• Sonuç bulunamadı

B. Aydın Sorumluluğu, Aydın Bunaltısı

2. Yalnız Kadın Sanatçı: Tezel

Dar Zamanlar üçlemesinin asıl karakteri olan Aysel’in kardeşi Tezel, Ölmeye Yatmak’ta genç Aysel’in mutsuzluğunun sessiz ve bilinçsiz tanığı bebek, Bir Düğün Gecesi’nde, yaşadığı hayal kırıklıkları sonucunda devrime ve sanata inancını yitirmiş bir genç, Hayır’da ise başka bir ülkeye yerleşerek yaşamına yeniden çekidüzen vermiş bir

108

ressamdır. Aysel’in, Tezel’in hayatı üzerinde etkisi yoğundur. Kendisinin yaşadığı kısıtlamaları, baskıyı yaşamasını istemediği Tezel’in öğrenci hareketlerinde aktif olarak yer almasını, İstanbul’a giderek tek başına yaşamasını ve akademide okuyarak bir ressam olmasını destekler. Bu nedenle Tezel, ironik biçimde, yaşıtlarından farklı olarak, karşı duruş itkisini somut bir karşı duruşla besleyememiş olur. Onun karşısına aldığı somut aile değerleri, isyan ettiği bir baskı ve şiddet biçimi yoktur. Tezel’in yalnızlığı daha bu noktada başlar. İsyanını besleyecek bir sebebi olmaksızın, kitleye katılır ama bu “yalnızlık” noktası ona ayrıcalıklı bir görüş açısı kazandırır. Beyhan Uygun Aytemiz, “Adalet Ağaoğlu’nun Roman Dünyasına Psikanalitik Bir Bakış” başlıklı yazısında, Haluk Sunat’ın aynı başlığı taşıyan çalışmasında vurgulanan noktalardan birini şöyle sunar: “[Bir Düğün Gecesi], ‘aydın olma’ çabasındaki Aysel’in kendi olamayışının ve kendi yaşayamadıklarını kızkardeşi Tezel’de yaşatma çabasının ifadesidir”

(www.bilkent.edu.tr).www.bilkent.edu.tr).

Ankara’da başlayıp İstanbul’daki hayatında devam eden devrimci eylemliliği, Tezel’in dışarıdan baktığında, biçimselliği aşamadığını, bilgi ve inançla, sahici bir amaçla yüklemlenmediğini gördüğü toplu bir yanılsama hâline benzer. Tezel’in bu dönemde karşısına çıkan erkekler, söylemle pratik arasındaki bu uyumsuzluğu

somutlayan nitelikte insanlardır. Tezel’in evlilikleri de o dönemin Türkiye’sinde sıkça rastlanmayan, özgür birer eylemdir ve Tezel’in geleneksel çevrede sürekli eş değiştiren bir kadın olarak yaftalanmasına sebep olmuştur. Tezel’i bu konuda da özgür bırakma taraftarı olan Aysel’dir. Oysa bu tavır ikisini yakınlaştırmak yerine daha da uzak kılar. Bu denli özgür ama aslında “yalnız” bırakılan Tezel, yaşadığı sorunlar nedeniyle evliliklerini bitiren, ikinci evliliğinden olan oğlunun sorumluluğunu dahi alamayan güçsüz bir insan olur. Geriye dönüp baktığında büyük bir hayal kırıklığıyla andığı

109

devrimcilik dönemi ise, eşlerinin simgelediği bir yanlışlar dizgesi, bir şekilcilik ve dogmalar alanı olarak görünür.

Tezel’in yaşadığı inançsızlığın arkasında yatan bu sebeplerin yanında, travmatik etkisi olan bir sergi vardır. Açtığı bir sergiye gelen iki devrimci genç tarafından tokatla ve tükürükle aşağılanan Tezel’in suçu, resimlerine işçileri konu etmemesidir. Başarılı bir ressam olarak anılan Tezel’e getirilen bu dar görüşlü eleştiri ve gördüğü hakaret,

devrimci hareketin içi boşalmış bir kabuğa dönüştüğünü anlamasına yol açar. Fakat mücadelenin dışına çıkması, yalnızca devrimci harekete inancını yitirmesi değil, aynı zamanda hayatını biçimlendiren bütün eylem ve inanç pratiğini, varoluşunu gözden çıkarması anlamına gelmiştir. Tezel’in vazgeçişinin yerine başka bir ilişki ve inancı koyamaması da bununla ilgilidir. Resim de o travmadan sonra bütün anlamını yitirmiş, içki için para kazandıracak, turistik bir üretim anlamına bürünmüştür.

Tezel’in yaşadığı bu kayıp duygusu, saf bir nihilizme dönüşmüş, yaşadığı acıları unutmak isterken alkol bağımlısı olmasıyla sonuçlanmıştır. Heather J. Smith, Russel Spears ve Intse J. Hamstra “Social Identity and the Context of Relative Deprivation” (“Sosyal Kimlik ve Hayal Kırıklığı) başlıklı yazılarında, “bir kişinin, benzeri bir başka kişi ile karşılaştırıldığında ortaya çıkan gücenme ya da haksızlık hissi” olarak nitelenen psikolojik durumun, bireysel olarak deneyimlendiğinde grup bazında yaşanan ve

paylaşılan duygulardan daha yorun bir izolasyona, yalnızlığa ve kapanmaya yol açtığını belirtmektedirler (206). Tezel’in üyesi olduğu devrimci çevreye karşı duyduğu

mesafenin yarattığı bireyselliği, yaşanan zorlu dönemde, karşılaştığı durumlara karşı tepkisini toplumdan bütünüyle kopmasına yol açmış, gerçek koşulları algılayışını da bozmuştur. Tezel’in kendisine bakışını dile getiren sözler, kendisine de büyük bir öfke ve tepki duyduğunu gösterir: “Yunan tragedyalarında bütün belâlar nasıl baş kahramanın

110

üstüne yığılırsa, çağdaş tragedyaların baş kahramanı gibi bütün gülünçlükler de benim başıma gelmiş; hiç bilmiyordum, ah hiç bilmiyordum. Çok komik!..” (55)

Tezel’in söylemine kulak verdiğimiz roman 1972 yılında geçen Bir Düğün Gecesi’dir. Ağaoğlu’nun bu romanda kurduğu darbe sonrası koşullarda, değişen dengeler ve baskı ortamında yalnızlaşan, güvensizleşen, birbiriyle uyumunu ve iletişimini yitirmiş insan profilleri arasında Tezel, hem olayları dışarıdan izleyen bir aydın, hem harekete inancını yitirmiş bir devrimci, hem sanatının anlaşılmasını sağlayamayan bir ressam, hem de yalnızlığı seçmek zorunda kalmış bir kadındır. Bir araya gelen bütün bu olumsuzluklar, Tezel’in ölüme yaklaşan bir hayata kapılıp gitmesine yol açmıştır. Bir Düğün Gecesi’nin ünlü ilk cümlesi Tezel’e aittir: “İntihar etmeyeceksek içelim bari!” (5) Tezel’in hayatında kaybettiği değerlere ve asla

bulamadığı sevgiye karşılık giriştiği bu intihar denemesi, ölmeyi bile seçemeyecek kadar güçsüz olmasından kaynaklanır.

Sürekli bir dosta ihtiyaç duyarak yaşayan, en yakını ve ihtiyaç duyduğu kişi olan Aysel tarafından yalnız bırakılan Tezel, sürekli yaşadığı dönemin “insanî değerler” üzerindeki yıkıcı etkisinden yakınır:

Ama şuramda bir bulantı. Gitmiyor, geçmiyor. İnsanlar arasında durmadan mikrop gibi yayılan bir hastalığın bulantısı bu. Kuşku ve

güvensizlik. Bunları böyle böyle düşünmek zorunda kalışım… Yoklaya yoklaya yaklaşmak herkese. Şu anlamda ya da bu anlamda… Adımları hesaplı atmak. Yürekleri hesaplı açmak. Açık olamamak. Her gün biraz daha kapanmak. Her gün biraz daha köstebekleşmek, tilkileşmek, böcekleşmek… (70)

111

Devrimci bir aydın ve sanatçı olarak kendisini var ettiği bütün araçları yitirmiş bir insanın çığlığına dönüşen, Ağaoğlu’nun karanlık bir alayla kurduğu “Tezel” söylemi, 1970’lerde darbe sonrası yaşanan tıkanıklığın, çözümsüzlüğün ve umutsuzluğun

aktarımıdır. Tezel’in romanın sonunda düğünden, umudunu yeniden kazanarak ayrılması da, Ağaoğlu’nun bu söyleme getirmek istediği yorumu temsil eder. En umutsuz ve ölümcül noktada dahi umudun varlığının simgesine dönüşen Tezel, Hayır’da İspanya’ya yerleşmiş, yeniden resim yapmaya başlamış, çocuğuyla ilişki kurabilmiş, kısacası

yeniden başlamıştır. Ağaoğlu’nun bu olumlu tabloyu Türkiye’de değil de Avrupa’da çizmiş olması da büyük anlam taşır. Bir açıdan, sanatın belli bir ülkenin sınırları içinde düşünülemeyeceği gerçeğinin vurgulandığı düşünülse de sanatın ve sanatçının değerinin “burada” değil, “dışarıda” bilindiği, bu toprakların sanatçıyı varoluş kaynağı

sağlamadığı okuması da yapılabilir.