• Sonuç bulunamadı

Çalışmamızda hastaların ortalama yatış süreleri 13,2±7,8 gündü. Hastaların tanılarına göre hastanede yatış süresi incelendiğinde ÜSE 11,2±4,1 gün, DYDE 12,1±4,6 gün, TKP 11,6±2,9 gün olarak saptandı.

PROGNOZ

Çalışmaya aldığımız hastaların 117’si (%87,3) şifa ile kliniğimizden taburcu oldu. Beş hastamız (%3,7) Enfeksiyon Hastalıkları Servisi’nde tedavileri tamamlandıktan sonra hastanemizin farklı kliniklerine sevk edildi. Bu beş hastadan diyabetik ayak tanısı alan iki hasta ile miyozit tanısı alan bir hasta debritman ihtiyaçları olması nedeniyle Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahisi Kliniği’ne, septik artrit tanısı alan bir hasta acil cerrahi drenaj amaçlı Ortopedi Kliniği’ne, intrakraniyal apse tanısı alan bir hasta ise cerrahi drenaj amaçlı Beyin Cerrahisi Kliniği’ne devir edildi.

Hastalardan dördü (%3) (ikisi ÜSE, ikisi infektif endokardit) yoğun bakım servisinde takip gerekliliği ortaya çıktığından YBÜ’ye devir edildi.

Çalışmaya aldığımız dört hasta (%3) (ikisi menenjit, biri infektif endokardit, biri ÜSE) kliniğimizde hayatını kaybetti. Dört hasta ise (%3) tedaviyi kabul etmeyerek kendi isteği ile hastaneden ayrıldı.

Çalışmamızda hastaların tanıları ve ölüm oranları arasındaki ilişki ayrıntılı olarak incelendi. Santral sinir sistemi enfeksiyonu tanısı ile ölüm arasındaki ilişki istatiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,01). Çalışmamızda hastaların tanılarına göre ölüm oranları değerlendi ve Tablo 13’de sunuldu.

32

Tablo13: Hastaların tanılarına göre ölüm oranları

TANI ÖLÜM (+) n: 4 ÖLÜM (-) n: 130 p* ÜSE 1 54 0,6 DYDE 0 25 1 TKP 0 15 1 KAS İSKELET SİSTEMİ ENFEKSİYONU 0 13 1 GİS ENFEKSİYONU 0 7 1 SSS ENFEKSİYONU 2 5 0,01 RİKETSİYOZ 0 6 1 KVS ENFEKSİYONU 1 3 0,11 AC VE AC DIŞI TBC 0 2 1

*: Ki kare,(p<0,05), ÜSE: Üriner sistem enfeksiyonu; DYDE: Deri yumuşak doku enfeksiyonu; TKP:

Toplum kökenki pnömoni; GİS: Gastrointestinal sistem; SSS: Santral sinir sistemi; KVS: Kardiovasküler sistem; AC: Akciğer; TBC: Tüberküloz.

33

TARTIŞMA

Dünyada insanların yaşam süreleri uzamakta, doğum oranları azalmakta; yaşlı nüfusun sayısı ve oranı artmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranı 2012 yılında %7,5 iken, 2016 yılında %8,3’e

yükselmiştir. Bu durum yaşlı hastaların hastaneye başvuru ve yatış oranlarındaki artışı açıklamaktadır (2, 13).

Uluğ ve ark. (76), Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniği’nde, Mayıs 2000 ile Mayıs 2005 tarihleri arasında yatırarak takip ettikleri hastaları içeren; ‘Geriatrik İnfeksiyonların Değerlendirilmesi’ isimli çalışmalarında hastaların %13,5’inin 65 yaş ve üstü olduğunu bildirmiştir. İnci ve ark.’nın (77), Artvin Devlet Hastanesinde Ocak 2009-Aralık 2012 tarihleri arasında Enfeksiyon Hastalıkları ve

Klinik Mikrobiyoloji kliniğinde yatırarak takip ettikleri hastaları irdeledikleri ‘Geriatrik İnfeksiyonların Değerlendirilmesi’ başlıklı çalışmalarında ise hastaların %28,6’sının 65 yaş ve üstü olduğu bildirilmiştir. Bizim çalışmamızda bu oran %34,8 saptanmış ve diğer çalışmalardan daha yüksek olması dikkat çekmiştir. Bu yüksek oranın nedeni, hastanemizin üçüncü basamak bir sağlık kuruluşu olması nedeni ile Edirne ile birlikte Trakya Bölgesinin Tekirdağ, Kırklareli ve Güney Marmara Bölgesi’nde yer alan Çanakkale illerine de hizmet vermesi ve bu illerde yaşlı nüfus oranının yüksek olmasına bağlı olabilir. Edirne yaşlı nüfus oranı ile 2015 yılında 81 il arasında 14. sırada, Çanakkale 10. sırada, Kırklareli 18. sırada, Tekirdağ ise 57. sırada yer almaktadır (78).

34

yaş grubunda, %38,5’i 75 ve üstü yaş grubunda yer almaktadır (13). Bizim çalışmamızda 65- 74 yaş grubu oranı %56, 75 ve üstü yaş grubu oranı %44 olarak tespit edildi. Küçükardalı ve ark.’nın (79), GATA Haydarpaşa Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde Ocak 2005- Ocak 2006 tarihleri arasında İç Hastalıkları, Enfeksiyon Hastalıkları ve Göğüs Hastalıkları kliniklerine başvuran yaşlı hastalarda yaptıkları ‘Community acquired infections in elderly population’ isimli

çalışmalarında; hastalarının %50’sinin 65-74 yaş grubunda, %50’sinin 75 ve üstü yaş grubunda yer aldığı bildirilmiştir.

Bizim çalışmamızda hastalarımızın yaş ortalaması 74,38±6,35 olarak saptandı. Konu ile ilgili yapılmış diğer çalışmalarda bu oran 67±10,6 ile 76,4±6,9 arasında değişen oranlarda bildirilmiştir (76, 77, 79, 80).

Avkan ve ark.’nın (8), Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi’nde 240 yaşlı hasta ile yaptıkları ‘Effects of community-acquired infections on fever, leukocyte count and the length of stayin elderly’ isimli çalışmalarında kadın nüfus oranı %52 saptanırken, bizim çalışmamızda %53 olarak saptandı. Dünya ülkelerinin büyük çoğunluğunda kadın nüfus oranının fazla olduğu dikkat çekmektedir. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre ülkemizde 2016 yılında yaşlı kadın nüfus oranı %56 ile erkek nüfus oranını geçmektedir (2).

Yapılan çeşitli çalışmalarda solunum sistemi enfeksiyonu, ÜSE, DYDE ve GİS enfeksiyonları yaşlılarda en sık görülen enfeksiyonlar olarak tespit edilmiştir (46, 77, 79). Bizim çalışmamızda da hastalarımızda sırasıyla ÜSE, DYDE ve TKP en sık görülen enfeksiyonlar olarak saptandı.

Üriner sistem enfeksiyonu, yaşlılık döneminde kadınları olduğu gibi erkekleri de sıklıkla etkilemektedir (53). Yaşlılarla ilgili yapılan çalışmalarda ÜSE oranları % 20,2 ile %35,4 arasında değişen oranlarda bildirilmiştir (8, 46, 77, 80). Çalışmamızda hastalarımızda ÜSE oranı %41 olarak saptandı. Üriner Sistem Enfeksiyonları için risk faktörü olan KBY çalışmamızda %15,7 gibi yüksek bir oranda saptandı. Üriner sistem enfeksiyonu olan hastalarımızda KBY varlığının istatistiksel olarak anlamlı olduğu görülmüştür (p=0,09). Çalışmamızda takip ettiğimiz 55 ÜSE hastasının dördünde sadece mesane tutulumu saptanırken, 51’inde böbrek parenkim tutulumunun da eşlik ettiği görülmüştür.

Yaşlı nüfusta pnömoni sıklığı genç erişkinlere göre 3-5 kat daha fazladır (76). Yapılan çalışmalarda yaşlılarda pnömoni oranları %8 ile %41 arasında değişen oranlarda bildirilmiştir (8, 46, 76, 77, 79, 80). Çalışmamızda hastalarımızda pnömoni oranı %11,2 olarak saptandı. Pnömoni oranımızın diğer çalışmalardan düşük saptanması: 1) Toplum kökenli pnömoni için risk faktörü olan SVH(%19,4) ve KOAH (%6,7) oranımızın düşük

35

olmasına, 2) Kronik obstrüktif akciğer hastalığı, astım ve akciğer kanseri gibi eşlik eden hastalıkların varlığı durumunda, hastaların üniversitemizin Göğüs Hastalıkları kliniğinde takip ve tedavilerinin yapılmasına bağlı olabilir.

Yaşlılarda serebrovasküler durumlara bağlı gelişen yutma güçlüğü, nazofarengeal floranın aspire edilmesine ve pnömoni riskinde artışa neden olmaktadır (46). Temel ve ark.’nın (46) yaptıkları çalışmada, hastalarda pnömoniye en sık eşlik eden kronik hastalığın SVH olduğu bildirilmiştir. Çalışmamızda pnömoni hastalarında en sık eşlik eden kronik hastalıklar SVH ve KOAH idi. Toplum kaynaklı pnömonisi olan hastalarda SVH ve KOAH varlığı istatiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p=0,001, p=0,001). Kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve nörolojik açıdan sorunları olan olan yaşlı bireyler, solunum sistemine özgül semptomları olmasa da, enfeksiyon kaynağı araştırılırken TKP açısından dikkatle değerlendirilmesi gerekmektedir.

Deri ve yumuşak doku enfeksiyonu toplumumuzda en sık gözlenen klinik tablolar arasındadır (27). Deri ve yumuşak doku enfeksiyonu oranları yaşlılarda yapılan çeşitli çalışmalarda %5 ile %13,5 arasında değişen oranlarda bildirilmiştir (8, 46, 79). Bizim çalışmamızda DYDE oranı %18,7 olarak saptandı. Çalışmamızda saptanan oranın yüksek olma nedeni; DYDE için risk faktörü olan DM’in çalışmaya alınan tüm hastaların %44,8’e eşlik etmesi olabilir. Diyabetes mellitus; çalışmaya alınan tüm hastalarda en sık eşlik eden ikinci kronik hastalık, DYDE enfeksiyonu gelişen hastalarda ise en sık saptanan kronik hastalık (%64) idi.

Gastrointestinal sistemde ilerleyen yaşla meydana gelen fizyolojik değişiklikler ve fonksiyonel kısıtlılıklar bu yaş grubunda gastroenteritlerin sıklığını artırır (47). Yaptığımız çalışmada hastalarımızda akut gastroenterit oranı %5,2 olarak saptandı. Yapılan çeşitli çalışmalarda gastroenterit oranı; %12 ile %18 arasında değişen oranlarda bildirilmiştir (8, 76, 77, 79, 80). Çalışmamızda oranının düşük olması; yaşlı gastroenterit olgularının öncelikli olarak aile hekimlerine ve acil polikliniklerine başvurmaları ve uygun tedaviyi almalarına, yatış endikasyonu olan hastalara ise genellikle akut böbrek yetmezliği ve elektrolit bozukluğu eşlik ettiğinden üniversitemiz nefroloji bölümü tarafından takip ve tedavi ediliyor olmalarına bağlı olabilir.

Yaşlılılarda bağışıklık sistemindeki değişiklikler, doku organ bozuklukları, malnütrisyon ve eşlik eden kronik hastalıklar enfeksiyonlara eğilimi artırmaktadır (15-17). Epidemiyolojik çalışmalarda yaşlı hastalarda en sık saptanan kronik hastalıklar HT, kalp hastalıkları, romatizmal hastalıklar, DM ve osteoporozdur (46). Bu konuyla ilgili yapılan

36

çalışmalarda HT oranının %19,4 ile %54,5 arasında, DM oranının %16,1 ile %40 arasında, kalp hastalıkları oranının %20 ile %28 arasında, KOAH oranının %17,2 ile %25 arasında değişen oranlarda olduğu belirtilmiştir (46, 76, 79, 80). Çalışmamızda da benzer sonuçlar elde edilmiş olup; HT (%48,5), DM (%44,8) ve KAH (%25,4) yaşlılarda enfeksiyon hastalıklarına en sık eşlik eden kronik hastalıklar olarak saptandı. Kronik obstriktif akciğer hastalığı oranımız ise %6,7 olarak tespit edildi. Bu oranın diğer çalışmalarda daha düşük olmasının nedeni, bu hastaların çoğunlukla Göğüs Hastalıkları kliniğine yatışlarına bağlı olabilir.

Ateş enfeksiyon hastalıklarında yaygın bir semptom olmasına rağmen, yaşlı hastalarda vücut ısısının kontrolünde meydana gelen bozukluk nedeniyle tespit edilemeyebilir (17). Ateş saptanma oranı Uluğ ve ark.’nın (76) çalışmasında %56, Temel ve ark.’nın (46) yaptığı çalışmada %60,5, bizim çalışmamızda ise %55,2 saptanmıştır. Bu sonuç; ateşin, yaklaşık olarak yaşlı hastaların yarısında enfeksiyonun bir bulgusu olarak var olmaya devam ettiğini, ateş yokluğunun 65 yaş ve üstü hasta grubunda enfeksiyonu dışlayamayacağını göstermektedir.

Hastalarımızda yüksek ateş dışında en sık iştahsızlık keyifsizlik (%35,8), halsizlik (%25,4) gibi organa özgül olmayan genel semptomlar vardı. Bu durum yaşlılarda değişen fizyolojik yanıt, eşlik eden kronik hastalıklar ve mental durumun yeterince iyi olmamasına bağlı olabilir. Norman ve ark.’nın (81) çalışmalarında genel semptomlarla başvurma nedeninin eşlik eden kronik hastalıklar olduğunu belirtilmiştir. Çalışmamızda da hastaların %88,8’inde en az bir kronik hastalığın varlığı bu durumu desteklemektedir.

Enfeksiyon hastalıklarında doğru tanı için ayrıntılı fizik muayene ile bulguluların dikkatle araştırılarak tespit edilmesi gerekir. Hastalarımızda en sık yüksek ateş (%55,2), taşikardi (%54,5), genel durum bozukluğu (38,1) gibi organa özgül olmayan bulgular mevcuttu. Çalışmamızda en sık ÜSE’nin saptanması, organa özgül olmayan bulguları olan 65 yaş ve üstü hastalarda enfeksiyon odağını araştırır iken ilk planda üriner sistemi düşünmemizi ve mutlaka dikkatle muayene etmemizi gerekli kılar.

Enfeksiyon hastalıklarında doğru tanı konulmasında ve aynı zamanda hastaların izleminde laboratuar bulgularının önemi büyüktür. Yapılan farklı çalışmalarda yaşlıların laboratuvar değerlerine bakıldığında lökosit sayısı 6600,9±2905,8/mm³ ile 10101,2±4850,4/mm³ arasında değişen değerlerde bildirilmiştir (76, 77, 80). Bizim çalışmamızda yaşlıların laboratuvar değerleri incelendiğnde lökosit sayısı 11547,93/μL olarak saptanmış olup diğer çalışmalarda olduğu gibi belirgin lökositoz tespit edilmedi. Yapılan çalışmalarda yaşlılarda yüksek ateş ve lökositozun olmamasının enfeksiyon hastalığı tanısını

37

zorlaştırdığı belirtilmektedir (8).

Yaşlı hastalarda lökositoz genellikle bakteriyel bir enfeksiyon varlığı ile ilişkilidir (46). Ancak enfeksiyon hastalıklarında çoğu kez saptanan lökositoz yaşlı hasta grubunda görülmeyebilir (28). Yaşlılarda enfeksiyon hastalıkları ile ilgili yapılan çalışmalarda lökositoz oranları sırasıyla %41,5, %24,2 ve % 17,2 olarak bildirmiştir (8, 76, 77). Bizim çalışmamızda ise hastaların %47’sinde lökositoz tespit edilmiş olup %44’ünde ise lökosit düzeyi normal olarak saptandı. Küçükardalı ve ark.’nın (79) yaptığı çalışmada hastalarının %34 oranında normal lökosit sayısına sahip olduğu bildirilmiştir. Bu oran Avkan ve ark.’nın (8) çalışmalarında %32,5 olarak belirtilmiştir.

Klinikte akut faz reaktanlarının yükselmesi iyi bir enflamasyon göstergesidir. C- reakrif protein akut faz reaktanları içerisinde en sık kullanılanlar arasındadır. Çalışmamızda hastalarımızda bakılan ortalama CRP değeri 131,68 mg/L ile yüksek saptanmıştır. Bu yüksekliğin nedeni; hastaların büyük çoğunluğunun bakteriyel enfeksiyonla takip edilmesine, eşlik eden kronik hastalık oranının fazla olmasına bağlı olabilir. Yapılan çeşitli çalışmalarda sırasıyla hastaların % 95, %97, %93 ve %79’unda CRP düzeyi normalin üstünde bulunmuş (46, 76, 77, 79). Çalışmamızda bu oran %94,7 olup bulgularımız diğer çalışmalarla benzerdi. Ancak akut faz reaktanlarından olan CRP’nin nonspesifik olduğu, 65 ve üstü yaş grubunda CRP’yi yükseltebilecek kronik hastalıklar gibi enfeksiyon dışı nedenlerin her zaman var olabileceği unutulmamalıdır.

Sık kullanılan akut faz reaktanlarından bir diğeri de ESH’dır. Yapılan çeşitli çalışmalarda ortalama ESH sırasıyla 61,6±28,7mm/saat, 47,4±30mm/saat ve 41,4±30,7 olarak belirtilmiştir (76, 77, 80). Bizim çalışmamızda ortalama ESH 63,09±33,4 mm/saat olarak saptandı. İnci ve ark.’nın (77) çalışmalarında hastaların %80,9'unda ESH>20 mm/saat olup bu oran Uluğ ve ark.’nın (76) çalışmalarında %87, bizim çalışmamızda ise %89,5 olarak saptanmıştır ve bulgularımız diğer çalışmalarla benzerdir.

Çalışmamızda hastalık etkeni mikroorganizmayı tespit etmek amaçlı hasta örnekleri mikrobiyoloji laboratuvarına gönderildi. Hastalarımızın %55,2’sinde en az bir etken mikroorganizma saptandı. Başka bir çalışmada etken mikroorganizma saptan oranı %33 olarak belirtilmiştir (79). Çalışmamızda ÜSE ile takipli hastaların %93’ünde etken patojen mikroorganizma tespit edildi. Çalışmamızda en sık saptanan üropatojenler E.coli , Klebsiella spp., Pseudomonas spp. olup yapılan diğer çalışmalarla uyumlu bulunmuştur (76, 79, 80).

Çalışmamızda ÜSE ile takipli hastaların %7’sinde ise etken mikroorganizma tespit

38

ilk doz antibiyotik tedavisi sonrası kültür alınmasına, idrar kültürü için steril numune verilmemesine bağlı olabilir.

Toplum kaynaklı pnömonilerde etkeni saptayabilme düzeyi, farklı çalışmalarda %22 ile %35,8 arasında değişen oranlarda bildirilmiştir (48). Çalışmamızda TKP ile takipli hastaların %20’sinde etken mikroorganizma tespit edildi. Hastalarımızda en sık saptanan etken mikroorganizma S. pneumoniae olup ülkemizde yapılan diğer çalışmalarla uyumlu saptandı(48). Hastalarımızın %80’inde etken bakteri saptanamadı. Bunun nedeni; yaşlılığa bağlı fizyolojik değişikliklere ve eşlik eden SVH’a bağlı olarak hastaların uygun materyal verememelerine bağlı olabilir.

Çalışmamızda etken mikroorganizmaların 64’ü (%74,4) gram negatif bakteri olup bu bakteriler içerisinde en sık saptananı ise E.coli idi. Etken mikroorganizmaların 17’si (%21) gram pozitif bakteri olarak saptandı. Çalışmamızda gram pozitif bakteriler içerisinde en sık gözlenenleri sırasıyla Enterococcus spp. ve MSSA idi. Küçükardalı ve ark.’nın (79) çalışmalarında tespit edilen gram negatif bakteri ve gram pozitif bakteri oranları sırasıyla %43,1 ve %33,8 olup, gram negatif bakterilerden en sık E.coli’nin, gram pozitif bakterilerden en sık MSSA’nın etken olduğu belirtilmiştir.

Gram-negatif bakterilerin β-laktam antibiyotiklere karşı direnç geliştirmesindeki en önemli mekanizma, β-laktamaz üretimi olup bu enzimler içerisinde özellikle E.coli ve Klebsiella spp. tarafından üretilen GSBL’ler ciddi sorun oluşturmaktadır. Hastaların GSBL üreten bakterilerle enfeksiyon gelişmesi riskinin arttığı durumlar; geniş spektrumlu antibiyotik kullanımı, yoğun bakım ünitesinde bulunma, uzun süre hastanede yatış, idrar sondası ve venöz kateter gibi girişimlerin varlığıdır (82).

Çalışmamızda son üç ay içerisinde antibiyotik kullanmış hastalarda tespit edilen 31 etkenin 16’sında (%51,6) ve son üç ay içerisinde hastaneye yatış öyküsü olan hastalarda tespit edilen 18 etkenin 11’inde (%61,1) GSBL varlığı saptandı. Genişletilmiş Spektrumlu Beta Laktamaz üreten bakterilerin etken olduğu enfeksiyonlar ile hastanede yatış öyküsü ve son üç ay içindeki antibiyotik kullanımı öyküsü arasındaki ilişki istatiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,01, p=0,001).

Genişletilmiş Spektrumlu Beta Laktamaz üreten mikroorganizmalar genellikle çoklu ilaç direncine sahip olduklarından bu etkenlerin neden olduğu enfeksiyonların tedavisinde zorluk yaşanmaktadır. Başlangıç tedavilerinde uygun olmayan antibiyotiklerin kullanılması durumunda mortalite oranları, uygun antibiyotik kullanılanlarla karşılaştırıldığında anlamlı düzeyde yüksektir. Genişletilmiş Spektrumlu Beta Laktamaz varlığını azaltmak için sağlık

39

kuruluşlarında hastalara gereksiz ve uygunsuz antibiyotik kullanımının sınırlandırılması gerekmektedir.

Empirik antibiyotik seçimi, enfeksiyonun yerine ve en olası etkene göre yapılmalıdır. Çalışmamızda hastalarımızda en çok tercih edilen empirik antibiyotikler sırasıyla ampisilin- sulbaktam (%34), piperasilin tazobaktam (%16), seftriakson (%11) olarak saptandı. Ön planda ampisilin-sulbaktamın tercih edilmesi çalışmamıza alınan hastaların toplum kaynaklı enfeksiyona sahip olmaları ve toplum kaynaklı enfeksiyonlardaki etkenlerin hastane kaynaklı enfeksiyon etkenlerine göre daha az direnç oranına sahip olmasına bağlo olabilir.

Sistemik inflamatuar yanıt sendromu çalışmamıza alınan hastaların 90’ında (%67,2) mevcuttu. Çalışmamızda hastaların tanıları ve eşlik eden SIRS varlığı arasında ki ilişki incelendiğinde, istatiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı (p=0,07).

Çalışmamızda hastalarımızın ortalama yatış süresi 13,2±7,8 gün olarak saptandı. Küçükardalı ve ark.’nın (79) çalışmalarında hastalarının ortalama yatış süresi 8,6±7,7 gün olarak belirtilmiştir.

Çalışmamızda hastaların %87,3’ü şifa ile taburcu edildi. Beş hasta farklı kliniklere devir edildi. Dört hasta (%3) kendi isteği ile kliniğimizden ayrıldı. Dört hasta (%3) YBÜ’ne devir edildi. Dört hasta (%3) ise kliniğimizde hayatını kaybetti. Uluğ ve ark.’nın (76) çalışmalarında hastaların % 70,4’ünün şifa ile taburcu edildiği % 24,2’ünün hayatını kaybettiği belirtilmiş. İnci ve ark.’nın (77) çalışmalarında hastalarında tespit ettikleri bu oranlar sırasıyla % 84,7 ve % 4,9 olarak belirtilmiştir.

Çalışmamızın bazı sınırlılıklarına değinmek yerinde olacaktır. Vaka (65 yaş ve üstü toplum kaynaklı enfeksiyon) sayısının azlığı bazı parametrelerin istatiksel olarak anlamlı görülmesine engel teşkil etmiş olabilir. Sınırlı bir zaman aralığında yapıldığı için zamana bağlı değişimleri de gözlemek mümkün olmamıştır. Bunlara ilaveten çalışmamızda veri toplanmasının retrospektif olması bazı önyargıları beraberinde getirebilir.

Sonuç olarak, çalışmaya aldığımız yaşlı hasta grubu %67 oranında sepsis kliniği ile hastanemize başvurmakta ve hastalarımızda %41 oranında enfeksiyon odağı olarak ÜSE saptanmaktadır. Yaşlı hasta grubunu detaylı olarak değerlendirirken, öncelikle üriner sistem enfeksiyonu araştırılmalıdır. Genişletilmiş Spektrumlu Beta Laktamaz oranlarının yüksek olması, toplum kaynaklı enfeksiyonu olan yaşlı hastalarda özellikle empirik antibiyotik tedavisinin seçiminde önem kazanmaktadır. Çalışmamızda yaşlı hastalar %67,2 oranında sepsis klinik tablosu ile başvurmuş ve hastaların %3 fatal seyretmiştir. Toplum kaynaklı enfeksiyonu olan yaşlı hastalarda, klinisyenin erken tanı ve tedavisi, bu riskli hasta grubunda

40

mortalite ve morbiditenin azalmasında büyük önem taşımaktadır. Yaşlıların enfeksiyonlarında, klinik ve laboratuvar bulgularının genç erişkin gruptan farklı olabileceği, bu yaş grubunda genel durumda bir değişiklik olduğunda, bu tablonun enfeksiyon kaynaklı olabileceği unutulmamalıdır.

41

SONUÇLAR

Trakya Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı’nda 1.10.2014 ve 01.10.2016 tarihleri arasında yatırılarak takip edilen 65 yaş ve üstü hastalarda, toplum kaynaklı enfeksiyon tanısı alanları değerlendirerek; yaşlı hastalarda gelişen toplum kaynaklı enfeksiyonların tanı ve tedavisinde sunulan hizmet kalitesini arttırmayı amaçladığımız çalışmamızda;

1. En sık yatış tanılarının ÜSE (%41), DYDE (18,7) ve TKP (%11,2) olduğu saptandı.

2. En sık eşlik eden kronik hastalıkların; HT (%48,5), DM (%44,8) ve KAH (%25,4) olduğu saptandı.

3. Hastaların tanıları ve eşlik eden kronik hastalıkları arasındaki ilişki değerlendirildiğinde TKP’si olan hastalarda, SVH ve KOAH varlığı istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,001, p=,001). Üriner sistem enfeksiyonu olan hastalarda, KBY varlığı istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,09). Deri yumuşak doku enfeksiyonu olan hastalarımızda en sık eşlik eden kronik hastalık, %64 oranında DM olup, bu ilişki istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p=0,06).

4. En sık semptomların; yüksek ateş (%55,2), iştahsızlık keyifsizlik (%35,8) ve halsizlik (%25,4) olduğu saptandı.

5. En sık fizik muayene bulgusunun; yüksek ateş (%55,2), taşikardi (%54,5) ve genel durum bozukluğu (%38,1) olduğu saptandı.

42

tanısı mevcuttu. Ancak hastaların tanıları ile SIRS varlığı arasında istatiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı (p=0,07).

7. Laboratuvar bulguları değerlendirildiğinde hastaların %47’sinde lökositoz, %9’unda lökopeni, %19’unda trombositopeni, %94,7'sinde CRP yüksekliği, %89,5'inde ESH yüksekliği saptandı.

8. Etken olarak tespit edilen en sık gram negatif bakterinin E.coli (%38,3), en sık gram pozitif bakterinin ise Enterococcus spp. (%9,3) olduğu saptandı.

9. Çalışmaya alınan hastaların 53’ünde (%39,5) son üç ay içerisinde antibiyotik kullanım öyküsü vardı. Bu hastalarda tespit edilen 31 etkenin 16’sında (%51,6) GSBL varlığı saptandı. Çalışmaya alınan hastaların 27’sinde (%20,1) son üç ay içerisinde hastaneye yatış öyküsü vardı. Bu hastalarda tespit edilen 18 etkenin 11’inde (%61,1) GSBL varlığı saptandı. Genişletilmiş Spektrumlu Beta Laktamaz üreten bakterilerin etken olduğu enfeksiyonlar ile hastanede yatış öyküsü ve son üç ay içindeki antibiyotik kullanımı öyküsü arasındaki ilişki istatiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,01, p=0,001).

Benzer Belgeler