• Sonuç bulunamadı

Yeni Modernist Modeller

Belgede Selman Yılmaz (sayfa 69-74)

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tek tip doğrusal ilerleme ve değişimi savunan kuramlar ciddi eleştirilere tabi tutulmuş-tur. Toplumların yapı anlamında mükemmele doğru evrileceğini düşünen kuramlar 20. yüzyılın getirdiği toplumsal problemleri anlama ve açıklamada yetersiz kalmaya başlamıştır. Yaşanılan

71 iki dünya savaşı, etnik ve dinî milliyetçiliğin artması ve bunun sonucunda Almanya’da Yahudilerin, Bosna’da Müslümanların soykırıma uğraması, komünizmin çökmesi, iktisadi bozukluklar, vb. toplumsal süreçler değişim olgusunda doğrusal olmayan sü-reçlerin varlığını göstermiştir. Dünya üzerindeki farklı toplumla-rın farklı değişim süreçleri içinde olduğu, Batı tipi modernleşme sürecinin bir zorunluluk olmadığı yadsınamaz bir gerçeklik ola-rak karşımıza çıkmıştır.

İşte burada yeni modernist modeller ortaya çıkmaya başlamış-tır. Bu modellere göre modernite devam etmekte ama artık tek bir moderniteden bahsetmek mümkün görünmemektedir. Bu bö-lümde modernitenin farklı şekillerde bile olsa varlığını devam ettirdiğini düşünenler arasında bulunan Anthony Giddens’ın gö-rüşlerine yer verilecektir.

Anthony Giddens (1938 - )

Anthony Giddens modernitenin günümüzde önemli değişimler geçirdiğini kabul etmekle birlikte postmodern bir zamana geç-tiğimizi de düşünmez. Farklı şekillerde bile olsa modernitenin devam ettiğini düşünür ve bunu üst/geç-modernite olarak adlan-dırır (Giddens, 2010: 13).

Ona göre modernite teriminin ve ona yüklenen anlamların göz-den geçirilmesi gerekmektedir. Modernite gündelik toplumsal hayatın doğasını kökten değiştirmekte ve yaşantılarımızın kişi-sel yanlarını dahi etkilemektedir. Moderniteyi kurumsal düzeyde anlamaya çalışmak gerekir. Fakat modern kurumların yol açtı-ğı köklü dönüşümlerin doğrudan bireysel hayatla ve bu sebep-le benliksebep-le iç içe geçtiği unutulmamalıdır (Giddens, 2010: 11). Modern toplumsal hayatı kurumsal düşünümselliğinin yanı sıra, yerinden-çıkarıcı mekanizmaların (disembedding mechanisms) genişlemesine eşlik eden kapsamlı zamansal ve mekânsal yeni-den-organizasyon süreçleri karakterize eder. Toplumsal ilişkileri yerel mekanlardan koparan bu yerinden-çıkarıcı mekanizmalar, geniş zamansal-mekansal uzaklıkları aşarak onları yeniden bir

72

araya getirir. İşte zaman ve mekanın yeniden-organizasyonu ve bu yerinden etmeler, modernitenin önceki yerleşik kurumsal özelliklerini radikalleştirir ve küreselleştirir. Böylece gündelik toplumsal hayatın içeriği ve doğası değişime uğrar (2010: 13). Modernite gelenek-sonrası bir döneme işaret etmekle birlikte bu dönemde hâlâ rasyonel bilgi gelenek ve alışkanlığın sağladığı ke-sinliklerin yerini almamıştır. Bilimsel kuşku her alandadır. Yani id-dialar büyük ölçüde doğru olabilir fakat prensip olarak her zaman gözden geçirilmeye açıktır (2010: 13).

Giddens modernizmin getirdiği sorunlara da işaret ederek de-ğişim çabasında bunların rolünü inceler. Nasıl ki boşanmadan sonra bir yas evresi geçirerek yeni bir kimlik oluşturmak topar-lanmanın anahtarıdır, modern çağın toplumsal koşulları da hepi-mizi bu “kendini bulma” sürecinden geçirmektedir. Bu aktif bir müdahale ve dönüşüm sürecidir (2010: 26). Geç-modernitenin karakteristik özelliği akla mutlak güvene getirilen şüpheciliktir. Bu da bir risk kültürü doğurmaktadır. Buradaki risk, etkinlikleri-mizin hiçbir yanının öncede belirlenmiş bir yönde ilerlemediğini ve olumsal durumlara tamamen açık olduklarını kabul etmektir. Giddens bu düşüncelerle Ulrich Beck’in risk toplumu nitelen-dirmesinin doğru olduğunu kabul eder (2010: 45-46). Giddens günümüz toplumlarındaki dinsel duyarlılığın ve manevi hayatın artmasını da yukarıdaki şüphecilik ve risk senaryolarına bağlar. Aynı zamanda din ve maneviyat, modernite tarafından bastırılan duyguların geri dönüşünü de ifade eder (2010: 259).

Ne yapmalıyım? Nasıl davranmalıyım? Nasıl biri olmalıyım? Bütün bunlar geç-modern çağın koşullarında yaşayan herkes için merkezi önemdeki sorulardır. Giddens’a göre her ânı düşünüm-sel olarak yaşamak gerekir. Böylece düşünce, duygu ve bedendüşünüm-sel duyumların farkındalığı artar. Farkında olmak öncelikle değişme potansiyeli yaratır. Sonra gerçek hayatta değişmeyi teşvik eder. Nihayetinde de bizzat değişime yol açar (2010: 98). İşte burada toplumsal değişimi kimin yaptığı ile ilgili bu metin boyunca tar-tıştığımız aktör-yapı düalizmi tekrar karşımıza çıkar.

73 Aslında Giddens aktör-yapı (öznelcilik-nesnelcilik)

düalizmi-nin bir parçası olmak istemez. Kendisi her iki açıklama türünün de avantajlı ve dezavantajlı yönlerinin farkındadır. Aktör temelli açıklamalarda fail sosyal analizin merkezine yerleştirilirken yapı merkezli açıklamada kurumlar merkeze alınır. Nesnelci açıkla-malar toplumun ve toplumsal kurumların daha kalıcı olduklarını belirterek toplumun tekil üyelerinden daha fazla ilgiye değer ol-duklarını düşünmektedir. Büyük çaplı toplumsal dönüşümleri an-lamak için bu gereklidir. Diğer taraftan öznelci anlayış ise insanın yaptığı eylemleri kendi niyetiyle yapma ve eylem koşullarını anla-ma kapasitesinin olduğu düşündüğünden bu açıklaanla-ma biçimleri de haklıdır (Giddens, 2005: 576). Her iki perspektifin de haklı yönleri olduğu düşünülünce, her ikisi de diğer perspektifin odaklandığı yönleri açıklama bakımından yetersizdir denilebilir. Nesnelcilik, failde var olan niyet ve eylemin belli sebeplere dayanmasını açık-lamada yetersiz kalırken öznelci taraf, olgular ve uzun dönemli tarihsel değişme süreçlerini anlama konularında yetersiz kalmak-tadır (2005: 577). İşte Giddens “yapının ikiliği” olarak adlandırdı-ğı bu iki kutbu yapılaşma teorisi ile birleştirmeye çalışır.

Yapının ikiliği anlayışına göre, yapı aslında insan eylemi dışında bir şey değildir. Öyleyse yapının insan eylemini kısıtlamasından söz edilemez. Yapı tekrar tekrar düzenlediği insan etkinliklerinin aracı ve sonucudur. Bu süreçte bir taraftan aktörler kendi eylem-lerini inşa ederken diğer taraftan da bu eylemler söz konusu sis-temleri yeniden inşa eder (2005: 579). Öyleyse yapı artık eyleme karşı bir engel değil, aksine eylemin gerçekleşmesini sağlayan unsurun hem kendisi hem de bu eylemin sonucudur.

Yapılaşma teorisi eylemin toplumsal (işlevsel) belirlenimi gibi merkezi bir kavram yerine, toplumun üretimi ve yeniden üreti-mi kavramlarını temele alır. Burada, toplumsal bütünleşme her yerde ve her koşulda faillerin muhtemel başarısı ve eylemin dü-şünümsel rasyonelleşmesinin koşulları altında yürütülen vasıflı üretim olarak değerlendirilir. İnsan eyleminde ahlaki sorumluluk gibi vasıflar bulunduğundan bu eylemlerin amaçsal bileşeni

do-74

ğada bir karşılığa sahip değildir. Böylece yapılaşma teorisi işlev-selciliğin statik-dinamik düalizminde gördüğümüz soyut ikilik-leri yıkar. Değişim, etkileşim sisteminin yeniden üretilişinin her koşuluna dâhil edilir. Bu üretim edimiyle toplum yeni koşullar dizgesinde yeniden yaratılır (Giddens, 2011: 132). Giddens ya-pısal-işlevsel teoriyle karşılaştırdığı kendi yapılaşma teorisini Tablo 2’de göreceğimiz üzere şemalaştırmıştır.

Tablo 2. Yapısal-İşlevselci Teori ve Yapılaşma Teorisi Karşılaştırması

Yapısal-İşlevselci Teori Yapılaşma Teorisi

Sistem: Dengeleyici nedensel döngüler olarak anlaşılan eylemin karşılıklı bağımlılığı

Sistem: a. Dengeleyici nedensel döngüler; b. Geribildirimle öz-düzenleme; c. Düşünsel öz düzenleme olarak anlaşılan eylemin karşılıklı bağımlılığı Yapı: İstikrarlı eylem modeli Yapı: Üretici kurallar ve

kaynaklar İşlev: Sistemin parçalarının

sistemin bütünlüğüne katkısı Olumsuz/bozuk işlev: Sistemin parçalarının sistemin çözülmesine etkisi

Yapılaşma: Etkileşim sistemlerinin yapının ikiliği aracılığıyla oluşumu

Görünür işlev: Sistem bütünleşmesine eylemin niyetlenilen katkısı Gizli/bozuk işlev: Sistem bütünleşmesine eylemin niyetlenilmeyen etkisi

Toplumun üretimi ve yeniden üretimi: Etkileşimin, eylemin rasyonelleşmesinin sınırlı koşulları altında kurulması

Kaynak: Giddens, 2011: 131.

Giddens 20. yüzyılın ortasına kadar sosyolojiye hâkim olan ana akım düşünceyi “ortodoks uzlaşı” olarak adlandırır. Bu

düşün-75 ceye yön veren üç temel özellik bulunmaktadır: natüralizm,

toplumsal nedensellik ve işlevselcilik. Natüralizm, sosyal

bilim-lerin doğa bilimbilim-lerine göre modellenmesi gerektiğini ve sosyal bilimin mantıksal çerçevesinin doğa bilimindeki benzer sorun-lara işaret ettiğini vurgular. Toplumsal nedensellik, insan osorun-larak bizlerin fiillerimizin yegane oluşturucusu olduğumuzu düşünsek de aslında farkında olmadığımız nedenler doğrultusunda hareket ettiğimizi belirtir. İşlevselcilikte ise biyolojik bütünlüklere ben-zeyen olgular üzerinden yapılar anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Günümüzde ise sayısız denebilecek kadar çok kuram bunların yerini almıştır. Etnometodoloji, sembolik etkileşimcilik, yeni Webercilik, fenomenoloji, yapısalcılık, hermenötik ve eleştirel kuram, vb. bunlar arasında sayılabilir. Giddens bu denli farklı yaklaşımlar içerisinde kendimizi nereye konumlandıracağımızı bilemediğimizi ifade eder (Giddens, 2011: 85-86). Giddens’ın teorilerin bu kadar geniş bir yelpazeye yayılmasından hoşnut ol-madığı anlaşılmaktadır (2011: 87). Kendisi bunlar arasında bir sentez oluşturmak ister. Ona göre insan eyleminin doğası üzerine yapılan tartışmalarda bizi meşgul eden insan failliğinin rolünü açıklamak zordur. Ne var ki bu durum bizi teorik çoğulculuğu gözü kapalı kabul etmeye itmemelidir. Öyleyse ortodoks anla-yış terk edilmeli, ondan sonra ortaya çıkan kuramlardan da fikir birliği oluşturularak ortaya bir sentez konulmalıdır (2011: 88). Bu sentezde bilgili insan faili kavramı tekrar gündeme gelmeli-dir. Sosyal bilimler bunu vurgulamalı ve insan olarak yaptığımız çoğu şeyi kasıtlı olarak yaptığımızı ve eylemlerimizin sebepleri-nin farkında olduğumuzu unutmamalıdır (2011: 90).

Belgede Selman Yılmaz (sayfa 69-74)

Benzer Belgeler