• Sonuç bulunamadı

Flanörün en temel işlerinden biri yürümektir, fakat bu yürüyüş herhangi bir yürümek değil, etrafında olanları bilerek ve dahil olduğu kalabalığı kendisinde hissederek yürümektir. Burada “seyret_” fiilini zikredebiliriz. Her iki manasıyla da seyir flanörün işidir: yürümek ve görmek.

Modernitenin getirdiği toplumsal mekanizmalar karşısında bireyin yerini arayan David Le Breton, “Yürümeye Övgü” adlı eserinde, her şeyin karşısına yürüme ediminin güzelliğini koymuştur. Breton’un bahsettiği kent yürüyüşlerinin ise, flanörün kent içindeki yürüyüşü konusunda fikir vermesi beklenmektedir.

“Çağdaşlarımızın büyük çoğunluğu bu gerçeği unutmuş olsa ve insanın sadece arabadan indiğini düşünse de insan türü ayaklarla başlar” (Leroi- Gourhan'dan alıntılayan: Breton, 2008: 12) alıntısı ve bir çağ eleştirisiyle başlayan Breton, “Yürüyüşün gündelik uygulamaları içinde yoğun olarak eleştirilmesi ve bir

boş zaman aracı olarak değerlendirilmesi bedenin toplumumuzdaki işlevi konusunda açımlayıcıdır” diyerek, aynı boş zamanı cep telefonuyla uğraşarak geçirmenin sorun olmamasını bedene yapılan bir kötülük olarak görür. “Yürüyüş, dünyanın uçsuz

bucaksızlığını bedenin oranlarına indirger” (Breton, 2008: 27) diyerek de, yürümenin beden için ne manaya geldiğini açıklar.

Breton, kentte yürümek bahsini ise, duyularla birlikte ele almıştır. “Kent

insanın dışında değildir, içindedir, onun, gözlerinin, kulaklarının ve öteki duyularının içindedir, sahiplenir kenti insan ve ona yüklediği anlamlara göre etki eder” (Breton, 2008: 99) diyerek herkesin kenti kendine göre algılayacağını ve kent yürüyüşlerinde duyuların açık olması gerektiğini söyler. Fakat böyle bir yürüyüş, modernitenin ve kent kültürünün isteklerine karşı olarak yavaş bir yürüyüş olacaktır.

37

Benjamin de 1840’lı yıllarda pasajlarda kaplumbağa gezdirmenin kibarlığın göstergelerinden biri olduğunu kaydeder. Değişimin, makinelerin ve makineleşen insanların hızına karşı bir tepki olarak algılanabilecek bu kaplumbağa yürüyüşü, flanör için en uygun tarzdır. Kalabalıkla kendini özdeşleştiren fakat onların dışında kendi içinde yaşayan flanör, Benjamin’in “sis perdesi” olarak nitelediği kalabalığın ardındaki gerçekliği bulmak ister. Kalabalık, flanörün bir dedektif gibi aradığı kötü ve korkunç olanı görmesini engellediği için, korkuncu çekici kılar. Baudelaire’in birçok eserinde görünen toplumun dışlanmış tiplerini yüceltme ve onları olduğu gibi kabul etme hâli bu sebeplerledir. Baudelaire, kopmuş olduğu toplumdan zevk almasını korkunç olanda bulduğu çekiciliğe borçluydu. Kalabalığın ardında ulaştığı, “sis perdesi” olmadan gördüğü gerçeklikten “tat alan” Baudelaire’de kent, oranın sakinlerinin gözünden direkt olarak anlatılmamakta, anlatıma gördüğünden tat alan bir şairin estetik ögeleri eklenmektedir. (Benjamin, 2014: 148)

Breton da çağın hızının bu yavaş yürüyüşe tahammülü olmadığından bahseder:

“Aylaklık, acelesi olan insanın hüküm sürdüğü dünyada bir terslik gibi gözükür. Zamanın ve yerin tadın/ çıkarma olan yürüyüş bir kaçış, modernliğe bir naniktir. Çılgın yaşam ritimlerimiz içinde bir kestirme yoldur, mesafe almaya elverişli bir etkinliktir” (a.g.e.: 14)

Ona göre bir kenti arşınlayarak kendini keşfetmenin bir başka biçimi, gerçeküstücüler gibi, sokaklarda, rastgele, başıboş dolaşmaktır ve ancak böyle bir yürüyüş aylakçadır. 60’lı yıllarda sitüasyonistler bu rüzgârın götürdüğü yere gitme alışkanlığına tekrar sahip çıkmışlar ve bu tür yürüyüşleri “farklı ortamlardan

alelacele bir geçiş tekniği” gibi tanımlamışlardır.

Kentli belli bir amaçla evinden çıkıp bir güzergâhta yürüyebilir ama kimi zaman da keyfine bırakır işi ve adımlarını engellemeye çalışmaz. Yürüyüşçü, kimi zaman, belki ileride daha bilinçli olarak döneceği yerleri tanımak için elinde haritayla dolaşsa da kendi kişisel yolunu yaratarak keşfetmeye çalışır kenti. Kentte yerlerin çekiciliğinden başka bir sınır tanımayan aylak böyle yürür. Alışkanlıklarını

38

bir yana bırakır, alışık olduğu güzergâhlar ağını terk eder, onların ötesine geçer, unutur onları, aşar. Aylak kentte, ormanda yürür gibi yürür, keşiflere açıktır.

Aylak, kendi içinden gelen ses doğrultusunda yol alır, duygusal çekimlerini anlık sezgileri, bir yerin atmosferiyle ilgili sezgileri yönlendirir; girdiği yol beklentilerini karşılamamışsa ansızın, kolayca yolu kısaltır ya da başka bir yöne sapar. Yerlerin çekiciliğiyle baş başadır, tutsağı olmuştur ve henüz bilmediği ama kendisine değişik bir yaşam sunan coğrafi eşiği atladığında daha sonraki yerin çekiciliğine kapılır. Kendisine hüzün verici gözüken vasat bir yerden hoşlanmadığı da olur. İzlenen yol yürüyüşçünün duygusal durumuna göre asla aynı mesafelerde değildir ve görülen manzaralar da hep aynıları olmaz. Yorgunluk derecesi, acele etmek zorunda olmak ya da olmamak, yürüyüş için kendini hazır hissetmek ya da hissetmemek yürünen güzergâhı elverişli ya da elverişsiz hâle getirebilir. Bu bağlamda nesnellik her zaman yaşanan anın atmosferinden süzülür, bedenin bu işi sahiplenmesi ya da sahiplenmemesiyle ilgilidir, asla katıksız bir fizyoloji değildir, bir psikoloji, daha doğrusu duygusal bir coğrafyadır.

Benjamin ise flanörün yürüyüşünü, “Yürüme eylemi, atılan her adımla

birlikte daha bir güç kazanır; bistroların, dükkânların, gülümseyen kadınların baştan çıkarıcılığı gittikçe azalır; buna karşılık bir sonraki sokak köşesinin, uzakta, sisler içerisinde uzanan bir meydanın önünde yürümekte olan bir kadının sırtının çekiciliği gittikçe daha karşı konulamaz olur. Ondan sonra açlık gelir. Ama flâneur, bu açlığı dindirmenin belki de yüz yolundan birini bile öğrenmek istemez; bunun yerine yabancısı olduğu mahallelerde bir hayvan gibi dolanıp, yiyecek arar, kadın arar; ta ki bitkin düşüp, onu yabancı ve buz gibi bir ifadeyle kabul eden odasında, yatağında çöküp kalana kadar” şeklinde tarif eder. (Benjamin, 2014: 263) Benjamin’in tasviri, flanörün kalabalığın ardındaki insani olmayan yönü görüşünden kaynaklanan iç sıkıntısını da ortaya koymaktadır.

Breton “aylaklık etmek kentte yürümek sanatıdır” der. Sokak dört duvar arasındaki kentli gibi, binaların cepheleri arasında kendini evindeymiş gibi hisseden aylak için bir apartman dairesidir. Aylak, amatör bir sosyologdur ama aynı zamanda da güçlü bir romancı, bir gazeteci, bir siyaset adamı, bir anekdot toplayıcıdır. Her

39

zaman uyanık, gevşek ve uyuşuktur, hoş ve ince gözlemleri, mola verdiği bir kafede, notlar almadıkça ve gözlemlerini profesyonelleştirmedikçe ya da suç ortaklığı yapan bir kulak yorumlarını dinlemedikçe çoğu zaman anında unutulur, kaybolur gider. (Breton, 2008: 100-103)

Sivil itaatsizlik kavramını hukuki ve siyasi manada ilk kez kullanan düşünür Henry David Thoreau da her yürüyüşün bir haçlı seferi gibi olduğundan bahseder. Devletin yasaları ve vicdanı kıyaslayan ve ne olursa olsun insanın vicdani yasaları doğrultusunda hareket etmesi gerektiğini savunun Thoreau, yürüyüşü de sivil itaatsizliğe dahil eder ve yürüyüş için özgür olunması gerektiğini savunur. Aylakların bir evi yoktur fakat onlar her yerde evinde olan insanlardır. Bu mesleğin sermayesi olan boş vakit, özgürlük ve bağımsızlığı hiçbir servet satın alamaz. Thoreau’nun çalışma ve boş zaman üzerine fikrini de, “Bir insan ne kadar az çalışırsa, kendisi ve

içinde yaşadığı cemiyet bakımından o kadar faydalı olur” düşüncesinden ve

“Yeryüzünün tümüyle ekilip biçilmesini istemediğim kadar her insanın ya da insan parçasının ekilip biçilmesini de istemem” (Thoreau, 2013: 56) cümlesinden edinebiliriz.

Thoreau, kent içindeki flanörün değil, kenti terk edip ormana gidebilecek kadar özgürleşmiş, itaatsiz bir aylağın yürüyüşünü tarif etmektedir. Burada üzerinde durulması gereken ise, kentte ya da ormanda yürüsün, bir aylağın özgür ve itaatsiz olması gerektiğidir. Modern dünyanın gündelik hayatından sıyrılabilmiş biri ancak bahsedilen yürüyüşleri gerçekleştirebilir. Flanörlüğün temelinde yürüme edimi vardır.