• Sonuç bulunamadı

5. XIX YÜZYIL OSMANLI TOPLUMUNUN TASAVVUFİ YAPISI

5.2. XIX Yüzyıl Osmanlı Devletinde Siyasî Durum

XIX.yüzyıl Bektaşîliğin horlandığı, Yeniçerilerle münasebetlerinin bahane edilerek tekkelerinin kapatıldığı, şeyhlerinin sürüldüğü veya idam edildiği tekkelerine el konulduğu sıkı bir takip ve ihbar furyasına maruz bırakıldığı bir sindirme dönemi olmuştur. Özellikle 1826 Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra şiddetli bir şekilde üzerlerine gidilen haksız ithamlara maruz bırakılan Bektaşîler bu yy.dan sonra takiyye yaparak kendilerini günümüze kadar gizleme gereğini duymuşlardır. Bugün hâla devam edegelen bu çabanın arka planında daha önce yaşanmış olaylar yatmaktadır.

Ortaylı bu dönemi “…belki de Sultan II. Mahmut’un adlį ünvanı üzerinde düşünmeyi gerektirecek, bir despotik devir” olarak yorumlar. (Ortaylı 1995:281)

Türābî’nin de yaşadığı ve Pir evinde dedebabalık yaptığı bu yüzyılı Bektaşîler açısından daha yakından tanımak için yüzyılın genel bir görünümüne ve önemli olaylarına bakmanın daha iyi olacağı kanaatindeyiz.

“ Bu asırda İmparatorluğun başında iyi bir şâir, güzel sanatlara düşkün, açık fikirli fakat zaafa varan derecede yumuşak huylu olan III. Selim (1789-1807), amcasının inkılapçı fikirlerinin takipçisi, cebri modernleşmenin āmiri II. Mahmud (1808-1839), nahif ve narin yapılı, Tanzimat Fermanı’nı biraz da onaylamak zorunda kalan, Batı’nın bütün kurumlarının hayranı Abdülmecid (1839-1861), güçlü, kuvvetli bir pehlivan ve ağabeyinin Batıcı karakterine karşı muhafazakâr sayılan Sultan Abdülaziz (1861-1876), imparatorluğu koruyabilmek için seleflerinin aksine farklı yöntemler uygulamasıyla tanınan II. Abdülhamid padişah olarak bulunmuşlardır. (Yücer 2003:53)

Bu yüzyıla Osmanlı ıslahatla başlar ve sonuna kadar da öyle devam eder. Ancak bütün ıslahatlar, başlayan bir yabancılaşma sürecinin muhtelif atılımlarından ibaret kalır ve sonuçlara ulaşılmaz; başka bir yol da bulunmadığından yine ıslahatlara devam edilir. (Köseoğlu 1988:14)

XIX.yüzyıl imparatorluğun kuruluşundan itibaren iktisadi, içtimai, idari, askeri,tedrisi, imarî, sınaî velhasıl bütün alanlarda en uzun yüzyılını yaşadığı bir devredir. Asrın başlarında kurulu olan Nizām-ı Cedįd (1789-1807), beraberinde getirdiği yeni vergiler, yeni okullar, tercümesi gereken kitaplarla geniş kapsamlı bir çalışmayı kapsamaktadır. Aynı dönemde Kafkasya’daki Rus ilerlemeleri; Napolyon’nun Mısır’ı işgali (1789-1800), buna mukabil İngilizlerin Osmanlı’ya destek sağlaması, Nizam-ı Cedįd’e karşı başlayan Kabakçı İsyanı (1807), akabinde III. Selim’in tahttan indirilerek öldürülüşü, gidişatı beğenmeyen Alemdār Mustafa Paşa’nın İstanbul’a gelerek olaylara el koyması (1808); Balkanlarda Yunan ve Sırp ayaklanmaları (1807), Rusya ile süren savaşlar (1806-1812), İran Savaşı (1821-1823), Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması (1826), Rusların Edirne’yi almaları (1828-1823), Yunanistan’nın bağımsızlığını kazanması (1830), Fransa’nın Cezayir’i işgali, Mehmet Ali Paşa’nın Suriye ve Irak’ı işgal edip Kütahya’ya dayanması (1833-1841) bu devrin önemli olaylarıdır. (Karal 1995:53-54)

Yeniçeri Ordusu’nun lağvı, ulemānın gücünün kırılması ve yeni reform programlarının uygulamaya konulmasıyla, toplum içerisinde siyasi gücün bürokratların özellikle de batılı-laik- okullarda okumuş veya Avrupa’ya seyahat etmiş subay ve tercümanların eline geçmesine neden olmuştur.

Bu gruptaki bürokratların başında Mustafa Reşid Paşa (1800-1858) ve onun himayesinde yetişmiş olan Mehmet Ali Paşa (1815-1871) ile eski bir tıp öğrencisi olan Mehmed Fuad Paşa (1815-1869) gelmektedir. Artık II. Mahmud döneminin aksine her din ve mezhebe bilhassa tarikatlara hoşgörüyle bakılmaya başlanmıştır.” (Yücer 2003: 54)

Osmanlı eski ihtişamına dönüp bir zamanlar kaale almadığı Batı ile rekabet edebilmek için modernleşme çalışmalarına başlamıştı ama zihniyet devrimi yapmadan modernleşmenin de pek mümkün olmadığının farkında değildi.

Korkmaz’ın dediği gibi “Osmanlı’nın asıl çıkmazı, 16. yüzyılın ortalarından itibaren askerî, ilmî ve iktisadi sahalarda bozulan kurumlarına yeni bir dinamizm kazandıracak yenilik hamlesini bir türlü yapamayışında, daha da kötüsü, böyle bir hamlenin gereksizliğine inanır hale gelmesinde yatmaktaydı. Özellikle Osmanlı aydın ve idarecilerinin böylesine bir problem yitimine uğramaları ve dünyaya bakışlarındaki daralmanın elbette birçok nedenleri vardı. Bunların en başında gelen ve şüphesiz en acımasız olanı; dört yüz yıllık mutlak bir dünya hākimiyetinin oluşturduğu aşırı kendine güven duygusu idi. Bu aşırı güven duygusu, onu kaygı’dan savunma ve güvenlik reflekslerinin zayıflamasına ve bir süre sonra da felç olmasına neden olacaktı. Oysa kaygı, ontolojik anlamda insanı kuran bir itkidir; bireyin ve toplumların geleceğini biçimlendirir. Kaygılarını yitiren birey ve toplumlar, gelecek tasarımlarını da yitirirler” (Korkmaz 2004:10-11).

İmparatorluk gururu yeniliğin, modernleşmenin yolunun Batı medeniyetinde olduğunun belki farkındaydı ama “tarihinde üstün medeniyetlere sahip milletlerin mütefekkirleri de kendi medeniyetinin içinde kalmış ve çoğu zaman onu aşamamıştır” (Turan 1978:543).

“Yeniçerilerden müstakil, onların yanı başında talimli bir ordu kuruldu. Nizam-ı Cedįd adındaki bu ordunun yetiştirilmesi amacıyla Fransa’dan subaylar getirildi. Tersaneyi genişletmek, yeni havuzlar, yeni gemiler inşa etmek maksadıyla Avrupa’dan mühendisler getirildi. Barut, kâğıt ve kumaş fabrikaları veya imalathaneleri kuruldu. İlmi eserler basmak üzere Üsküdar’da ikinci bir matbaa tesis edildi. (Yücer 2003:55)

Nizām-ı Cedįd dar anlamda III. Selim devrinde Avrupa usulünde yetiştirilmek istenen talimli askeri anlatır; geniş anlamda padişahın düşünüp de yapamadığı bütün yenilik hareketlerini içine alır. (Mutluay 1988:12)

Yeni kurulan Mühendishāne-i Sultānį, Mühendishāne-i Berr-i Hümāyūnla birleştirildi. Okul için ilmî ve askeri eserler Türkçe’ye tercüme ettirildi. Yarı resmi de olsa ilk gazete olan Takvim-i Vakāyi çıkarıldı.

II.Mahmud döneminde Yeniçerilerin yerine Asākir-i Mansūre-i Muhammediye adıyla yeni, talimli bir ordu ihdas edildi. Rüşdiye mektepleri kuruldu; ilköğretim mecburi hale getirildi (1824). Mekteb-i Ulūm-ı Edebiyye, Mekteb-i Ulūm-ı Āliye, Tıbhāne-i Āmire (1826) ve Gurabā gibi ilk sivil mekteplerin açılması da devrin sonlarında gerçekleşti. Aynı şekilde yeni kurulan ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere bazı fabrikalar tesis edildi. İlk nüfus sayımı yapıldı, posta teşkilatı kuruldu, yurt dışı çıkışları için pasaport ihdas edildi. Uzun müddet üzerinde düşünülen karantina usulü kabul edildi. Geleneksel “Divan” örgütü değiştirilerek Batılı usulde bakanlıklar kuruldu. Çok önemli bir yenilik gerçekleştirilerek valiler maaşlı hale getirildi ve merkeze bağlandı. Özellikle bu yüzyılda Osmanlı kendi başına buyruk valilerden ve ayanlardan çok çekmiş isyanlar koca devletin itibarını ayaklar altına almıştır.

II. Mahmud döneminde başlanılan Islahat hareketlerine Sultan Abdülmecid tarafından da devam edildi. 3 kasım 1839 tarihinde devlet ile fert arasındaki münasebetleri tayin edecek kanunların çıkarılmasını vadeden Tanzimat ilan edildi.8

8

Bu devirde yapılan değişikliklerin esasını, askeri alanlardaki yenilikler ve gayretler oluştururken Tanzimat dönemi(1839-1876) idāri, ekonomik, dinî ve sosyal alanlardaki düzenlemeleri kapsamaktaydı. Toplumun ihtiyaç duyarak talep ettiği bir yenilik değil, devletin bekāsı için uygulama alanına soktuğu bir değişme ameliyesi olarak Tanzimat, Osmanlı Toplumuna derinlemesine nüfus etmemesine ya da

Tanzimat, Osmanlı Devleti’nin gerileme nedenleri araştırılırken bunun devlet kurumlarında ve anlayışında ilerleme ve yenilenmelerde geri kalınmasından meydana geldiğinin anlaşılmasından doğan ıslahattır (Uçarol 1995:180).

Başka bir deyişle, Osmanlı Devleti’ne Batı anlamında bir düşünce ve yönetim şekli getirmek için, Avrupa’dan esinlenerek yapılan programlı bir yenilik ve kültür hareketidir (Eren 1970:709).

Başlıca amacı, imparatorluk içindeki halkın bir kısım haklarını genişletmek, Müslüman ve Hristiyan toplumları manen ve siyasi yönlerden birbirine yaklaştırarak iç barışı ve bütünlüğü sağlamaktı. “Bazı tarihçilere göre –ilk haklar beyannamesi- olarak tanınmasına rağmen aslında bir problem haline gelmiş olan Osmanlı imparatorluğu meselesini gittikçe ağırlaşan ve artan yabancı müdahalesinin baskısı altında çözme savaşıdır” (Mutluay 1988:22).

Tanzimat Fermanı ilan edildikten sonra uygulama alanına konulmak için illerde komisyonlar kurulur arkasından fermanın öngördüğü kanunlar çıkarılmaya başlanır; askerlik, yönetim, sosyal, ekonomik, eğitim ve kültürel alanlarda geniş kapsamlı yenilik hareketlerine girişilir. Fakat bütün bu yapılan yeniliklerden istenilen sonuç alınmaz (Karal 1961:171).

Bütün yapılan yenilikler kötü gidişe dur demek içindir. Bir çırpınış bir haykırış belki de derin bir soluk alma dönemidir bu dönem. Ne var ki zihni alt yapısı olmayan tüm kurumlarıyla –özellikle ulema sınıfıyla- yenilikleri benimseyemeyen dar görüş, Tanzimat’ı vitrin yeniliğinin ötesine taşıyamamıştır.

Yine bu dönemde Rusya ile bir savaşa girilmesi, Islahat Fermanı’nın ilān edilmesi (1856), ilk defa dışarıdan borç alınması, Meclis-i Dāniş (Encümen-i Dāniş)9,

Müslüman nitelikli avam üzerinde derinlemesine etki bırakmamasına rağmen kendine “yeni bir sınıf” oluşturmayı başarmıştı.

9

Encümen-i Dāniş ve görevleri için bk. Abdullah UÇMAN “Encümen-i Dāniş” TDVİA 11.cilt 176-178; A.Hamdi TANPINAR, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi İstanbul1956; Ziya BAKIRCIOĞLU, “Encümen-i Dāniş” TDEA, C.III s.43-44

Dārulfünūn, Ebe Mektebi, Ziraat Mektebi, Orman Mektebi, Telgraf Mektebi gibi okulların Maarif Nezaretine bağlanması gibi gelişmeler olmuştur.

Islahat Fermanı Rusya’nın, Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisinde bulunan Hrıstiyanları korumak ve ayrıcalıklarını çoğaltmak istemesi iddiasından yoksun bırakmak için Osmanlı Devleti’nin müttefiklerinin(İngiltere, Fransa, Avusturya) Babıalinin hükümranlık haklarını bozmayacak bir şekilde, Hrıstiyan uyruğun hak ve ayrıcalıklarını belirleyen yeni bir Islahat Fermanı’nın çıkarılmasını istemesi neticesinde Osmanlı Devleti’nin müttefiklerinin iç işlerine karışmalarını önlemek için ilan ettiği bir fermandır. (Karal 1961: 258)

Esas amacı Osmanlı içindeki tüm toplulukları ırk, din, dil ayrımı gözetmeden bir Osmanlı toplumu bilinci etrafında birleştirmek olan ferman sadece Müslüman olmayan halkların haklarını genişletmiş, gayrimüslimlere verilen tavizler ayrılığı körüklemiş, askerliğe alınan gayrimüslimler de hoşnutsuz olmuş bu yüzden ferman kağıt üzerinde kalmaktan kurtulamamıştır.

Bu fermanın en büyük zararı, Osmanlıya her fırsatta büyük devletlerin iç işlerine karışma salahiyetinin verilmiş olmasının önünün açılmasını sağlamasıdır.

Bütün bu ıslahat çalışmalarında tutulan amaç, devletin örgütlerinde bir yenilik yapmak değildir. Islahatçılar, imparatorluğun bozulmuş olan düzenini kuvvete dayanarak tekrar kurmak istemişlerdir. (Mutluay 1988:11)

1861’de vefat eden Abdülmecid’in yerine pehlivan yapılı kardeşi Abdülaziz tahta geçer. 1881’de Mısır, 1867 Haziranında Fransa ve İngiltere seyahatlerine çıkar. Avrupa’dan pek çok yeni silah alır, bugünkü İstanbul Üniversiyesini Harbiye Nezareti olarak inşa ettirir. Askeri Rüşdiye, birçok askeri kışla ve tersane inşa eder, Bahriye Nezaretini kurar, aldığı firkateyn, zırhlı, kalyonlarla Türk deniz kuvvetini dünyada üçüncü sıraya çıkarır. İzmit-Sofya arasında döşettiği ağla toplam 452 km. olan demiryolu ağını 1344 km.’ye çıkartmış, yeni karayolları yaptırmış, 1874’te Galata Tüneli açılmış, itfaiye teşkilatını kurmuştur.

1861’de İnās okulu faaliyete geçmiş, 1864’te Dil okulu, 1868’te Fransa’nın verdiği nota sonucu Galatasaray Lisesi eğitime başlamış, 1869’da Maarif-i Umūmiye

Nizamnāmesi neşredilerek eğitim işinin devletin asli görevi olduğu ilân edilmiş, yeni meslekî ve teknik okullar açılmış, 1866’da Mekteb-i Tıbbıye, 1867’de Eczacılık Mektebi kapılarını açmış, Fransız sisteminden alınan İdarî Teşkilat kanunuyla 1864’te Eyalet sistemi terk edilerek Vilāyet sistemine geçilmiş, adalet sisteminde değişikliklere gidilmiş, Mecelle Cemiyeti kurulmuş, Batılı devletlerin baskısıyla yabancılara mülk edinme hakkı verilmiş, 1873’te yayımlanan irade ile vakıf mallarının yabancılara satılması serbest bırakılmış, “emniyet sandıkları” ve “memleket sandıkları” oluşturulmuş, Bank-ı Osmani-i Şāhāne kurulmuştur. Dört milyon altın sarf edilerek Çırağan Sarayı, Kasırlar ve av köşkleri yaptırılmış, borçlar 200 milyon altına ulaşmıştır.

“Bu arada Eflak ve Boğdan’ın Prensliğe geçmesi(1861), Osmanlının Sırbistan ve Karadağ’dan çekilmesi(1862), Islahat Fermanı(1875), Yemen İsyanı(1870-73), Girit İsyanı (1876), Bulgar İsyanı (1876) gibi karışıklıklar devlet adamları arasındaki huzursuzluğu artırmış, 1876’da Sultan Abdülaziz hal edilmiş, 1 Haziran 1876 günü de odasında intihar süsü verilerek katletmiştir.10

Bütün bu gelişmeler arasında Almanlara Bağdat demiryolu ihale edilmiş, Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Hukuk, Sanāyi-i Nefise, Hendese-i Mülkiye, Dārulmuallimāt gibi yüksek okullar, Māliye Mektebi, Halkalı Ziraat Mektebi, Ticaret Mektebi, Orman ve Maādin, Lisān, Dilsiz ve Āmā Mektepleri kurulmuş, Vilāyet merkezlerinde Rüştiyeler, Bayezid ve Yıldız Kütüphaneleri açılmış, Arşivler, Kataloglar hazırlanmış, Almanya’ya eğitim için Türk subayları gönderilmiş, Yıldız Çini fabrikası açılmış, Güney Afrika ve Japonya gibi uzak ülkelere din alimleri gönderilerek İslāmiyet’in yayılmasına gayret gösterilmiştir.

5.3. XIX. Yüzyıl Türk Edebiyatına Genel Bir Bakış

10

Sultan Abdülaziz Dönemi olayları için bk. Rifat UÇAROL, Siyasi Tarih (1789-1994) İstanbul 1995; Enver Ziya KARAL, Osmanlı Tarihi VII.Cilt TTK Ankara 1995; Fahir ARMAOĞLU, 19.Yüzyıl Siyasi Tarih (1789-1914) TTK Ankara 1999; İ.Hakkı ONGUNSU, “Abdülaziz”, TDVİA, I, 57-60; C.KÜÇÜK, “Abdülaziz”, TDİA, I, 179-185

XIX. yüzyılın ilk yarısında Türk şiirinin görünümü, geçen yüzyıllardan pek değişik değildir, Nedim’den itibaren başlayan bir zevk bozulması ve dağılışı, esin

kaynaklarının küçüklüğü, kelime ve ifade oyunlarından öteye geçemeyen bir buluş yoksulluğu, yerli olmaya çalışıldığı halde bir türlü bulunamayan mesnevi konuları, daha çok nesre ait özelliklerin artması bu yüzyılın nitelikleridir (Tanpınar 1985:77).

Nedim’de zarif bir senteze ulaşarak ifadesini bulan “mahallî tarz” etkisini göstermeye devam etmiştir. Ancak bu dönemdeki şiirlerde Nedim’deki zerafetin yerini bayağılığın aldığı, duygu derinliği, hayal zenginliği ve ahengin yok olduğu şiirlerin zevksiz manzumeler haline geldiği dikkat çekmektedir.

Tasavvuf bu dönem şairlerinin beslendiği önemli şiir kaynaklarından biri olma özelliğini devam ettirmiştir. Özellikle çeşitli tarikatlara mensup şairlerin fazlalığı oranına paralel olarak dinî-tasavvufî şiirlerin sayısında da artma olmuştur. Herhangi bir tarikata mensup olmayanlar ise tasavvufi terminolojiden istifade etmişlerdir. (Şentürk, vd.2004:467)

Bu dönemde klasik şiiri içine düştüğü kısır döngüden kurtaracak hamleyi yapmak üzere Encümen-i Şuarā isimli bir edebi topluluk kurulmuştur.86 Bu devirde geçmiş asırlarda kullanılan nazım şekillerinin kullanımına devam edilmiştir. Ancak bunlardan bazılarında bir artış, bazılarında gözle görülür bir azalma olmuştur., bazılarında gözle görülür bir azalma olmuştur. Özellikle bentlerden kurulu nazım şekillerinde olan artış dikkat çekmiştir. Tercî-bendler, terkib-bendler, şarkılar ve çeşitli tarih kıt’aları bunlardandır.

Asrın başlarında Şeyh Galip, Keçecizade İzzet Molla, Enderunlu Vāsıf, Akif paşa, Şeyhülislam Yahya Efendi gibi şahsiyetlerle ayaklanan geleneksel ve klāsik edebiyatımız; yerini Tanzimat’la birlikte Batı tesirli akımlara bırakacak ve başını Şinasi,

86

Encümen-i Şuarā, daha çok ortak bir zevki paylaşan, bir yerde toplanarak şiir ve edebiyat sohbetleri yapan, daha önce birbirleriyle tanışan, aynı kültür ve anlayışa sahip insanların bir araya gelerek oluşturdukları bir dost meclisi görünümü arzetmektedir.

Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi kimselerin çektiği vatan, millet gibi kavramları ön plana alan Fransız Edebiyatı’ndan mülhem şahsiyetler öne çıkacaktır.

Enderunlu Vasıf, İzzet Molla ve Âkif Paşa klâsik şekillerle eskiye bağlanmakla birlikte, özellikle İzzet Molla ve Âkif Paşa’nın şiirlerinde yeninin izlerine rastlamak mümkündür.

Bu dönemde matbaanın gelmesiyle birçok divan neşredilmiştir. Klasik kültürü besleyen kaynakların hala devam ettiği bu dönemde üslup sahibi bir şair yetişmemiş ve doğal olarak ortaya mükemmel eserler konulamamıştır (Şentürk 2004: 469). Bu dönem eserleri derinlikten uzak, titizlik ve ahenkten mahrum vezinli-kafiyeli söyleyişler görünümündedir. Tasavvufun etkisi bu dönem şairleri üzerinde de devam etmiştir. Başta, Mevlevî dergâhı olmak üzere, Nakşibendî, Celvetî ve Bektaşî dergâhları şairlerin feyiz aldıkları mekânlar olmuştur.

Bu dönemin önemli bir özelliği divan şairlerinin yeniyi bulabilmek için halk şiiri şeklini kullanmaları, halk şairlerinin de kendi sanatlarını divan şiirinden alınmış kelime ve unsurlarla zenginleştirmeleridir.

Bu dönemde İmparatorluğun büyük kültür merkezlerinde yetişen saz şairleri şehir muhitinin tabiî tesiriyle klasik şairlere özenmeye başlamıştır. Diğer taraftan Halk Edebiyatı, edebiyattaki “mahallileşme cereyanı” nedeniyle yüksek sınıf arasında kabul görmeye başlamıştır.35

Köprülü’ye göre; muhtelif tarikatlara mensup tekkeler, klasik şiir ile halk şairlerinin buluşmasına mekânlık etmiştir. Medrese ilmine yabancı hatta düşman olan saz şairleri tekke muhitinde muhtaç olduğu serbest irfan havasını teneffüs etmeye, klasik mūsikiye ve klasik şiire aşina olmaya başlamıştır (Köprülü 1940:451-453).

XIX. asırda şiirlerinde âşık ve halk edebiyatına ait birçok unsur bulunmaktadır. Saz şairlerinin kullandığı dili Divan edebiyatı lügatine açan, âşık tarzının bütün

35

Saz şairleri halk arasında propoganda vasıtası olması nedeniyle devletin bunları kontrole ehemmiyet verdiği, âşıkların reisi eliyle kendi propoganda için kullandığı II. Mahmud, Abdülmecid, Abdülaziz zamanında saraydan tahsisat alan 20-30 âşık bulunduğu kaynaklarda geçmektedir.bkz. F. Köprülü, Türk Saz Şairleri C. III Antoloji, İstanbul 1940, s.453

özellikleri iyi bilip şiirlerinde tasavvufu işleyen Erzurumlu Emrah(ö.1293/1876), Bektāşî tarikatına intisap etmiş Ruhsati, bu dönemin önemli şahsiyetleridir.

XIX. asırdaki meşhur Bektāşî şairleri ise şunlardır: Esǿad Baba, Cesarî, Tekirdağlı Cemālî Baba, Ankaralı İbrahim (Dertli), Borlu Meknūni, Türābî Ali Dedebaba, Kalecikli Mirǿatî, Perişan Baba vs.(Ergun 1930:53-264)

Bu yüzyılda divan şairleri, şiirlerinde herhangi bir yenilik katmadan eskiyi tekrarlama alışkanlıklarını sürdürürler. Halk şairleri ise, bir ikilem içerisindedirler. Bir yandan geleneklerini sürdürmek, bir yandan yüksek zümre edebiyatına katılmak gibi.

BİRİNCİ BÖLÜM

1. Türābî’nin Hayatı

19. yüzyılın sevilen, şiirleri dilden dile, gönülden gönüle dolaşan Alevi-Bektaşi zümreleri içerisinde saygıyla anılan ozanı, Bektaşi Dedebabası Türābî hakkında çok az sayıda araştırma ve inceleme yapılmış ve bu çalışmalar birbirinin tekrarı olmaktan öteye geçmemiş, yeni bilgiler ortaya koymamıştır.87

87

Türābî hakkında sınırlı sayıdaki kaynaklarda çok az ve tekrarlanan bilgiler verilmiştir. Bunların başlıcaları şunlardır: Saadettin Nüzhet Ergun, Bektaşi Şairleri İstanbul 1930 s.376-385; Saadettin Nüzhet Ergun, Bektaşi Şairleri ve Nefesleri İstanbul 1945 s.317-318; Müjgan Cunbur, Başakların Sesi Ankara 1969 s.317-319; Turgut Koca, Bektaşi Nefesleri ve Şairleri Maarif Kütüphanesi İstanbul s.443-451; Refik Ahmet Sevengil, Yüzyıllar Boyunca Halk Şairleri Tan Matbaası İstanbul 1965, s.405-408; İsmail Özmen, Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi C.4 Kültür Bak. Yay. Ankara 1995 s.153-156; Mehmet Nail Tuman, Tuhfe-i Nāilį (Divan Şairlerinin Muhtasar Biyografileri) Bizim Büro Yay. ; İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu IV.cilt Milli Eğitim Basımevi İstanbul 1969; Bedri Noyan, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik Şahkulu Ardıç Yay. İstanbul 1998 s.327-329; Levent Ali Çanaklı, Türābî Divanı Bursa 2002 (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi); Abdülbaki Gölpınarlı, Bektaşi Nefesleri İstanbul 1992 İnkılap Kitabevi ; Müfid Yüksel, Bektaşilik ve Mehmed Hilmi Dedebaba İstanbul 2002 Bakış Yay.; Atilla Özkırımlı, Alevilik-Bektaşilik Edebiyatı ve Edebiyatı Cem Yay. İstanbul 1985 s.261; Mustafa Sever Türk Halk Şiiri Kurmay Yay. Ankara 2003

1849-1868 yılları arasında tam 19 yıl Hacı Bektaş Tekkesi postunda oturan Dedebabalık yapan Türābî; farklı kaynaklarda Ali Türābî, Hacı Ali Türābî ve Yanbolulu Elhac Ali Türābî diye de geçmektedir. Bir şiirinde asıl adının Ali olduğunu söyler.

“Mahlasım derler Türābî, namım el-hac Ali” (Tarih)

Hacı Ali Türābî Dedebaba’nın doğum yeri hakkında kaynaklar farklı bilgiler vermektedir. Onun Yanbolulu, Yanyalı, Koniçalı ve Ankaralı olduğu şeklindeki değişik görüşlere rağmen doğum yerinin tam olarak neresi olduğu anlaşılamamıştır. Divanında da bu konuda herhangi bir bilgi yoktur.88 Bütün bu değişik görüşlere karşın şairimiz Yanbolulu Hacı Ali Türābî olarak tanınmaktadır.

Halil Revnakî Baba’dan mücerred ikrārı alıp aşama aşama yükselerek 1285 H (1868M)’de Çorumlu Hüsni Dedebaba’nın 1849’da ölümü üzerine Hacı Bektaş Dergâhı postuna oturmuştur.89

Türābî’nin posta oturuş sırası kaynaklara göre değişiklik göstermektedir. Bazı kaynaklar Türābî Ali Dedebaba’nın, 19 ( A.Rıfkı, Bektaşi Sırrı 1327-1328:2/121; Hilmi Baba, Kâşifu’l-Esrar Reddiyesi:48), diğerlerine göre ise 20. sırada Hacı Bektaş Dergahı postuna oturduğunu yazarlar. Mir’atu’l-Mekasid ve Bektaşi Sırrı kitapları Türābî Ali Baba’nın 1266/1849 tarihinde Dedebabalık postuna oturduğunu naklederken, (A. Rıfkı, 1293/188; A. Rıfkı, 1327-1328:2/121) Pirevi ve postnişinleri ile ilgili manzum destan yazarı Hatifî’ye göre, posta oturuş tarihi 1268’dir ( Yüksel 2002:20)

Sene bin ikyüz altmış sekizde

88

Saadettin Nüzhet Ergun, Bektaşi Şairleri ve Nefesleri adlı eserinde “ Türābî’nin nerede doğduğunu katǿi olarak bilinmediğini Yanya’da ve Koniça’da Türābî Baba isminde azizlerin mezarlarının bulunduğunu kaydediyor. Fuad Köprülü ise İkdam gazetesindeki yazısında Ankaralı olduğunu söyler.

Benzer Belgeler