözlerini nurlandı-ran sürûr, elinden kuvvetini mi almıştı? Bilmiyorum, herhalde benden kurtulmak için sil-kindiği aklımda. Amcazâdem baygın bir halde çimenlerin üzerine yığıldı, o da bir kaplan çalâkîsi ile büyük bir kapıya doğru atıldı.

Hizmetkârlar, arkadaşım ve ben de arkasından koşmaya başladık. Melahat acı acı bağırı-yor, deli de hem koşuyor hem onu buselere gark ediyordu.

Kapıdan girer girmez bir merdiven vardı. İki sıçrayışta ilk basamakları geçti ve yukarıki sofanın dönüm yerinde kayboldu.

Gardiyanlar süratlerini arttırdılar. Yukarı çıktığımız zaman bu kapının şiddetle kapandı-ğını duyduk. Deli, çocukla beraber odasına kapanmıştı.

Hücresinin önüne geldiğimiz vakit iki üç hıçkırık ile büyük bir cismin yere düşmesinden mütevellit boğuk bir gürültü işittik.

Bereket versin, delilerin odalarında dahilden kilit yoktur. Korktuğumuz yegâne şey Ali’nin arkadan kapıya dayanmasıydı. Fakat kapıya dokunur dokunmaz açıldı. Odaya atılınca ilk nazarda deliyi görmedik, çünkü onu önümüzde arıyorduk, halbuki biçare adam ayaklarımızın dibinde yerde seriliydi. Kollarının arasında artık bağıracak takati kalmamış olan kızı tutuyordu. Koca pehlivanın dudakları tatlı bir tebessümle titriyordu. Hastane tabiplerinden biri telaşla geldi. Melahat’ı delinin kollarından almaya muvaffak olmuştuk. İbtida bu kolay olmadı. Fakat yavaş yavaş çelik pazular açılmış, kollar bîtâbi ile iki yana düşmüştü.

Tabip hastayı muayene etti ve kaşlarını çatarak:

— Çok fena. Çocuk bahçeye bırakılmamalıydı. Zavallı adam, pek müthiş bir kaza netice-sinde ölen kızını bulduğunu zannetti. Kurtarabileceğimizi zannetmiyorum, dedi. Bütün bu sahne ancak bir iki dakika sürmüştü. Küçük kızcağızı kucağıma aldım ve has-tabakıcılardan birinin ayıltmış olduğu annesine götürdüm. Zavallı kadın çocuğunu sağ salim görünce büsbütün iyileşti.

Evladına olan zaafı yüzünden böyle bir vakaya sebebiyet verdiği için büyük bir mahcu-biyet hissetmişti. Artık orada fazla kalmadık ve eve döndük.

Birkaç gün sonra arkadaşıma tesadüf ettim. İstemeyerek sebep olduğumuz hadise hak-kında teessüfl erimi söyledikten sonra:

— Bu Ali’yi çıldırtan vaka neymiş, doktorun o müthiş dediği kaza nedir? diye sordum. — Doktorun pek müthiş demekte hakkı var. İnsan bundan daha elim bir şey tasavvur ede-mez. Bu öyle bir hadisedir ki asabı zayıf olan kimselere anlatmaya bile cesaret edemem. Bu mukaddime merakımı daha ziyade tahrik etti ve ısrarım üzerine arkadaşım anlatmaya başladı:

3

Çetin Ali, Mecidiye köyünde çiftçiydi. Yirmi beş yaşındayken, şehre gelip yumurta sa-tan genç, sevimli bir kadınla evlenmişti. Bu koca vücudun çok refi k ve müşfi k bir kalbi vardı. Karısına ne derece merbut olduğunu, öldüğü zamanki halini görenler bilir. Cennet âsârını ilk defa o gün göstermiş ve elinde bir demir çubuk, cesedin defnedilmek üzere kaldırılmasına mümanat etmiş, ancak kucağına iki yaşlarındaki kızı Hatice’yi verdikleri zaman biraz sükûnet bulmuştu. Küçük kız o kadar sevimli ve şeytan bir şeydi ki Çetin Ali, üzerine titrerdi.

Komşuların tenbihatına göre hareket eden Hatice biçare adamın buhranını teskin etmişti. Genç kadın defnedildi ve her ne kadar Ali’nin teessürü zail olmadıysa da çocuğun

(20)

vücu-duyla kısmen teselli buldu.

Gün geçtikçe, Çetin Ali’nin çehresi tatlılaşıyor ve tebessüm ettiği görülüyordu. Zaman ve yavrunun nevazişleri ölümün açtığı yarayı kapatıyordu.

Ali, kalbinin bütün şefkat kudretini peşinden bir saniye bile ayrılmayan sarışın kızına vakfediyordu. Tarlaya, ormana, her yere gidiyorlardı. Yavrusunu götüremediği zamanlar evinden çıkmamayı tercih ediyordu. Haticesi gözünün önünde olmadığı vakit her dakika bir tehlikeye maruz kalmasından korkuyordu. Hayır, hayır, Hatice onun için her şeydi. Hatice, işten de zevkten de, bütün kâinattan da evvel gelirdi.

Bazı mahzun günlerinde, karısını düşündüğü zaman aklından Hatice’nin de ölebilmek ihtimali geçecek olursa, benzi atar, bacakları koca vücudunun ağırlığı altında titrerdi. Güzel bir sonbahar akşamıydı. Çetin Ali, kış için çiftliğine bir araba dolusu odun getir-mişti. Henüz ortalığın kararmamış olmasından bilâistifade birkaç büyük kütük yarmaya karar verdi.

İki üç adım ötede oynayan kızına baktı ve işine başladı. Bu kuvvetli adamın, yarım metre kalınlığında kütükleri bir darbede yaran cesim baltasını hemen hemen gayret sarf etmek-sizin savurması görülecek şeydi.

Acele ile çalışıyor, üç kişinin yapacağı işi görüyordu. Ara sıra, Hatice’yi seyretmek için dirseğini baltanın sapına dayayarak duruyor, sonra tekrar işine devam ediyordu.

Parlak baltanın havada garip akisler saçarak adamın etrafında hemen hemen tam bir da-ire çizdikten sonra müthiş bir kuvvetle inişi herhalde pek korkunç bir manzara teşkil ediyordu.

— Haticem, şu kütüğü de yarayım da yemeğe gidelim. dedi. Ve daha büyük bir hız aldı. İşte o zaman öyle feci bir şey vuku buldu ki insan anlatırken asabının gerildiğini hissedi-yor. Küçük kız babasının çağırdığını mı zannetti? Yoksa muazzeb tabiatının dayanılmaz bir saikasına mı kapıldı? Yalnız şurası malum ki, şakrak bir kahkaha ile ileri atıldı ve iki adımda, havada dönen, nerdeyse düşecek olan baltanın muharriki içine girdi. Çetin Ali bu sarışın başı önünde gördü. Aldığı hızı artık durduramayacağını hissetti. Bir balta dar-besi ile yegâne ümit ve tesellisi olan Haticesinin başını ikiye böleceğini anladı.

Zavallı adamın kim bilir bu müthiş dakikada, fi krinden, kalbinden neler geçti? Merha-metsiz balta dairevî hareketini bitiriyordu. Ondan daha ziyade merhaMerha-metsizlik eden kü-çük kız sola veya sağa doğru eğilmeyi akıl etmedi. Çetin Ali’nin acı çığlığı ta uzaklara kadar gitti.

Gurup etmekte olan güneş, çocuğun alnına inen baltada kanlı bir iltima ile parladı. Arka üstü düşen koca pehlivan, aynı darbe ile ölümün tesellisine nail olamadı.

KAYNAKLAR

Alevok, Mebrure, Geçmişte Yolculuk, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1971.

Huyugüzel, Ömer Faruk, “Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı”, Türkiye Cumhuriyetinin Temeli

Kültürdür II içinde, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002.

Kandemir, “Mebrure Sami Alevok Bütün Hayatını Anlatıyor I-II”, Edebiyat Âlemi, nr. 16, 4 Ağustos 1949; nr. 17, 11 Ağustos 1949.

Korap, Elif, “71 Yaşında 8. Eşiyle Mutlu Bir Balıkçı”, Sabah, 5 Mart 2006. Necatigil, Behçet, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Varlık Yayınları, İstanbul, 2002.

Nutku, Özdemir, “Darülbedayi’in Oyun Seçimindeki Tutumu Üzerine Notlar”, Ankara

(21)

Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, C. 2, YKY, İstanbul, 2001. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. 1, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1977.

Türkeş, Ömer, “Sayılarla Kadın Romanları”, Birikim, 03.04.2006.

Uraz, Murat, Resimli Kadın Şair ve Muharrirlerimiz, Tefeyyüz Kitabevi, İstanbul, 1941. Yalçın, Alemdar, Siyasal ve Sosyal Değişmeler Açısından Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı

1920-1946, Akçağ Yayınları, Ankara, 2002.

(22)

Referanslar

Benzer Belgeler

Geleneksel halk hikâyelerinin dö- şeme metnine örnek olarak Klasik Aşk Hikâyeleri Külliyatı’nın, “Giriş”..

[r]

Şapkamı alıp götürmesin diye aceleyle hamle yapıp uzanınca ayağım kaydı ırmağa yuvarlandım...” Erdem irkilerek yerinden doğruldu: “Yüzme biliyordun değil

Odaya girip koltukta oturmuş beklerken adamın gayet çiğ bir şekilde “Herkesin bir hikâyesi vardır.” deyip elindeki sigarasını ağzına götürdüğü o andaki çirkinliğini

diğer balık türlerinin yanına sıkıştırılarak üstünkörü değinilmiş olan, denizlerimizde yaşayan köpekbalığı türlerini ele alan ilk bağımsız kaynak aynı

Ankara Üniversitesi’nden emekli olduktan sonra 2006-2008 yılları arasında da Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yine

Çünkü yetişkinler, çocukların dünyasından çok uzak ve onlar için çok acı verici olan bir gerçeği anlatmakta son derece zorlandıklarını ifade etmektedirler Bu

360 derece performans değerleme sistemi içinde kabul gören iletişim, liderlik, değişimlere uyabilirlik, insan ilişkileri, görev yönetimi, üretim ve iş