YAZILAR,—-Bana "zaten evlenm ek ne demek?" diye güya teselli verm eye çalışan
Nâzım kısa bir süre sonra genç Rus kadını vera’ya tutulup evlendi
Nâzım bana,‘ Kalk git
diyordu
Neredeyse ağlayacaktı, "Bizim
eve dünyanın her tarafından
misafirler geliyor, salonun gös
terişli olması gerekir, ama bü
tün param harcanır mı? Hiç pa
ram kalmadı" diyordu
Daha vera'yı g ö rm e m iş tim .
Ama Nâzım ı 50 ruble için üzen
bu kadın birden gözüm den
düşmüştü
O gece kaldığım otelin lokanta
sında votka, müzik, dans gırla
gidiyordu. Sovyet subayları eğ
leniyorlardı. Bir Sovyet suba
yıyla dans bile e ttim ama saat
12.00'ye doğru iş zıvanadan çı
kınca odama kaçtım
uzun sürdü. Aşağı yukarı yarım saat sonra döndü. Elli rubleyi masanın üstüne attı:
“ Bu hayat yaşamaya değmez” dedi. Bu 50
rubleyi alabilmek için içerde Vera’yla ya rım saat çekişmişti. Bin kere pişman ol dum parayı istediğime, ama 50 ruble Na zım için oyuncak gibi bir şeydi, üstüne üst lük tam o sırada ihtiyacım vardı. Daha Ve- ra’yı görmemiştim. Nazım’ı 50 ruble için üzen bu kadın, birden gözümden düşmüş tü. Anlayamıyordum. Nazım 60'ın üstün deydi, bir genç gibi enerjiyle çalışıyor, ya ratıyordu ve sonra alın teriyle kazandığı 50 ruble için böyle sinirlendiriliyordu. Ne Na- zım’ın değerini anlıyordu bu kadın, ne de anjin puatrinini düşünüyordu. Of!.. Of!..
Yıldız Sertel, Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Mehil Hüseyin İle, 1963
S
İHİRLİ Prag şehrinde kalmamız biraz uzun sürdü. Bu nun sonucu da benim ora da Türkiyeli bir gençle ev lenmem oldu. Ancak, bu olay uzun sürmedi, iki yıl sonra eşim “Memo” bir hır sız gibi gizlice evi terk edip, beni bırakacaktı. Bu olaydan sonra Nazım, Viyana’ya gelip, beni iki gözü iki çeşme ağ lar görünce, “Canım efendim, ne diye evlenirsiniz? Zaten evlenmek ne demek?” di
ye güya bana teselli vermeye çalışacaktı. Ne var ki, kısa bir süre sonra, kendisi genç Rus kadını Vera'ya tutulup evlendi. Bu, Na zım için büyük bir talihsizlik oldu. Çok sev diği Münevver ve Memed’i getirtmek için yıllar boyu uğraşmış, bunu başaramamış ve artık ümidini kesmişti. Oysa, tam Nazım resmen nikahlandıktan sonra Münevver bir yolunu bulup Türkiye’den çıktı ve Atina'dan Nazım’ı telefonla aradı. Bu olay, Nazım’ın özel hayatını tam bir çıkmaza sokmuştu. Münevver’le Memed’i, Moskova’ya alama dı, Varşova’ya yerleştirmek zorunda kaldı. Viyana’ya bir gelişinde buhranlar geçirdi ğini gördüm, bana, “Sen bilemezsin, ben
Münevver’e bunu yapamam” diyordu, ama
yapıyordu. Kendisinden otuz yaş daha genç olan Vera’ya, körkütük âşık olmuştu şair. Budapeşte’de bir kadın kongresinde Münevver'! gördüğüm vakit, daha da üzül müştüm bu işe. Ağırbaşlılığı, kültürü ve ze kâsıyla Nazım için ne güzel bir hayat arka daşıydı Münevver.
Nazım’ın Viyana’ya son gelişinde, ba bam İyice hastaydı. Viyana'nın soğuk ikli mine dayanamıyordu. “Ben daha çok uzun
zaman yaşayamayacağım” diyordu bana.
Konuyu Nazım’a açtım.
—“Hiç merak etmeyin” dedi, “ Ben bu sorunu çözerim. Onun kuru iklime ve de niz kıyısına ihtiyacı var. Azerbaycan tam ona uygun. Cumhurbaşkanı benim şahsi dostum. Ben onu Bakü’ye göndertirim.”
Dediğini yaptı. Babam güya Bakü’ye teda viye gitti. Oradan çok faydalandı. Bana Azerbaycan İlimler Akademisinin Doğu Ça lışmaları Enstitüsü'nde araştırmacı olarak iş buldu ve sonunda Hece Bakü'ye göçtük.
“Burda bir değişiklik görüyor musun?
—Eşyalar biraz değişmiş.
—Biraz değişmiş de laf mı? Ben Küba’ daydım. Ben yokken Vera, bütün eşyayı de ğiştirmiş. Gördüğün eşya baştan aşağı yeni ve benim bütün paramı harcamış, bütün!..”
Nerdeyse ağlayacaktı ve ekledi: “Evet doğ
ru, bizim eve dünyanın her tarafından mi safirler geliyor. Salonun gösterişli olması gerekir, ama bütün param harcanır mı? Hiç param kalmadı.”
Üzülmemek kabil değildi, ama benim söyleyecek sözüm de yoktu. Oturunca ah baplığa başladık. O Küba’yı anlattı. Çok gü zel bir seyahat yapmıştı Küba’da. Sonra ba bamdan ve Bakü’den bahsettik. Babam iyiydi. Benim Doğu Bilimleri Enstitüsü’nde yapacağım işi anlattı. “Siz Bakü’de iyi
olacaksınız” diyordu. Her şeyi ayarlamış
tı. Beri ertesi günü hareket edecektim. Üze rimde tek ruble yoktu. Nazım’a kendisine Viyana’da vermiş olduğum 50 rublelik bor cu hatırlattım. Yolda bana lazım olabilirdi.
“Tabii” dedi ve içeri gitti. Dönmesi epeyi
KOVULDUM
Vera akşam gideceği yer için hazırlanı yordu herhalde. Biz Nazım'la sohbet edi yorduk: “Memed’in eşyasını gönderdim” dedi Nazım, “Ama Vera’nın haberi yok.” Münevver’le Memed, Varşova’daydılar. Var şova’nın kışı soğuktu. Memed'ln bir takım eşyaya ihtiyacı olduğunu biliyordum ve bu nu Nazım’a bildirmiştim. O da bana göre vini yaptığını bildiriyordu. Ama, Vera'dan gizli yapması gerekmişti bu işi. Ona Me med hakkında bazı şeyler anlattım. Çocu ğa, oyuncak olarak okla yay hediye etmiş tik. O da devrimci olmak için duvarları de lik deşik ediyormuş. Bir su tabancasıyla pingpong toplarını atıyormuş. Bir seferin de top bir misafirin burnuna isabet etmiş, falan filan. Ben bunları anlattıktan sonra Nazım içeri giyinmeye gitti. Dönüşünde ba na:
—Haydi, Yıldız! dedi.
—Ne haydisi, ben sizi bekliyorum.
—Hayır, öyle olmayacak. Biz seni gö
türmeyeceğiz. Sen bizden önce gidecek sin.
Yani “kalk git” diyordu Nazım bana. Bu, bir anlamda kovulmak demekti. Plan deği şikliğinin Vera'dan geldiğini anladım. Her halde Münevverle Memed’ln isimlerini faz laca duymuş, bundan hoşlanmamıştı. Na- zım’a hiç kızmadım, gücenmedim de. Onun pırlanta gibi bir yüreği olduğunu biliyor dum. Kızdığı vakit beni paylardı, bir ağabey gibi, ama böyle kovmak aklından bile geç mezdi.
O gece kaldığım otelin lokantasında votka, müzik, dans gırla gidiyordu. Sovyet subayları eğleniyorlardı. Moskova’da ilk ge ce böyle neşeli bir hava içinde olmak ho şuma gitti. Bir Sovyet subayıyla dans bile ettim. Ama saat 12’ye doğru iş zıvanadan çıkınca odama kaçtım. Ertesi gün uzun bir tren yolculuğuna çıkıyordum.
AZERİ AYDINLARI VE BİLİMLER
AKADEMİSİ
MOSKOVA’YA VARIŞIM
• Trenim Kiev garına vardığı vakit, Na- zım'ı peronda bekler buldum. Arabası ve şoförüyle ge lm işti. "İlk evvela bize
gideceğiz” dedi, “Senin otelin, Moskova’ nın dışında uzak bir yerde. Şimdi seni ora ya götüremem. Biz akşam Vera’yla bir ye re davetliyiz. Giderken seni oteline bıraka cağız.”
Nazım’ın şehirdeki apartmanına gittik. Salona girer girmez, Nazım sordu:
•
Tren Bakü’ye vardığı vakit, babam pe ronda Bekliyordu. Yanında bir kalabalık var dı. Beni karşılamaya bir ordu insanla gel mişti. Hepsini bir bir tanıttı. Bunlar benim çalışacağım Azerbaycan İlimler Akademi si Sarksinaslik Enstitüsü’nde çalışan b il ginler, daha doğrusu Türkologlardı. Ben Azerbaycan’a gelen ilk Türkiyeli Türk kadı nıydım. Bu, onlar için çok önemli bir olay dı. Bir profesör yüksek sesle Fikret’in bir şiirini okumaya başladı: “Ferda senin, se
nin bu vatan!..” Birden ne olduğunu şaşır
mıştım.
Ertesi gün akademiye gittim. O zaman, Bakü’nün merkezinde eski bir konaktaydı akademi. Türkoloji bölümünde itibarla kar şıladılar beni. Bir Türk kadını geldi diye ba yağı seviniyorlardı, herkesin yüzü gülüyor du. Beni, Türkiye’nin her sorunu üzerine uz man sayıp sorular yağdırmaya başladılar. Doğrudan doğruya Türkiye’nin değişik so runları üzerine çalışan bir enstitü benim için ilginçti. Türkiye’nin ekonomlsihi, tari hini, edebiyatını, sosyal koşullarını incele yen gruplara ayrılmış 30-40 kadar bilgin var dı. Çoğu gençti. Herkes kendine bir araş tırma konusu seçiyor, bu konu kendi bö lümünde tartışılıp kabul edildikten sonra iki-üç yıl gibi bir süre içinde bu konu üze rinde bir yapıt hazırlaması gerekiyordu. Ça lışma planlı ve kolektifti. Her uzman, yapı tın belirli bölümlerini belirli bir süre için de bitirmekle görevliydi. Her tamamlanan bölüm kolektifte tartışılıyor, birtakım eleş tiriler yapılıyor, öneriler getiriliyordu. Böy- lece, yapıt tamamlanana kadar elekten ge çiriliyor, ortaya sağlam bir eser çıkıyordu. Bana Türkiye'de tarım konusunu inceleme mi salık verdiler. Sosyolog Esmeralda Ha- sanova ise, "Yıldız Hanım, acele etmeyin,
önce Moskova’daki uzmanların fikrini alın”
diyordu.
Yıldız Sertel, Moskova-Kızıl Meydan, 1963
YARIN: KÖTÜ HABER
NAZIMIN
13 HAZİRAN 1990
$:^“3 § í rr"M. Yalta 7963, Nâzım 'in ölümünden sonra. Soldan Yıldız Sertel, Sabiha Sertel, bir Azeri yazar, Münevver Andaç.Y ı l d ı ^ S e r t e l
TELEFONU BABAM AÇTI; "KIZIM, MÜNEVVER, NE DİYORSUN?...
ÇOK KÖTÜ HABER VERİYORSUN”. KÖTÜ HABER NÂZIM'IN ÖLÜMÜYDÜ
“ Vera bir canavar gibi
gözüküyordu gözüme
ABAM Bakû’ye gittikten sonra, Nâzım Bakü’ye gelip, onu Azeri yazarlarıyla tanış tırmayı vaat etmişti. O, bir türlü gelemedi. Nihayet bu işi Ekber Babayef yaptı. Ek- ber, Azeri aydınlarını, özel likle Yazarlar Birliği’nln Başkanı Mehdi Hü
seyin’i çok iyi tanıyordu. Mehdi Hüseyin’
le karısı bizi sık sık evlerine davet etmeye, bütün sorunlarımızla ilgilenmeye başladı lar. Arkasından Resul Rıza ve karısı şair Nl-
gâr Hanım, Sabit Rahman gibi Azerbay
can’ın kalburüstü şair ve yazarlarıyla tanış tık. Bazı geceler, Nigâr Hanım tatlı sesiy le bize güzel şiirlerini okurdu. Nâzım’ı çok seven bu insanlar, bizimle de kaynaştılar ve Bakü’yü bize sevdirdiler.
Babayef’ln bize tanıttığı yeni dostları mızdan biri de “Münevverindi, asıl adı Şer-
kiye. Şerkiye genç, zeki, sevimli bir kadın
dı. Moskova’da heykeltıraşlık okumaya git tiği sırada, Babayef onu Nâzım’a “Münev
ver” diye tanıtmıştı. Bir gün Şerkiye ile be
raber, Nâzım’ın kır evine gitmişler. Baba yef, aşağıdan yukarı kata, Nâzım’a seslen miş, “Nâzım, Münevver geldi.” Nâzım he yecanla koşarak aşağıya inmiş, bakmış ki, Münevver başka Münevver. Maksat, Nâ- zım’ın sempatisini kazanıp,Şerkiye’yi Nâ- zım’ın evine yerleştirmekmiş. Genç heykel tıraşın Moskova'da kalacak yeri yokmuş. Nâzım’ın iyi yürekliliğinden faydalanarak, bunu kolayca sağlamışlar.
E lim d e m eşale N â zım ın
e tra fın d a d ö n e rk e n an
n e m i, b a b a m ı, N â zım ’ın
Tü rkiye li d o s tla rın ı düşü
n ü y o r d u m . Sanki o nla r
adına b ü tü n T ü r k halkı
a d ın a ve d a e d iy o rd u m
N a z ım a
Bir gün, Bakü’deki evimizin oturma odasında, babamla oturuyorduk, telefon çaldı. Telefonu babam açtı, “Kızım, Münev
ver, ne diyorsun? Çok kötü haber veriyor sun!” Kötü haber Nâzım'ın ölümüydü. Te
lefonu ben aldım. “Ben derhal Moskova’
ya gidiyorum” dedi, Münevver. —Ben de geliyorum.
Babam çok sarsılmıştı ama, sağlık du rumu Moskova'ya gitmesine müsait değil di. Annem, henüz Viyana’dan gelmemişti. Sertel ailesini ben temsil edecektim.
Münevverle ikimiz, hemen Moskova’ ya uçtuk ve doğru Nâzım’ın apartmanına
Nâzım’ın ölümünden kısa bir süre sonra hep beraber Karadeniz kıyısına Yalta’ya din lenmeye gitmiştik. Soldan Yıldız Sertel, Mehmet Hikmet,Münevver Andaç,Sabiha Ser tel. Zekeriva Sertel, arkada Azeri yazar Sabit Rahman
rim ve nihayet bir dost, bir insan gibi sev diğim Nâzım!
gittik. Yolda giderken, hep, Nâztm’la son görüşmemi düşünüyordum: Yeni âlınan
rpöbleler, 50 rubleyi masanın üstüne atma sı, “ Bu hayat yaşamaya değmez” demesi, Memed’in eşyalarını Vera’dan gizli gönder mesi. Vera, bir canavar gibi gözüküyordu gözüme. Oysa, onun evine gidiyordum.
“Ben ona gitmiyorum, Nâzım’a gidiyorum”
dedim kendi kendime.
Kapıyı Vera açtı. Ben ona selam verme den içen girdim. İçerde Babayef, mütercim Moza, sevgilisi bir PolonyalI genç, Vera’- nın arkadaşı bir generalin kızı vardı. Baba yef perişandı. Generalin kızı, gelen telgraf ları toparlıyor, telefonlara cevap veriyordu. Olayı şöyle anlattılar Vera ile ayrı odalar da yatıyorlardı. Nâzım, her sabah olduğu gibi, erken kalkmış ve posta kutusundan gazeteyi almaya gitmiş, kapıyı açar açmaz, orada yıkılmıştı. Vera uyuduğu için hiçbir şey duymamış, ancak birkaç saat sonra işin farkına varmıştı. Teşhis kalp sektesiy- di. Aklıma Galya geldi. Nâzım, Vera’yla ev leneceği sırada, "Nâzım’ın yanında muhak
kak bir doktor bulunmalı, gerektiği vakit iğ nesini yapmalı” demişti. Dört bir taraftan
telgraflar yağıyor. Telefon durmadan çalı yordu. Bütün dünya ağlıyordu Nâzım'ın ölü müne.
Naaşı, Sovyet Yazarlar B lrliği’nln Mos kova’daki büyük merkez binasına kaldır mışlardı. Ertesi sabah Münevver’le oraya gittik. Binanın girişindeki büyük holün or tasında bir tabut duruyordu. Yaklaştım, içinde Nazım yatıyordu, üstü açıktı. Sanki tatlı bir uykuda gibiydi. Bir genç kız geldi, bir buket çiçek koydu tabutun üstüne. Nâ zım, sanki bıyık altından gülüyordu. Birden, kendimi toparladım: Bu Nâzım'dı! Benim bebekken tanıdığım, bir ömürboyu kaybe dip bulduğum, çocukluk aşkım, dâhi
şai-Gözlerime yaşların hücum ettiğini his settim. Karşıma baktım. Babayef bana ba kıyordu. O da ağlıyordu. Göz göze geldik, anlaşmıştık, Nazım sevgisinde beraberdik. Bağıra bağıra ağlamamak için kaçtım ora dan. Sakin bir köşede içimi döktüm.
Sanki ta tlı b ir u y k u d a g i
biyd i. Bir genç k ızg e ld i, b ir
b u k e t çiçek k o y d u ta b u
tu n ü s tü n e . N â zım sanki
b ıyık a ltın d a n g ü lü y o rd u
İçeri salona geçtiğim vakit orada büyük bir kalabalık buldum. Kin] yoktu ki! Viya na’dan tanıdığım büyük yazarlar, bilginler, şairler, gazeteciler, Nâzım'ın yakın dostları, şair olarak seven MoskovalIlar, Sovyet ya zarları, dünyanın dört bir ucundan gelmiş aydınlar. Paris’ten tanıdığım bir yazar gel di yanıma, “Yıldız” dedi, “Öğleden sonra
Münevver’le Memed geliyorlar. Buradan bir grup gidecek onları karşılamaya, hepsi Rus. Münevveri! tanıyan, ona yakınlık gös terebilecek kimse yok İçlerinde.” “Kim ör gütlüyor bu işi?” diye sordum. Bu sorum
üzerine, bana Anna Stepanovna Tveritlno-
va’yı tanıttı. Tveritinova meşhur bir Türko
log, tarihçiydi. Sonra benim Moskova’da en büyük dostum olacaktı. Kendisine durumu anlattım. Anna anlayışlı bir Kadındı. MOnev- ver'ie Memed’i karşılamaya beraber gitme ye karar verdik. Münevver törenin birinci gününe yetişemiyordu. O ¿abah, şeref nö beti vardı.
Dünyanın dört bir tarafından gelmiş şa irler, yazarlar, dostlar ellerine birer meşa le alıp, Nâzım’ın tabutu etrafında dönüyor, sonra meşaleyi bir başkasına teslim ediyor lardı. Bu saygı duruşu aynı zamanda güzel bir vedalaşmaydı. Bu duruşu ben de büyük bir gururla yaptım. Elimde meşale Nâzım’ın etrafında dönerken annemi, babamı Nâ- zım’ın Türkiyeli dostlarını düşünüyordum Sanki onlar adına, bütün Türk halkı adına veda ediyordum Nâzım’a. Nâzım uluslara rası bir şair muamelesi görüyordu orada Ben de bundan büyük bir gurur duyuyor dum. Ancak yalnızdı. Çok sevdiği yurdun dan, Türkiye’den hemen de kimse yoktu O boşluğu belki birazcık doldurabilm işim Bundan sonra yanıma Galya geldi:
“Yıldız, bugün Münevver geliyor. Ben muhşkkak onunla tanıştırmaksın. Nâzım’ ın vasiyeti benim elimde. O vasiyeti ben
Î
azdırdım Nâzım’a. Mirasını Münevver’e. lemed’e ve TKP’ye bırakıyor. Bu vasiyeti ben Münevver’e kendi elimle vermeliyim”diyordu Galya. Tabii ki bu işi yapacaktım. Öğleden sonra Anna’yla İkimiz, Münevver'- le Memed’i karşıladık. Ertesi sabah hepi miz mezarlıktaydık.
Nâzım’ı Novo Dieviçi mezarlığına gö müyorduk. Bu mezarlık, büyük adamlara ayrılmıştı. Mezar taşlarının üstünde Puşkin, Çaykovski gibi isimler görünüyordu. Büyük ve seçme bir kalabalık toplanmıştı meza
rın başına. Şairi toprağa vermeden, Sovyet- ier Birliği Yazarlar B irliği’nin başkanından başlayarak, birçok önemli şahsiyet, onun dünya edebiyatına katkıları, insanlığın ge leceği için verdiği savaştan söz ettiler. Ken dine layık bir törenle, uluslararası bir ozan gibi gömülüyordu Nâzım. Konuşmalar bit tikten sonra, Vera kendini cesedin üzerine attı. Bağıra bağıra ağlıyor, sanki Nâzım’ın gömülmesini.önlemeye çalışıyordu. Ceset, mezara indirilirken, sanki o da beraber in- cekmiş gibi, yerden yere atıyordu kendini. Galya mezarın başına dikilm işti, içten, sa mimi gözyaşları döküyordu. Münevverle Memed, asker gibi dimdik duruyorlardı. Münevverin yüzü taş gibiydi, hiçbir ifade okumak mümkün değildi. Memed, ağlamak istiyor fakat kendini tutuyordu. Hayatımın en acı günlerinden birini yaşıyordum. Nâ- zım’a, hepimiz bir biçim veda ederek ayrıl dık mezarlıktan.
Münevver, Galya, Anna, Memed ve ben bir otom obille Münevverin oteline gittik. Orada, Galya, Nâzım'ın vasiyetnamesini Münevver'e teslim etti. Nâzım’ın son zs mantardaki durumu, hastalığı vs. hakkınd bazı şeyler anlattı. Bu acı gün de böyle sc na erdi.
YARİN: ETft TURÇANKA
KONlUhİSTKA 1
Y A Z IL A R
Milliyet*
13
ELİMİZDE BİRTAKIM
KÂĞITLARLA
BÜROLARA GİRİP
ÇIKIYORDUK. HER
GİTTİĞİMİZ YERDE
HAÇATUR "ETA
TURCANKA,
KOMÜNİSTKA"
DİYORDU. İŞLERİ
YÜRÜTEBİLMEK İÇİN
MUTLAKA KOMÜNİST
OLMAK
GEREKİYORDU
Türiurioglar
arasında tek
Tink’tüm
Yıldız Serlel, Moskova dışında bir kı.r gezintisinde Türkolog Esmerald Hasanova ile birlikte (1963).
Anna Stepanova Tverltinova (Türkolog, ta rihçi), Haçatur Çörekçiyan (Türkolog, ede biyatçı) ile birlikte Yıldız Sertel - Mosko va 1963.
sonra Kırgızistan’a gönderilmişti. Kampa gitmekten, onu Agranomluğu kurtarmıştı.
“O olmasa, geri dönemezdi” diyordu. Kır
gızistan'dan şöyle bir olay anlatmıştı: Sov yet idaresi, göçebeliğe son vermeye karar vermiş ve göçebeleri, yerleşip köyler kur maya mecbur etmiş. Tam bu sırada, “ge
niş ovalardan geçiyoruz” diyordu Şükrü,
karın altından başlar kalkıyor ve sonra dü şüyor. Bu kilometrelerce böyle devam et ti. Sonunda dayanamadık, arabadan indik, bir de baktık ki, karın altında yarı diri, yarı ölü atlar yatıyor. Göçebeler yerleşikleşin ce, hayvanlarını besleyememişler ve bin lerce hayvan karın altında ölmüştü.
M o s k o v a ’da A s y a -A frlk a
H a lk la r ı E n s t it ü s ü n d e
k e n d im e d o s tla r b u ld u m
B
İR kere, Moskova’ya gelmişken, Türkologlarla temasa geçip, tezimin konusunu danışmaya karar verdim, ilk İşim, Asya-Afrlka Halkları E nstltüsü’nde Babayef’i bulmak oldu. Babayef, ora da edebiyat doçentiydi. Tezini Nâzım’ın şi irleri üzerine yazmıştı. “Aman, Ekber” de dim, “Ben Moskova’da biraz kalacağım. Dil,yer-yurt hiçbir şey bilmiyorum.” Babayef,
asistanı Haçatur Çörekçlyan’ı yanıma yar dımcı olarak verdi. Haçatur, Lübnan'da bü yümüş, TOrkçeyi annesiyle, babasından öğ renmişti, ama rahat konuşuyordu.
Benim Moskova'da kalabilmem ve otel bulabilmem için bir yığın devlet dairesi do laşmak zorunda kaldık. Bir örgütün davet lisi olmadan, öyle sümme tedarik geline- mlyordu, Moskova’ya Elimizde birtakım kâ ğıtlarla, bürolara girip, çıkıyorduk. Her g it tiğimiz yerde Haçatur, “Eta Turçanka,
komünlstka” diyordu . İşleri yürütebilmek
için muhakkak komünist olmak gerekiyor du. Bu muameleler blr-lki gün sürdü, ama ondan sonra da ben her yere Haçatur’la git meye devam ettim. Kiril alfabesini bilme diğim için, sokakların İsimlerini bile oku- yamıyordum. Bu beraber dolaşmalar, çok uzun zaman devam edecek| bir arkadaşlı ğın başlangıcıydı.
BİLİMSEL ÇALIŞMALARDA
İLK ADIM
Asya Halkları Enstitüsü’nde ilk tanıştı ğım kimseler, Molzeyef ve Rosalysf oldu. Her ikisi de Türkiye’nin ekonomisi üzerine çalışıyorlardı. Molzeyef tarım uzmanıydı. Bakü'dekl tarım üzerine çalışan kimse ol madığı sözü doğru değildi. Benim de bu ko nu üzerinde çalışmam gerekmiyordu, ra hatlamıştım. Moizeyef, Türkiye’nin kalkın ma sorunu ve ilerici akımlar üzerine çatış mamı tavsiye etti. Konuşmalardan şunu çı karıyordum: Moskova’da Türkiye’nin eko nomisi ve tarihi üzerine yapılan çalışmalar çok ciddi idi, ancak son zamanlardaki ge lişmeleri İzlemekte ve anlamakta güçlük çekiyorlardı. Ben bu açıdan faydalı olabi lirdim. Kendi çalışmalarını anlattıktan son ra, bana durmadan Türkiye’de kapitalizm, sosyalist akımlar vs. üzerine sorular sordu
Moskova Üniversitesinin öğrenci yurdunda, 1963 - Haçatur Çörekçiyan, Yıldız Sertel, Azeri öğrenci Refik.
lar. Sonradan bu konuşmalara tarihçi Gas-
ratyan da katıldı. Rosalyef, Türkiye’nin te
kelci kapitalizm aşamasında olduğunu id dia ediyordu. Ötekiler bunu kabul etm i yorlardı.
T ü rk iy e ü ze rin e yapılan
bilim sel çalışm alar çok
c id d iyd i
Tarihçi Anatol Fillpoviç Mlller’i evinde ziyaret ettim. Miller, çok zeki ve olgun bir bilgindi. Yalta Konferansı’nda Stalln’in il mi müşavirliğini yapmıştı. Türk tarihi uzma nıydı. Beni büyük bir nezaketle karşıladı. 1920’de, Ankara’ya giden bir Sovyet heye tinde uzman olarak bulunmuştu. Bu vesi le ile Atatürk'le de görüşmüştü. Bana Ata türk’ün ona hediye etmiş olduğu altın saa ti gösterdi. Benim tezim için Moizeyefin teklif etmiş olduğu konuyu beğendi ve reh berliğini kabul etti. Bu, benim için bir şe refti, çünkü Miller’in, öyle kolay kolay her kesle çalışmadığını, Esmeralda bana anlat mıştı. Konuşmadan anladığıma göre, Mil- ler'in de benden öğreneceği şeyler vardı. Son gelişmeleri o da İyi izleyememişti. Na sıl çalışacağıma dair, bana teknik bilgi ver di ve tezimde işleyeceğim konular hakkın da 25 sayfalık bir yazı istedi. Böylece S.B.’de bilimsel çalışmalarımın İlk adımı nı atmış oldum.
Enstitüde el üstünde taşınıyordum, çünkü Türkologlar arasındaydım ve tek
Türk’tüm. Tanıdığım tarihçilerin başında
Anna S. Tverltinova geliyordu, beni sık sık
evine davet ediyordu. Türkiye'nin tarihi, ekonomik, politik sorunlarını tartışıyorduk. Haçatur, “Sacayağı”, Melih Cevdet, Oktay Rifat, Orhan Veli üzerine bir tez hazırlıyor du. Rusçasının düzeltmelerini de Anna ya pıyordu. Leyla Arkayeva, harp sırasında An kara'da bulunmuştu, ablamı tanıyordu, Türk edebiyatı hakkında ilginç çalışmaları vardı. Böylece, sıcak bir havanın içine gir miştim, herkes bana ayrı bir yakınlık gös teriyordu. Sovyet bilginlerini tanıdıkça ne kadar derin ve ciddi olduklarını görüyor dum. Enstitüde, hazırlanmaktaolan tezler üzerine yapılan tartışmalara katılmak da ba na çok şey öğretti. İlk defa, kolektif bilim sel çalışma görüyordum. Herkes birbirini tenkid ediyor, herkes birbirinden faydala nıyordu ve bütün bunlar olgun bir hava için de cereyan ediyordu.
SABİHA A B U
Moskova'da, yavaş yavaş, oradaki Türk cemaatini tanımaya başladım. Bunların ba şında, Şükrü geliyordu. Şükrü, 1920’lerde, Moskova’ya öğrenci olarak gelen bir Türk komünistiydi. Moskova Üniversitesi'nde Nâzım’la beraber okumuştu, iyi arkadaş ol muşlardı. Stalin döneminde Sibirya'ya sü rülenlerdendi. Sürgün sinir sisteminde bir bozukluk yapmıştı. Bir kere başladı mı, sus masını bilmezdi ve o konuşurken, kimse konuşamazdı. O da diğerleri gibi işkence görmüş, casus olduğunu itirafa zorlanmış,
P ro fe s ö r A n a to l Fillp o v iç
M ille r 1 920 le rd e T ü r k t a
rihi u z m a n ı o la ra k T ü r k i
y e 'y e g itm iş , M u s ta fa Ke
m a l'le ta n ış m ış tı
ŞOkrü’yü, Nâzım kurtarmıştı sürgün den. Moskova’ya geldikten sonra, bir süre Nâzım’ın apartmanında kalmıştı. Bir ara, Nâzım Peridelkino’daki daçasına çekilmiş, apartmanını Sibirya’dan dönen Türk komü nistlerine bırakmıştı. Hepsi Nâzım’dan, bü yük sevgiyle bahsederlerdi. Bunlardan bir tanesi de Sablha Sümbül’dü, Komünist Partisi’nin ilk kurucularından Salih Hacıoğ- lu’nun karısı. Sonraları, kendisine Sablha
Abla diyecek ve sık sık ziyaretine gidecek
tim. Sabiha Abla, bana hikâyesini şöyle an latmıştı:
Harp içinde 18 yaşındaki kızım zatürree oldu. Hastaneye yatırdık. Orada iyi bakıl madı ve öldü. Kızımın ölümünden sonra, ben artık burada kalmak İstemedim. Çok özlediğim memleketime dönmek istedim. Türk konsolosluğuna başvurdum. Pasapor tumun gelip gelmediğini yoklamak için sık sık; konsolosluğa gitmeye başladım. Bu iş uzun sürdü. Bir defasında, konsolos bana,
“Kızım sen buraya sık sık gelip gidiyorsun amma, sonra başın belaya girer. Burası kontrol altındadır” dedi. Benim gözüm dün
yayı görmüyordu. Kızımın acısına dayana- mıyordum. Bir yıl sonra pasaport geldi. Gel mesiyle beraber, beni de kocamla Sibirya’ ya sürdüler. O; orada öldü. Beni, hasta ve yaşlı olduğum için ağır işlerde çalıştırma dılar, o sayede kurtuldum. Öteki mahkûm lar, yarı bellerine kadar su içinde odun ke siyorlardı, ormanlarda. Yiyecek, sadece bir sıcak mancaydı (irmik veya patates ezme si). Mahkûmların çoğu kırıldılar.
Marat’ın (*) lafı açıldığı vakit İse, Sabi
ha Abla küfrü basardı: “O cahil herifin bi
ridir. Buraya geldiği vakit, ancak bir İlk mek tep tahsili vardı. Aydın kişileri sevmez, on- lan yok etmeye bakar. Bizim gönderilece ğimizi biliyormuş, bazı kimselere, bizimle görüşmemelerini salık vermiş.”
(*) O sırada Moskova’da TKP temsilcisi olarak ge çinen kişi. Onun dışında hemen de herkes Sibir ya’ya sürüldüğü için, sürgünden dönen TOrkler ona şüpheyle bakarlardı. Nâzım Hikmet aleyhi ne S.B. Merkez Komitesl'ne rapor verenin de o olduğu söylenirdi.
Y A R III" I İ İ V 1
i f i n i n , l a n ı MY A 7 T T A P
---—
- m
a m
Sovyet Yazarlar Blrilği’nin Moskova dışında Predelkino'daki Yaratıcılar Evi'nde Gündüz Vassaf İle annesi 1967’de bir psikoloji kongresi için Moskova'ya gelmişlerdi. Soldan sağa Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, Belkıs Vassaf.
D e v le t m a ğ a z a la r ın d a m a l b u lu n m a d ığ ı için g ıd a ih tiy a c ım ızı K o lh o z p a z a r ın d a n k a ra b o rs a
fiy a tın a k a r ş ılıy o r d u k . R ü ş v e t v e y o ls u z lu k h ik â y e le ri a y y u k a ç ık m ış tı
Hayatının en acı günleri
A ze ri d o s tla rım ız b izi z i
y a re t e tm e y e k o r k u y o r
lardı. Bazıları d u va rla rd a
m ik ro fo n o ld u ğ u n u , d ik
katli d a vra n m a m ız gerek
tiğ in i s ö y lü y o rla rd ı, v e l
hasıl polis d e v le tin d e n
kaçıp gene polis d e v le ti
ne d ü ş m ü ş tü k
f
EZİMİN büyük bir bölümünü Moskova’da Lenin Kü tüphanesinde hazırladım. Bu mükemmel kütüphane benim mabedim haline gel mişti. Bir ara, bağırsak has talığına tutulunca, Bakü’- deki mahalle kliniği beni bir sanatoryuma gönderdi. Burda da, sağlık sisteminin ne kadar iyi, sanatoryum tedavisinin ne kadar itinalı olduğunu gördüm, işin zor yanı ge çimdi: Bize, Bakü’de 3 odalı bir ev vermiş lerdi. Kirası yok denecek kadar düşüktü. Ancak, devlet mağazalarında mal bulunma dığı İçin, gıda ihtiyacımızı Kolhoz pazarın dan karaborsa fiyatına karşılıyorduk. Rüşvet ve yolsuzluk hikâyeleri ayyuka çı kıyordu.işin en acı yönü, Sibirya’dan geri dö nenlerin anlattıklarıydı. Bunun ardı arkası kesilmiyordu. Bir seferinde annem, “ Artık
bu çok oldu!” demişti. Kruşçev döneminin
nispi serbestliğine rağmen, Azeri dostları mız bizi ziyaret etmeye korkuyorlardı. Sık gelenlerden de biz şüpheleniyorduk. Bazı ları, duvarlarda mikrofon olduğunu, dikkatli davranmamız gerektiğini söylüyorlardı. Vel hasıl, polis devletinden kaçıp, gene polis dtevletine düşmüştük. En çok babam isyan ediyordu. Hepimiz çareyi kitap yazmakta bulduk.
Üç yıllık bir çalışmadan sonra, “Türki
ye’nin Kalkınma Sorunu ve İlerici Akımlar”
konulu doktora tezimi Moskova’da savun dum. Çalışma sırasında beni epeyi zorla yan Profesör Miller, savunmadan sonraki ziyafette coştu, durmadan şerefime kadeh kaldırdı. O coştukça, ben de sevincimden strafımdakileri öpüyordum. Sonunda pro fesör, “Yıldız hanım, bu votka” dedi. An- lemle babam ise çok mutluydular.
. Bakü'de annem de kendini kitap yazma-
fa vermişti. "Tevfik Fikret” kitabını yem
eyip, Azerbaycan dergilerine Türk edebiya- £ hakkında birkaç yazı yazdıktan sonra,
Roman Gibi” adlı kitabını yazmaya baş-
iâdı. Annem bu yapıta çok önem veriyor du. Sırf anılarına dayanmamak, aynı tâmanda yaşadığı dönemlerin siyasi d a y
arını vermek istiyordu. Resimli Ay'ları
ten gazetelerini bulabilmek için Bulgaris-
an’a gitti. Bulgaristan seyahati, çok verimli
>lmuş, yapıtının zenginleşmesine hizmet itmişti.
Benim odamdaki yazı masasına oturu-
ror, sigarasını tellendirerek kitabını yazı- lordu. Oysa, kronik bronşiti vardı, doktor,
ügarayı yâsaklamıştı. Canını sıkan şeyler *duğu vakit, daha da çok içiyordu. Cok fa
Annem Sabiha Sertel (arkada sağdan 3 ’üncü). 1964'te Roman Gibi adlı eserine malze me toplamak için g ittiğ i Bulgaristan'da Bulgar Türkieriyie beraber. Arkada soldan bi rinci babam Zekeriya Sertel.
al olmaya, daima Türkiye için bir şeyler yaz maya alışmıştı. Bakü'de kendini bir nevi kenara atılmış gibi hissediyor, buna çok ca nı sıkılıyordu. Annemin bir özelliği de, ce sur ve fedakâr olmasıydı, bütün hayatında,
“Allem İçin, vatanım için, davam İçin” de
miş, fedakârlıklar yapmış, kendini tehlike lere atmıştı. Yaşına rağmen, canlı ve d iriy
di. Bakü’deki durgun hayat onu boğuyor du. Bunun da acısı gene sigaradan çıkıyor du.
HASTANEDEN KOVDULAR
Tam babamla beraber Soçl’ye dinlen meye gitmeye hazırlandıkları sırada annem hastalandı. Doktor “Bronşit, geçer” dedi. Oysa son zamanlarda annem sık sık has talanıyor, baygınlıklar geçiriyor, kalbinde bir şey bulunmuyordu. Soçi’ye gittiler, ar kasından telefonla, aceleıSoçi’ye çağ iril dim. Annemin durumu ağırlaşmıştı, istira hat evinin doktoru, “Bu astma, buranın ha
vası ona yaramaz, bunu buradan götürün”
diyordu. Annem, yürüyemez hale gelince de, “Burası hastane değil” diyerek bizi kov dular. Soçl’de hastane bulmak da kabil de ğildi.
Nihayet, Bakü’ye Yazarlar Birliği’ne te lefon ettik. Yaptıklarını hiç unutmam. Der hal annem için özel bir uçak gönderdiler. Soçi ye, içinde doktoruyla. Cankurtaran arabasında bana yer olmadığı için, araba nın yanında koşarak gittim havaalanına Nefesleri daralan annemin yola dayanama yacağından da korkuyordum. Bakü’de çok 'yi bir hastaneye yattı. Ne yazık ki, teşhis, akciğer kanseriydi. Son safhasındaydı ameliyat mümkün değildi. Babam bu habe ri alınca, bir “Sabiha!..” çekti. Ben ise ne yapıp yapıp annemi kurtarmak istiyordum.
Annemin denize bakan odasında bana da bir yatak verilmişti. Oksijen yastığı bu lunmadığı için, elle idare edilen oksijen
yastıklarını gece gündüz ben veriyordum anneme. Viyana’da tanıdığım doktorlara te lefon ettim, oradaki tedavi usullerini öğren dim. Hastalığı annemden gizleniyordu. Ciğerlerinden iki defa su alınmasını, zatul- cemple izah ediyorduk. Haftalarca çok acı ve zor günler yaşadık. Nihayet, Moskova' dan getirttiğim iz bir doktor, o vakte kadar yapılamayan iğneleri yaptırtmanın yolunu buldu. Bunlar, Viyana'daki doktorların sa lık verdikleri iğnelerdi, ancak annemin kol larının damarları ince olduğu için, hastaba kıcılar, bir türlü yapamıyorlardı, bu iğnele ri. Sonunda iğneler bacaktan yapıldı ve an nem, kısa bir süre için iyileşti ve hastane den çıktı. Ana-kız bayram yapıyorduk. Tam altı ay ölümle pençeleşmişti.
b u
h a s ta n e d e ü m it s iz
hastaya b a k ıim a z p ren si
bi g ü d ü lü y o r. Bu p ren sip
to p lu m a faydalı o la m a ya
cak b ire y yaşam asa da
o lu r düşün cesin e, faşist
m a n ta lite ye d a ya n ıyo rd u
DÖRT KÖŞE KAFALİ
İyileştikten sonra doktoru, “Onu bir de
fa Moskova’ya götürün. Buradaki röntgen aletleriyle çok açık resimler çekemedik”
dedi. Oysa, Moskova'ya gider gitmez, an nem soğuk aldı ve yeniden hastalandı. Du rumu ağırlaşınca otelden kovulduk. Hasta neye kalkması gerekiyordu. Gelgelelim, Moskova’da hastaneye kalkmak kolay bir iş değildi. Çok yukarlardan iltimas gereki yordu. Babayef’e telefon ettim. Babayef,
“P.’ye telefon edeceksin” dedi. “Merkez
Komitesi, Dış Servisler Bürosu’nun başka nı.”
—O nasıl adamdır?
—Maral gibidir.
-Y a n i!..
—Yani, dört köşe kafalı. Yukarısına kar şı kul, köle; altındakileri de ezer. Yukardan alacaksın.”
Babayef’in dediğini yaptım. Merkez Ko mitesi bize blr-iki doktor gönderdi. Anne mi muayene edip, röntgen camlarını gör dükten sonra, babamla beni, otelin oturma odasına davet ettiler. “Hastanızda ümit
yok, biz ümitsiz hastalan hastaneye koyma yız” diyorlardı. Sonra doktorlardan bir ta
nesi bana döndü, sert bir tonla:
“Sen annene bakmak İstemiyorsun. Onun İçin hastaneye yatırmak istiyorsun”
diye payladı beni.
“Ama, ıstırap çeken hastaya son daki kaya kadar yardım, tıbbın ödevi. Istırabını hafifletmek, oksijeni vermek sizin işiniz. Ben bunları evde yapamam” dedimse de,
dinlemediler, beni suçlayarak çekip g itti ler. Sonunda, Anna Stepanovna’nın bazı te maslarından faydalanarak annemi Mosko va’nın kanser hastanesine yatırdık. Üç ki şilik bir oda veriyor, benim de orada yat mama müsaade ediyorlardı. Annem sed yeyle odasına götürülürken, koridorda has tane müdiresi bana soruyordu:
“ Bu kadın kimdir? Neden özel muame le görüyor? Burası Lenln’in ülkesi. Burada İmtiyazlılar yok.” Cevap verdim:
“Bu kadın çok önemli bir kadın. Lenin’- in ülkesinde imtiyazlılar yoksa, Parti Has tanesi ne oluyor? Bu kadın, imtiyazlı olmadığı için orada yatamıyor!”
Bu hastanede de, ümitsiz hastaya ba kılmaz prensibi güdülüyor. Istırabını azalt mak için hiçbir şey yapılmıyordu. Bu prensip, topluma faydalı olamayacak birey, yaşamasa da olur düşüncesine faşist man- talıteye dayanıyordu. O kadar ki, annemi tekrar Bakü’ye nakletmek zorunda kaldık. Doktoru, 3 günden fazla yaşayamaz dedik ten sonra, annem 8 gün ölümle pençeleş ti. Sayıklarken, Türkiye'de baskıda olan kitabının basılıp basılmadığını soruyordu. Bazen de, kendini BabIali’de farz ediyor,
“ Ben artık yazı yazacak halde değilim, Ab di Ipekçi’yi çağırın” diyordu.
Bir akşam, babam ziyaretimize geldi ğinde sordu:
“Nasılsınız?”
“Bak” dedim, annemin başının altında
ki yastıkları gösterdim. Belki de 10 tane var dı. Benimki de oradaydı. Gene de nefes alamıyordu.
Annem anlamıştı, o direniyordu, ama ben dayanamıyordum.
“Yazık” dedi, “ Daha yazacak şeylerim vardı” ve ondan sonra direnmeyi bıraktı.
Annemi, Müslüman kaidelerine uygun olarak Bakü Mezarlığı'na gömdük. Azeri şa ir Nlgâr Hanım’ın Türkiye’den getirmiş ol duğu küçük torba toprağı mezarına dökmeyi ihmal etmedim.
M U İN : İKİLİ ŞAHSİYET
OYNUYORUM
K ru ş ç e v d ö n e
m in d e işbaşın
d a o la n la r iti
b a r d a n d ü ş ü
y o r , in s a n la r
k o n u ş m a y a
k o r k u y o r d u
Yıldız Sertel, Peridelklno Sovyet Yazarlar Birliği'ne alt evde kaldığı sırada - Ağustos 1969.
‘İki şahsiyetli olmuştum’
A
NNEMİN ölümünden sonra yatağa düşmüştüm. Sekiz ay, onunla beraber ölümle pençeleştikten sonra halsiz kalmıştım. Oysa, tam o sıra da Sovyet ordusu Çekoslovakya’ya girmiş, Çin sınırına yığınak yap mıştı, ihtiyatlar askere çağırılıyordu. Pazar
dan et, tavuk, balık cinsinden gıdalar kalktı. Sanki bir harp havası esiyordu.
Çekoslovakya’nın işgali, benim için ikinci bir darbeydi. Sovyetler’de devrimin, çarpık yollara saptığı, halkın bir avuç im ti yazlı tarafından ezikliği açıktı. Ben, bütün ümitlerimi, Dubçek'in ‘güler yüzlü sosya
lizm' programına bağlamıştım. Çekoslovak
ya, altyapıda sosyalist, üst yapıda demok ratik bir rejim kurmaya müsaitti. Şimdi bu deneme de Sovyet tankları altında eziliyor du. Avrupa sosyalizmine büyük bir darbe indiriliyordu. Babam, “Bu hareket anti-
sosyallst, antl-Sovyet, bir harekettir” diye
kuduruyordu.
Kendimi biraz toparlayıp Moskova’ya gittiğim vakit, herkesi Çekoslovak olayla rını tartışır, buldum. Bir Azeri yazarı, “Za
vallı Çekler yandı. Bu adamlar bir defa gir diler mi, bir daha çıkmazlar” diyordu. Bi
limler akademisinde bir tanıdığım uzman,
“Barış ve Sosyelizm” dergisinde çalışmak
üzere Prag'a gönderiliyordu. Ben, —Bu iyi, ilginç bir iş, deyince, öyle mi, düşünüyorsun? Şu sırada bir Rus olarak Prag’a gitmek iyi mi? diyordu.
Dostum T. ile konuştum. Babası Mer kez Komitesi’ndeydi:
—T., baban Çekoslovak olaylan hakkın da ne düşünüyor?
—“Canım ciğerim, hiçbir şey söylemi yor” ve sonra anlattı:
Bfr savaş verm ek lazımdı, ama
bunu İçerde verm ek g e r e k ti.
Dışarı kaçanlar baskının a rt
masına sebep oluyor, Içerdekl-
lerin işlerini güçleştiriyorlardı
neminde işbaşında olanlar, itibardan düşü yor, insanlar konuşmaya korkuyordu. Ben yavaş yavaş, ikili şahsiyet oluşturmaya baş
Benl bir düşüncedir aldı. An
nem ölmüştü, ben te zim i sa
vunm uştum , Sovyet tankları
Prag'a girmiş, stallnlzm geri
gelmişti, o halde biz burada
daha ne duruyorduk?
Harp sonunda, Sovyet ordusuyla bera ber kurtarıcı olarak Çekoslovakya’ya girmiş olan bir Sovyet subayı, bu sefer istilacı ola rak gönderilince, intihar etmişti. Çekoslo vakya'da bir süre kalmış, orada dostlar edinmişti. İstilacı olarak girmeye dayana mamıştı.
koymadıkça, hiçbir sorunu çözemezler.
M.L. cevap verdi:
—Bunlar ekonomilerini hiçbir zaman düzene koyamayacaklar. Dün karımla, bfr saat patates kuyruğunda bekledik.
Bundan sonra beni bir düşüncedir al dı. Annem ölmüştü, ben tezimi savunmuş tum. Sovyet tankları Prag’a girmiş, Stali- nizm geri gelmişti. O halde biz burada da ha ne duruyorduk? Gidince temelli gitm e liydik, Paris'e. Sorunu babama açtığım va kit, “Fikir çok İyi, ama ben artık yaşımı al
dım. Bundan sonra yeni maceralara katıla cak durumda değilim” dedi. O kendi açı
sından haklıydı. Paris’te devamlı kalmamız mümkün değildi, ben dil bilmiyordum. He def, Türkiye’ye dönmek olmalıydı. Ama bu kolayca gerçekleşebilecek miydi? Hukuki açıdan durumumuz neydi? Bütün bu soru ları sorup durmaya başladık, kendi ken dimize.
Öte yandan, Stalinizmin geri geldiği bir S.B. bizim için çok tehlikeliydi. Babamın tenkitlerini kontrol kesinlikle mümkün değildi.
YAZARLAR PANİK HALİNDEYDİ
Bu ara Şükrü Ağabey, bize Perodelki- no’da yer bulmuştu. Daha henüz annemin ölümü şokundan kurtulamamıştık. Orman içindeki yazarlar evi, sinir dinlendirmek açı sından iyi olacak diye düşünmüş, fakat yer bulamamıştık. Şükrü, şeytanı deliğinden çı karmasını bilen bir insandı. Bu işi becer di. Yazarlar evine vardığımız vakit ise, din lendirici değil, tam tersine sinirleri kamçı layıcı birhavayla karşılaştık.
Zekeriya Sertel, 1969 yılında Moskova'dan ayrılmadan önce
Stalinizmin geri gelmesi, yazarlar arasın da panik yaratmıştı. Çoğu, Kruşçev döne
' • ...'eren kil '
minde, Stalinizmi yeren kitaplar yazmışlar dı. Şimdi bunlardan bazıları işlerinden atı lıyor, bazıları yazı yazmaktan men ediliyor du. Önemli bir edebiyat dergisinin başya zarı, işinden atılınca kalp krizi geçirmişti. Bir diğeri ise intihar etmişti. Bir grup, onun cenaze törenine gitmeye hazırlanıyordu.
Paris'e gideceğim izi duyanlar,
"Paris’e gidiyorsanız niye te k
ra r geri geleceksiniz. Sizin bu
rada işiniz ne? Burası a rtık Le-
nln'in m em leketi değil,
bupar
ti Lenin in partisi değil" d iyo r
lardı
ne yatmaya başladı. Zaten bizim Paris’e gi deceğimizi duyanlar.
Babam Çekoslovakya konusuyla İlgili çok sert tenkitler yapıyordu.
HAVA AĞIRDI
Bakü'ye döndüğüm vakit, arkadaşlarım babamdan şikâyet ettiler. Çekoslovak ko nusuyla ilgili çok sert tenkitler yapıyordu, uluorta. Oysa, artık hava ağırdı. Konuşulan sözlere dikkat etmek gerekiyordu. Babam ise, zaten annemin ölümünden sarsılmış tı. Sovyet makamlarına bir mektup yazmış,
“Ben 80 yaşındayım, kanını kaybettim, öl meden kızımı (ablamı kastediyor) görmek İçin Fransa’ya gitmek İstiyorum. Gereken muamelenin yapılmasını rica ederim” di
ye. Buradan olumlu cevap gelince, ikimiz beraber Moskova’ya gittik, muameleleri ko valamak üzere.
Moskova’da kaldıkça, panik havasının- yaygın olduğunu görüyorduk. Kruşçev
dö-lamıştım. Katılmadığım fikirler söylendiği vakit susuyordum. Bir nevi, içi dışı başka, kapalı bir kutu haline gelmiştim. Babam ise, ver vansın aidivordu.
Bu da yetmiyormuş gibi, genç yazar Medvediev Londra’ya kaçmıştı. Ona küfre dip, duruyorlardı. Bir savaş vermek lazım dı, ama bunu içerde vermek gerekti. Dışa rı kaçanlar, baskının artmasına sebep olu yor, içerdekilerin işlerini güçleştiriyorlar dı. Yazarların arasında pek çok Yahudi var dı. Ayrıca, antl-semitizmden, Yahudi ço cuklarının okullarda güçlük çektiklerinden bahsediyorlardı.
“Peki, Paris’e gidiyorsanız, niye tekrar geri geleceksiniz? Sizin burada işiniz ne?
Perldelklno'dakl dostlarım ız
sıkı sıkı tenblh e ttile r: "Oda
nızda katiyen konuşmayın. Bü
tü n odalarda m ikrofon var"
Peridelkino’ya gide gele dostlar edin miş, güvenlerini kazanmıştık. Bize açılıyor lardı. önce hepsi, sıkı, sıkı tenbih ettiler:
“Odanızda katiyen konuşmayın. Bütün oda larda mikrofon var.” Bütün konuşmalar
bahçede ve orman gezilerinde yapılıyordu.
Burası artık Lenin’in memleketi değil. Bu parti Lenin’ln partisi değil. Sizin burada işi niz ne?” diyorlardı. Arkasından da sıkı sı
kı tenbih ediyorlardı: “Sakın adres defter
lerinizde bizim isim ve adreslerimizi bulun durmayın. KGB’nln adamları, Paris’te otel odanıza girip, defterinizi alabilirler. O va kit. biz yanarız. Böyle olaylar oldu.”
Bir gün L’Humanité gazetesinin muha biri M.L.'in ziyaretine gitmiştim:
—Eğer Stallnlzm geri geliyorsa! dedim. —Geliyorsası yok, geri geldi? cevabı
nı verdi. Ben devam ettim!
—Bunlar kendi ekonomilerini düzene
Ping pong arkadaşım olan yazar E'yi sor dum, o da Çekoslovakya yüzünden kalp kri zi geçirmişti. İntihar eden Sovyet subayı gi bi, o da, Çekoslovakya'ya kurtarıcı olarak giren biriiklerdenmiş. Kızılordu’nun istila cı ordu olarak girmesi şokuna daya namamış.
Yazarlar evinde konuşulanları duya du ya, babamın da kafası devamlı çıkış
fikri-Fransız Hava Yolları'nıri bir Karavel uça ğı ile uçuyorduk Paris’e. Mahsus, bu hava yollarını seçmiştim. Gümrük muamelesinin daha hafif olacağı düşüncesiyle. Zira Sov yet gümrüğü çok sıkıydı, bizim eşyalarımız da, küçük bir turistik gezi İçin gerekeni aşı yordu. Tahminim doğru çıktı. Gümrük kont rolündeki endişeli anlardan sonra, nihayet uçağımız havalanınca rahat bir nefes aldım. Yanımda oturan babam, bana döndü:
—Yıldız, hürriyet memleketine gidiyo ruz!..”
HAFTALAR GEÇTİKÇE BİZİM DURUMUMUZ DA.
GÜÇLEŞİYORDU. 45 GÜNLÜK BİR SEYAHAT BELGESİYLE
GELMİŞTİK VE DE BEŞ PARASIZDIK, ELİMİZDEKİ
RUBLELER NE İSE YARAYABİLİRDİ Kİ?..
Biz, oturma müsaadeslydi, paraydı fa lan filan derken, Türkiye’de gazeteler, dur madan bize pasaport verilmediğini,
TOrki-• ÇILGIN BİR YURT HASRETİ
Paris'teki ilk güç yıllarda 1970’lerde Zeke- riya ve Yıldız Sertel, Paris dışında bir dost larının evinde.
nu bana anlatan akraba. Aslında, olay acı olduğu kadar da gülünçtü ama, bunun ce remesini babamdan çok ben çekecektim sonunda.
Babamın geri çevrilmesi demek, en az uzun bir süre bizim Türkiye’ye gidememe miz demekti. O vakit, Paris’te yerleşmenin çarelerini aramak gerekiyordu. Evvela otur ma müsaadesi, sonra bana iş bulmak, (Fransızcayı hemen de bilmediğime göre bu çok çetin bir sorundu), sonra da mes ken sorunu vardı. İlelebet otelde oturma mız mümkün değildi.
Bundan sonra güçlükler birbirini kova ladı. Oturma izni sorunu bizi epey uğraş tırdı. Bir süre 15 günde bir gidip, müsaa deyi yeniletmek zorunda kaldık. Nihayet, bir dostun yukarlardan bulduğu bir piston sayesinde bu sorun çözüldü. İş ve ev bul mak sorunların en zoruydu. Bir ara dokto ra tezi hazırlayan öğrencilerin istatistikle rini yaptım. Otel odası soğuk olduğu için, bu işi bir kahvehanede yapıyordum. Kah vehanenin gürültüsü içinde, hem de bilgi sayarsız, istatistik yapmak yüzünden baş ağrıları çekmeye başladım. Her gün lokan tada yemek yemek mümkün olmadığı için, otel odasında gizli yemek pişirmeye baş ladım. Havalar soğuyup, yağmurlar başla yınca, Sovyetler’den alelacele getirdiğim eşyanın eksikliği meydana çıktı. Kalın çiz melerimi giymeye çok vakit vardı. Muhak kak Paris’in sonbaharına uygun bir çift ayakkabı almak gerekiyordu. Latin Mahal- lesi’nde, güzel ve çok ucuz bir çift ayakka bı buldum. Ne var ki altları mukavvaydı. Bir süre sonra, yaş ayakkabılarla gezmekten kolitim yenilenecek, bağırsak ağrıları baş layacaktı. Buna bakmayarak, sabahları er ken sokağa fırlıyor, gazetede gördüğüm ki ralık apartmanlardan birini tutabilmek için kuyruğa giriyordum.
• GENE DE MUTLUYDUK
Bütün bu zorluklara rağmen, kendimi zi mutsuz hissetmiyorduk. Nihayet Paris’ teydik. Birden etrafımız dostlarla çevrilmiş ti. Eskilerin büyük yardımı olduğu gibi, yeni dostlar da edinmeye başladık. Avni Arbaş,, komşumuzda oturuyordu. Hemen her gün otelimize geliyordu. Tiraje Dikmen'in de oteli, hemen bitişikte gibiydi. Kısa zaman da çok dost olduk. Türk gazeteleri kısa za manda varıyordu Paris’e. O sürgün, uzak lık ve tecrit havası bitmişti. Yarı yarıya Tür kiye’de gibiydik. Derken akrabalar sökün ettiler. En başta Ramazan (manevi ağabe yim sayılan), Resimli Ay yıllarında okumak için annemle, babama başvuran genç, şim di bir yayınevi sahibiydi. Bize hem candan dostluğunu, hem de iş getirmişti berabe rinde. Ben, “Türkler İçin Almanca” adlı bir kitap hazırlayacaktım, babam da bir dergi den çeviriler yapacaktı. Hepsi iyi ama, bu işleri yapabilecek koşulları sağlamak ge rekiyordu. Bir süre Latin Mahallesi’nde otel değiştirmekten başka hiçbir şey yapama dık, bu konuda.
(x) Orhan Erkanlı, 27 Mayıs 1960 hükümet darbe sini yapan subaylardandı. O günlerde kurulan Milli Birlik Komltesi’nin üyesiydi. Sonradan da Hürriyet gazetesinde, gazeteci olarak çalışmaya başlamıştı.
YARIN:
t
RADDESİNE
IEÜRM E
Paris’e vardığımız ilk günlerde Münevver Andaç ve Nâzım Hikmet’ln oğlu Memet Hik met ile birlikte.
Kahvehanenen gürültüsünde
istatistik yapm ak yüzünden
başağrıları çekmeye başladım
İlk işimiz, Türk Könsolosluğu’na baş vurmak oldu. Tabii onların yapacağı iş, Türkiye’ye yazmaktı. Türkiye'den cevabın gelmesi uzadıkça, konsolos, babama, “ Ne
yapayım Zekeriya Bey? Lalettayin birisi ol sanız, pasaportunuzu verir, sonra da hata ya düşmüşüm, diyebilirim, ama sizin gibi bir kimsede yanılmak olmaz ki!” diyordu.
Büyükelçi Haşan Işık, bizi çok nazik karşı ladı. Ancak onun da elinde bir şey yoktu. Ankara’dan cevap beklemeliydik. Derken, o sırada Dışişleri Bakanı olan. İ.S.Çağiayan-
gil geldi Paris’e. Onunla da görüşmemiz
sağlandı. Çağlayangil, “Zekeriya Bey, dos
yanız benden çıktı. Bana göre sakınca yok. ıçişlert’nden çıkmadı, daha. Benim yapabi leceğim bir şey yok” diyordu babama.
Kimsenin elinde yapacak bir şey yok tu ama, haftalar geçtikçe bizim durumumuz da güçleşiyordu. Paris’e 45 günlük bir se yahat belgesiyle gelmiştik ve de beş para sız.
Elimizdeki rubleler Paris’te ne işe ya rayabilirdi kİ? Bunu düşünerek, Moskova’ da altın saatler, bilezikler falan almıştım, ama onları da paraya çevirmenin imkânı ol muyordu. Bereket versin ablamla, eniştem ve dostlar ilk günlerimizi sağladılar. Birden dost ve akrabaların akın etmesi, bizi çok se vindirdi. Kimi Paris'te kaima müsaademi zin uzatılmasına yardım etti, kimi bana iş bulma teşebbüslerine girişti, kimi de Türki ye’de evi ipotekten kurtarıp, hiç değilse kira paralarını bize göndermeye çalışıyor du.
Paris’le zor
Binlerimiz
çağlayangil, "Zekeriya Bey,
Orhan Erkanlı pasaportu bekjeme-
dosvanız benden çıktı. Bana
den
babamı beraberinde
Türkiye-göre M kın ravo k? İçişlerinden
çıkm adı daha, benim yapabl-
bamm bu çılgın öneriye aıcıı yar
leceğlm bir şey yok" diyordu
mıştl
ye’ye girmemize müsaade edilmediğini ya zıyorlardı. Tam bu sırada, Orhan Erkanlı (x) çıktı geldi. Haberi bize Gökşin Sipahioğlu ulaştırdı. Kendisiyle görüştük. Pasaportu beklemeden, babamı beraberinde Türkiye’ ye götürmeyi teklif ediyordu. Babam Türk vatandaşı olduğuna göre, Türk toprakları na bir kere girdikten sonra çıkaramazlardı. Bu emrivakiyi yapmaktan başka çare kal mamıştı.
Babam o kadar çılgınca bir yurt hasre ti içindeydi ki, bu teklifi, çok düşünmeden kabul etti. Ne kaybeder, diye düşünmüş tük, beraberce. Pasaport hiç gelmediği tak dirde, hiç gidememek vardı. Bu emrivaki sökerse, yurda girmiş olacaktı. Yanında, Er- kanlı, hem gazeteci, hem de eski MBK üye si olarak, bir güvenceydi. Türkiye’ye, Mos kova kılığıyla gitmek istemiyordu babam. Kendisine güzel giysiler aldık. Gökşin’le beraber, ikisini yolcu ettik Orly Havaala- nı’ndan.
Sonucunu merakla bekliyordum. Gök şin, bana olayları muntazaman bildiriyor du. Yeşilköy’e varmışlardı. O geceyi Yeşil köy Havaalam’nda geçireceklerdi. Ben çok iyimser, “Herhalde birtakım muamelelerin
yapılmasını bekleyecek” diye düşündüm,
çünkü bir kere Türk toprağına girmişti. Ne
yazık ki öyle olmadı. Ertesi gün, Gökşin te lefon etti: “Havaalanına gidiyoruz. Babanı
karşılamaya. Eyvah, zavallı babacığım, 78 yaşında kim bilir nasıl bir şok geçirdi” di
ye düşündüm. Onun yurdunu ne kadar sev diğini, nasıl bir sıla içinde olduğunu benim kadar iyi, kimse bilemezdi.
Yaşına göre şoku hafif atlattı sayılır. Ba na, “Denizi gördün mü, İstanbul nasıl?” di ye sorunca, “Ne denizi gördüm, ne İstan
bul’u. Yeşilköy Havaalanı’nın bir otelinde hapsettiler beni. Gece yanımda bir polis yattı. Ertesi sabah, Ankara’ya gidiyoruz di ye uçağa bindirdiler. Meğer Paris uçağıy mış. Gazeteciler bağırdılar. ‘Zekeriya Bey, hastalan, bayıl, yere yat!’ ‘öyle bir şey yap saydım, beni hastaneye kaldırmaya mec bur olacaklardı ve bir süre daha yurtta ka lacaktım, ama öyle bir maskaralık ya pamazdım” dedi.
Babam çok sağlam ve mukavemetli bir adamdı. Dış görünüşünden sarsıldığı his sedilmiyordu ama, işin aslı öyle değildi. Er tesi gün sokağa çıktı. Dönüşünde baktım, gözünde gözlüğü yok.
B ab am T eşllkö y Havaalanı na
varınca bakanlar arasında tele
fonlaşm a başlamış, kimse so
ru m lu lu k a lm a k İs te m iy o r
muş, nihayet Paris'e geri gön
derm e kararına varmışlar, "80
yaşında zekeriya Sertel'den
korktular" diyordu akrabamız
Zekeriya Sertel, her şeyi göze alarak gel diği Yeşilköy Havaalanı’nda bekletilirken.
— Ne oldun? dedim.
—Bir kaza geçirdim. Yolda giderken bir otomobili görmedim, çarptı ve beni devirdi.
Bereket bir yeri incinmemişti, ilk şoka bir ¡kincisi eklenmişti. Ondan sonra uyku suz geceler başladı. Bir süre uyku ilacı iç meden uyuyamadı._____________
• KORKTULAR
Babamın geri çevrilmesi, sadece ka nunsuzca değil, aynı zamanda kalleşçe ya pılmıştı. “Ankara’ya gidiyorsun” diye kan dırmaya çalışmışlardı onu. Sonradan, o sı rada İçişleri Bakanlığı’nda temasları olan bir akrabadan öğrendiğime göre, babam Yeşilköy Havaalanı'na varınca, bakanlar arasında telefonlaşma başlamış. Kimse so rumluluk almak istememiş, nihayet Paris’e gönderme kararına varmışlar. “80 yaşında
Zekeriya Sertel’den korktular” diyordu
bu-Ar*’»
Y ıld ız S e r t e l
O
RLY Havaalanı’na çıktığım vakh, kendi kendi me, “ışıklı dünyaya geldik” dedim.
Münevver Abla bizi Envalidier Garı’nda bek liyordu. O da Polonya' dan aynı sebeplerle ay rılmış, Paris’te yerleşmeye gelmişti. Ortak anılarımız, sorunlarımız çoktu. Bu bir aile buluşması gibi bir şeydi. Latin Mahallesi’n de küçük bir otele inmiştik. Ertesi sabah kahvaltıdan sonra, babam, “Yıldız gel” de di. “Sana bir şey göstereceğim.” Beni so kağın köşesindeki bakkaliyeye götürdü Moskova’dan sonra, bu kadar zengin bir bakkaliye görmeye değerdi. Kuyruk da yok tu. “Zavallı Fransızlar” dedik, ikimiz bera ber.
O yıl sonbahar güzeldi Paris'te. Yeni den Lüksemburg Parkı’na gitmek, Latin Mahallesi’ni dolaşmak hoştu, ama bu ilk sevinçten sonra, birtakım zorluklar başla yacaktı. Yakın dostlarımız, Boratav’lar ve Dino’lar tatildeydiler. Bizimle uğraşmaya
Hıfzı Topuz’u vekil etmişlerdi. Hıfzı Topuz,
bir gazeteci olarak babamı çok seven ve o ilk günlerimizde bize büyük bir yakınlık gösteren bir gazeteciydi. Türk basını, Pa ris’e varışımıza ilgisiz kalamazdı. En baş ta Hürriyet gazetesi, aşağı yukarı her işi mize koşmayı üzerine aldı. Sedat Slmavi, babamın çok eski ve yakın dostuydu. Oğul larını daha küçük çocuk oldukları sırada ta nımıştık. Gösterdikleriyâkınlığı yadırgama dık. O sırada HOrriyeVfn Paris muhabiri olan Gökşin Sipahiciiğlu, hemen de her işi mize koşmaya hazırdı. O günler, uzun za man devam edecek olan bir dostluğun baş langıcıydı.
İZİ YAZIL
Ypniripn öârenrnern oereken p6k çok
şgv
vardı. Dsrslsrî Fransızca
vereceğime göre Fransızca okumam gerekiyordu. Kendime çok güvendim
Ben deli m ı
Zekeriya ve Yıldız Sertel, Paris dışında bir dostlarının evinde. Bunalımlar başlamıştıBaş ağrılarım şiddetlendi. Ba
bam söylenmeye başladı, "Sen
zaten çalışmasını bilmezsin" di
ye. o sırada her şeyin kabahati
bende oluyordu
i İHAYET kesemize uygun bir
¡e v bulduk, iş de bulundu 1 ama, asıl güçlük bundan sonra başladı. Üniversitede öğretim görevlisi olmak, İta m benim istediğim işti, 'am a, Fransızca bilmeden Fransız üniversitesinde na sıl ders verecektim? Üniversite, Paris’te 1968 öğrenci gösterilerinden sonra, öğren ci isteklerini karşılamak için kurulmuş ye ni bir üniversiteydi. Yeni pedagojik metot lar uyguluyorlardı. Ben tarih bölümünde ça lışacak, Marksist açıdan “milli sorunu” ele alacaktım. İlk önce kolay görünmüştü bu sorun bana. Marksizmi İyi bildiğime göre güçlük çekmeyeceğimi sanıyordum. Oysa, çalışmaya koyulduktan sonra gördüm ki, benim Moskova’da öğrendiğim Marksizmin temel prensipleriydi. Sadece Marks, En- gels, Lenin ve daha birkaç ideolog yetmişti. Moskova’da, Rosa Lüksemburg, Troçki, Ka- uski gibi birçok Marksist ideloğun yapıtı bulunmazdı. Yeniden öğrenmem gereken pek çok şey vardı. Dersleri Fransızca vere ceğime göre, Fransızca okumam gerekiyor du. Kendime çok güvendim, “Kafa İşi ol
duktan sonra işin altından kalkarım” diye
düşündüm. Programınla, haftada 4 kitap okumayı koydum. Fransızcayı az bildiğim için, okuduklarımı hayal meyal anlıyor, ço ğu sefer işin içinden çıkamıyordum.
şu Türkiye’ye dönmekte görüyordum. Dar beyle, sanki bu imkân kapandı ve ortalık ka rardı, benim için. Geceleri kâbuslar görme ye başladım. Bazen duvara tırmanıyor ve sonra düşüyordum. Bazen, annemi görü yor, “ Haydi, dön artık eve, çok oldu bu
uzaklaşmak” diyor ve ağlayarak uyanıyor
dum. Sonra annem rüyaları sistematik bir hal aldı, kâbuslu geceler geçirmeye başla dım. Bütün bunlar, tam derslere başlamam gerektiği sırada oluyordu. Nihayet bir dok tor çağırdım. Doktor tansiyonumu da 8’e düşmüş buldu. Sürmenaj ve depresyon bir aradaydı. Bütün geçirdiklerimden sonra şa şılacak bir şey de değildi.
nik gürültülere katiyen dayanamıyordum Arkadaşlarla konuşmak da zorlaşmıştı. Herkes bana 12 Mart olaylarını, işkenceleri filan anlatmak istiyordu. Ben ise, asla bu laflara dayanamıyordum. Türkiye’den bah setmeyi yasaklıyordum herkese. Konuş mak yoruyordu beni. İlaçlar bir türlü baş ağ rılarımı kesemiyor, uykularımı düzene ko yamıyordu. Dostlar, “Yıldız artık konuşul
maz hale geldi” diyor, ne yapacaklarını bı
lemiyorlardı.
Adam gibi giyinmek, insanın moralini yük seltiyordu. İkinci iş, Tirollere bir seyahat tertip ettim. Onu da nasıl becerdim bitmi yorum, çünkü sokağa çıktığım vakit salla nıyordum. Salzburg’a vardığım vakit, seya hat acentesinde “Sana otelde yer ayırtma
dık, çünkü mektubundan hiçbir şey anla madık” dediler. Doğru dürüst bir mektup
yazamayacak hale gelmiştim. Amerika'ya, babama ise hiç yazamıyordum. O beni an lamıyor diye düşünüyordum, elime kalemi bile alamıyordum. O bir süre mektupsuz ve merak içinde kaldı.
NASIL BECERDİM, BİLMİYORUM
Herkes bana 12 Mart olaylarını,
İşkenceleri anlatmak istiyordu.
Ben ise asla bu laflara dayanamı-
yordum. Türkiye'den bahsetme
lerini yasaklıyordum
Babam bir yolunu bulup, Amerika’ya gitti o sırada. Yalnız kalmak daha iyiydi be nim için. Eş, dost gelip gidiyor, ne yediği mi kimse sormuyordu. Oysa gidip dükkân Iardan yiyecek almak, bir sorun haline gel mişti. Sokağa çıktığım vakit, sanki otomo biller başımın üstünden geçiyordu. Meka
Parasızlıktan da anam ağlıyordu. Otur duğumuz mahalle, Paris’in en güzel mağa zalarının bulunduğu mahallelerden biriydi. Sovyetler’de uzun yıllar güzel giysilerin hasretini çektikten sonra, vitrinlere bakıp bakıp içimi çekiyordum. İmdadıma Osman Ağabeyim yetişti. İstanbul’da teyzemin oğ lu, ne yapıp yapıp Merkez Bankası’nda bi rikmiş ev kiralarını kurtarıp, topluca bir pa rayı Paris’e ulaştırdı. Allah rahmet eylesin, ailece hepimizin çok sevdiği bir insandı o. İlk iş, üstüme güzel giysiler aldım. Babam bilse kıyametleri koparırdı. Ben ise bunu, früstrasyona karşı psikolojik tedavi sayıyor dum. Birdenbire çok fazla “ yoklar” içine düşmüştük, bu da maneviyat bozucuydu.
İÇİME KORKU DÜŞTÜ
Fransız eğitim sistemi hakkında hiçbir fikrim yoktu, iş arkadaşlarımın derslerine girip bir göreyim dedim, nasıl metotlar uy guluyorlar. Girdiğim derslerde, söylenen lerin bir kısmını anlamadım. Böylece içime bir korku düşmeye başladı. Bu Fransızcay- la ben nasıl ders verecektim? Kitapları oku maya devam ediyordum. Ne var ki, gitgide okuduklarımı anlamaz olmaya başladım. Öyle ki, bir defada 4 sayfadan fazla okuya mıyor, dinlenmek ve sonra başlamak zorun- luğunu duyuyordum. Sonra bu yavaş yavaş 3 sayfaya, 2 sayfaya ve nihayet yarım say faya inince anladım ki, başımda korkunç bir yorgunluk var ve bu şekilde çalışmaya de vam edemeyeceğim.
Baş ağrılarım şiddetlendi. Babam söy lenmeye başladı,“Sen zaten çalışmasını
bilmezsin” diye. Zaten o sırada her şeyin
kabahati bende oluyordu. Bir de Türkiye’ d e , ^ Mart hükümet darbesi olunca, ben büsbütün sapıttım. Fransa’da çalışmaya başlıyordum ama, nasıl yapacağımı kendim de bilmiyordum. Eninde sonunda
kurtulu-Tirollerde 3-4 hafta kalmam gerekti, kendimi birazcık toplayabilmem için. İlk hafta bütün hastalıklarım birden başıma yı kıldı. Mide, bağırsaklar, sinüzit, baş ağrı ları, tansiyon düşüklüğü, kâbuslar ve daha ne isterseniz. AvusturyalI doktor mesleği mi sordu. “Üniversitede tarih okutuyorum” deyince, başladı Türk tarihi hakkında so rular sormaya. Adama hep yanlış yanlış ce vaplar verdim, bir türlü o tarihlerin içinden çıkamadım. “ Bütün servetim kafam, onu
kaybedersem, bu kafa tekrar işlemeye baş lamazsa ben ne olurum?” diye soruyordum
kendi kendime ve büyük korkular geçiriyor dum. İkinci hafta, otelimden bir saat kadar mesafede bir yerde bir göl keşfettim ve ora da yüzmeye başladım. Bu, çok iyi bir teda vi oldu ve birazcık kendimi bulmaya baş ladım, ama hâlâ tansiyon düşüklüğü ve ba şımın arka tarafında ağrılar devam ediyor du. Osman Ağabeyime bir kart atmıştım. Cevap geldi: “ İstersen sana Türk gazete
lerini göndereyim.” Ben de cevap yazdım, “Türkiye’de ne olup bittiğini hiç bilmek is temiyorum. Bana eğlenceli roman gönder.”
O da bana “Kelebek” adında Fransızcadan çeviri bir roman gönderdi. Romanın kahra manı, durmadan hapishaneden kaçan bir mahkûmdu. Her seferinde yakalanıp tekrar içeri giriyordu. Bir seferinde de kaçabilmek için deli taklidi yapıp tımarhaneye aktarıl mayı düşünmüş. Deli taklidi yapabilmek için de bir kitap getirtmiş, orada deliliğin ilk semptomlarını okumaya başlamıştı. Bu semptomların birincisi, benim başımın ar ka tarafındaki ağrılardı. Kendi kendime sor dum: “ Ben o yolda mıyım? Dell mi olaca
ğım?” Gene kendi kendime cevap verdim: “Hayır, benim kafam işliyor. Ben kendimi biliyorum. Ben deli olmayacağım, kendimi kurtaracağım.”
Kararı vermiştim ama, işim zordu. Tirol- lerde dağ, bayır geziyor, gölde yüzüyor dum, fakat yalnızdım, dışarıyla temas ku- ramıyordum. Baş ağrısı, tansiyon düşüklü ğü gibi birtakım fizyolojik problemlerden de kurtulamıyordum. Doktor kontrolünde yaşamaya devam ediyordum. Kendi kendi me öğüt verdim: İlk evvela dış görünüşü nü düzelteceksin. Güzelleşeceksin. Erkek ler sana bakmaya başlayacaklar. Ondan sonra dünya bana vız gelir diyecek, hiçbir şeye aldırmayacaksın, ta ki dışarda temas lar kurup, eğlenmeye, dans etmeye başla yana kadar. İlk dansı ettikten sonra tamam kurtuldun demektir. Belki de yarı deli bir insanın düşünceleriydi bunlar, ama benim kurtulmam böyle oldu. Zira Paris'teki dok tor, “Bu depresyondan kurtulmak zordur” demişti.
Yıldız Sertel, Paris'te bir kahvehanede.
..m u i M a m : , "i, ..Sıîilh .".^ .^ .,. ,