• Sonuç bulunamadı

XIX. YÜZYILDA OSMANLI DEVLETİ’NDE SİYASÎ VE EDEBÎ DURUM

1.1. SİYASÎ DURUM

XIX. yüzyılda Osmanlı devleti, Fransız ihtilâlinin yaydığı milliyetçilik akımıyla sarsılmıştır. Sırp ve Yunan isyanları bu durumun göstergesidir. Mısır ve boğazlar sorunu da Osmanlı devleti için yıpratıcı olmuştur. Bunlar dışında Kırım ve Rus savaşları Osmanlı devletinin dağılma ve parçalama sürecini hızlandırmıştır. Bu yüzyıla damgasını vuran, ön plâna çıkan hükümdarlara ve onların dönemindeki önemli olaylara değinilecektir.

XIX. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti III. Selim (1789-1807) ile yeniliklere imza atmaya hazırlanıyordu. “III. Selim’in siyaseti ona birçok düşman kazandırmıştı. Selim, yeni bir ordu yaratma çabası yüzünden ordu kurumunu kendisine karşı soğutmuş ve ulemânın çoğunluğu, saraydaki seçkinler sınıfının genç üyeleri üzerindeki Fransız etkisinden hoşlanmamıştı” (Zürcher, 1993:43). Nizam-ı Cedid adında yeni bir ordu kuran III. Selim, Kabakçı Mustafa isyanı sonucunda tahttan indirildi.

Bu yüzyılda yaptığı yeniliklerle ses getiren bir diğer hükümdar (1808-1839) II. Mahmut’tur. Bu dönemde II. Mahmut ayanlarla “Sened-i İttifak” denen bir sözleşme imzalayarak yetkilerini kısmen de olsa kısıtlamıştır. Kimilerine göre Sened-i İttifak Türk Tarihinin “Manga Carta”sıdır (Kunt, 2000: 95). II. Mahmut döneminde 1826 yılında Yeniçeri Ocağı kaldırılarak yerine “Asakir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir ordu kuruldu. Bunlar dışında idarî, sosyal, eğitim ve sağlık gibi birçok alanda yenilikler yapılmıştır. Osmanlı kültür ve siyasî hayatına yön verecek olan ilk gazete Takvîm-i Vekayi 1831’de çıkarılmaya başlandı.

II. Mahmut’un ölümünden sonra yerine geçen Abdülmecid 1839’dan 1861’e kadar saltanat sürmüştür. Bu dönemin en önemli özelliği 3 Kasım 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilân edilmesidir. Bu fermanla Mustafa Reşit Paşa ve bazı çalışma

arkadaşları Hristiyan cemaatlerin aralarındaki ayrılıkçı düşüncelerin durdurulacağına, yabancıların özellikle de Rusların müdahale bahanelerinin bertaraf edileceğini düşünüyorlardı (Zürcher, 1993: 80-81).

Tanzimat dönemi iki alanda önem arz etmektedir: Birincisi askerî ve idarî alanda yapılan yeniliklerdir. Bu reformun hedefi ise zayıflayan merkezî otoriteyi yeniden güçlendirmekti. İkinci olarak Tanzimat fermanıyla başlayan hak ve özgürlüklere anayasal belgelerde yer vermekti (A. Cihan, İ. Doğan 2007: 66). Yine Abdülmecid zamanında 28 Şubat 1856’da “Islahat Fermanı” ilan edildi. Bu ferman Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında eşitlik sağlamayı amaç edinmiş bir belgedir (Armaoğlu, 1997: 258).

Abdülmecid, 25 Haziran 1861 yılında ölünce yerine ıslahatçı ve yenilikçi bir padişah özelliği taşıyan Abdülaziz padişah olmuştur. Türk tarihinin muammalarından olan Abdülaziz’in esrarengiz ölümünden sonra tahta aklî dengesi yerinde olmayan V.

Murat geçmiştir. Kısa bir süre sonra Yeni Osmanlıların ve onlara yakın çevrelerin çabalarıyla Meşrutiyeti ilan etmesi için başa II. Abdulhamid getirildi (Akşin, 2000:152-154). II. Abdulhamid, Mithat Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Mithat Paşa başkanlığında oluşturulan bir kurul önce bir anayasa hazırladı. Ortaylı’ya göre “ Meşrutiyet rejiminin ilânı bazılarının ileri sürdüğü gibi Avrupa reçetesinin eseri olmayıp Osmanlı kafasının eseridir. Avrupa meşrutiyet ve parlementoyla ilgili değildi.” (Ortaylı, 2003: 269). Meşrutiyetin ilânıyla ( 1876) halk ilk kez yönetime katılma hakkı elde etti, padişahın yetkilerinde kısıtlamalar oldu. Kısa bir süre sonra II. Abdulhamid Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek meclisi kapattı.

“Abdülhamid idaresinin özelliği olan sıkı ve otoriter rejim, onu tenkid edenlerin tabiriyle ‘istibdat idaresi’ devrin dağılma ve çözülme eğilimindeki imparatorluk gerçeğiyle yakın bir ilişki içinde ve onun tabii neticesi olmakla beraber, tek adam idaresinin meydana getirdiği zaafiyet, bir zaruretin geniş ölçüde göz ardı edilmesine yol açmış ve Abdülhamid devrinin yargılanmasında “istibdat” esas âmil olmuştur.”

(Beydilli, 1999: 105).

XIX. yüzyılda sosyal hayatta İstanbul’dan başlamak üzere etkili olan Batı etkisi daha sonraki yüzyılda da devam etmiştir. Avrupa Devletlerinin yöntemlerini alarak güçlenmek isteyen devlet anlayışı, halk düzeyinde de kendi değerlerine karşı güvensizlik, Batı kültürüne özenti şeklinde kendini göstermiştir. Bütün bu

değişiklikler toplumun üst tabakalarından başlayarak diğer katmanlara ulaşmaya çalışmıştır (Şirin, 2002: 256).

1.2. EDEBÎ DURUM

XIX. yüzyılda siyasî alanda olduğu gibi Klâsik Türk edebiyatı alanında da değer kaybetmeler kendini göstermektedir. Şiire yeni bir soluk katan Şeyh Galip’ten sonra bu yüzyılda Dîvân şiiri alanında eskinin tekrarı mahiyetinde şiirler yazılmıştır.

Şiirde basitlik ve bayağılık görülmeye başlanmıştır. Duygu ve hayal zenginliğinden yoksun bir tarzda yazılan bu şiirlerin dili İstanbul Türkçesi’nden uzaktır. Görünürde şiir olan; fakat ahenk unsurlarından yoksun bu dönemin şiirlerinde vezin kusurları sıkça görülmektedir (Şentürk, Kartal , 2007: 353). Kafiyeye genel olarak bakıldığında vezne uydurmak amacıyla kelime seçildiği görülecektir. XVIII.

yüzyılda Nedim’le başlayan Mahallileşme” akımıyla birlikte şiirde de halk söyleyişlerine aşırı bir şekilde yer verilmiştir. Klâsik Türk edebiyatının başlangıcında olduğu gibi çöküş döneminde de dinî ve tasavvufî özelliklerin hâkim olduğu şiirler yazılmıştır. Tasavvufla ilgisi olmayan şâirlerin de bu konuda şiirler yazdıkları görülmektedir. Dinî şiir yazmada da önceki yüzyıllara nazaran daha basit hatta bayağı şiirler yazılmıştır (Mengi, 1999: 231-232).

Gelişmeye yeni başlayan yeni edebiyat anlayışının yanında klâsik geleneği devam ettirmek isteyen kimi şâirler bu alanda edebiyata orjinallik katma çabalarına girmişlerdir. Bu amaçla 1861 yılında “Encümen-i Şuârâ” isimli bir topluluk kurulmuş ve çalışmalarını bir yıl devam ettirmişlerdir. Bu topluluktaki şâirler Hersekli Arif Hikmet’in evinde toplanır, şiir konusunda konuşur, tartışırlardı. Bu topluluğun içinde bulunan diğer şâirler şunlardır: “ Leskofçalı Gâlip, Osman Şems Efendi, Koniçeli Musa Kâzım, Yenişehirli Avni Bey, Manastırlı Hoca Nailî, Hâlet Bey, Recaizade Mehmed Celâl, Memduh Fâik Bey, Deli Hikmet, Mustafa Refik Bey, Üsküdarlı Hakkı Bey, Sâlih Fâik Bey, Mustafa İzzet Efendi, Sadullah Râni Bey, Mustafa Eşref Paşa, İrfan Paşa, Mustafa İsmet Efendi, Ziya Paşa ve Namık Kemal.”

( Mermer vd. 2008: 513).

Bu yüzyılda “İlhamî” mahlasıyla III. Selim ve “Adlî” mahlasıyla II.

Mahmud dışında şiirle uğraşan padişah çıkmamıştır. İç ve dış sorunlarla uğraşan padişahların şiir yazmadıkları görülmektedir. Dönemin şâirlerine genel olarak bakıldığında şâirlerin çoğunlukla İstanbul’da yaşadıkları, kâtip sınıfından yetiştikleri görülmektedir. Saraydan beklediği desteği bulamayan şâirlerin sığınak yerleri tekkeler olmuştur. Sosyal hayata bakış yönünde önem arz eden hicivlerin sayısında azalma görülmektedir. Aynî, Kâzım Paşa ve Eşref gibi şâirler hiciv alanında seviyeyi yükseltmişlerdir. XIX. yüzyılda kaside ve mesnevî alanlarında önemli şâirler yetişmemiştir (İsen vd. 2003: 154-155).

XIX. yüzyılda çok sayıda şâir yetişmesine rağmen dîvân şiirinin bu asırdaki hâkim hayatı yüzyılın ilk yarısındadır. Dönemin şâirleri, yeni bir hamle yapamayan şâirlerin İran tesirinden kurtulup kendi klâsiklerini örnek almaya çalışmaları Dîvân şiirinin lehinde bir durumdur (Banarlı, 1998: 829). Dîvân şiirinin sona erdiği on dokuzuncu asırda na’t yazan şâirlerin sayısında artış görülmektedir. Bu dönemde na’t yazan şairler şunlardır: Enderunlu Vasıf, Keçecizâde İzzet Molla, Ali Safâyî Dede, Ayntablı Aynî, İffet Bursevî, Leylâ Hanım, Sermed, Hersekli Arif Hikmet Bey, Şeref Hanım, Osman Nevres, Senîh-i Mevlevî, Yenişehirli Avnî Bey, İrfan Paşa ve Dağıstanlı Dehrî’dir ( Yeniterzi, 1993: XXVI).

Kısacası, bu yüzyılın manzarasına bakıldığında şiirde bir zevk bozulması, küçük sözcük oyunlarına dayanan ilhamlar göze çarpmaktadır. Mahallileşme adı altında kuru bir realizm ve değerlerin zayıflamasından gelen bir sensualite teşhiri söz konusudur (Tanpınar, 2006 : 81).

2. ŞÂİR HASAN HİLMÎ EDİRNEVÎ’NİN HAYATI, SANATI VE