• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2:ADALET VE KALKINMA PARTİSİ HÜKÜMETLERİNİN AVRUPA

3.2. Reformların Ordu-Sivil İlişkileri Üzerine Etkileri

3.2.4. Vesayetin Yargıya Devri

Türkiye gibi zor ve girift ilişkilerin hüküm sürdüğü ülkelerde, asker-sivil ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde kurulması hiç de kolay değildir. Nitekim çok partili hayatımızda yaşanan darbeler, müdahale ve krizler bu ilişkinin çetrefil bir hal aldığını ortaya koymaktadır. Bu zorluk, belli bir siyasi görüş için değil, tüm siviller, tüm siyasetçiler, tüm asker-sivil bürokratlar için geçerlidir (Doğan, 2009).

Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümeti ile asker ilişkileri arasında süren, birincinin demokratikleşme çabalarına karşı ikincinin direnç göstermesi henüz bitmemiş görünmektedir. Hilmi Özkök‟ün görevde bulunduğu dönem için Metin Heper, ordunun az ya da çok demokratik reformları kabullendiğini ve siyasetteki rolü konusunda

98

kendisini yeniden değerlendirdiğini (Aydın ve Çarkoğlu, 2006:53); asker-sivil ilişkilerinin daha önce olmadık bir şekilde daha demokratik bir modele yaklaştığını belirtmektedir (Hale ve Özbudun, 2009:96). Avrupa Birliği üyelik sürecinin, ordunun siyaset dışına çekilme isteğini arttırarak ve reformların gerçekleştirmesine imkân veren bir çevre oluşturarak, güvence temin ettiğini vurgulamaktadır (Aydın ve Çarkoğlu, 2006:53). Ümit Cizre de, 2005 Kasımına kadar olan dönemde, Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetlerinin Türk Silahlı Kuvvetleri ile karşı karşıya gelmekten sakınma stratejisi içerisinde, sivil otoritenin güçlendirildiğini; takip eden dönemde ise, Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetinin milliyetçi-muhafazakâr çizgiye kaydığını ve ordunun isteklerinin politika üretiminde belirleyici olduğunu belirtmektedir. Cizre‟ye göre bu dönem, Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetlerinin orduya boyun eğdiği, Erdoğan‟ın “paranoyak milliyetçiliğ”e kapıldığı dönemdir (Hale ve Özbudun, 2009:96).

Ergenekon davasına ilişkin olarak savcılıktan sızan bilgilerden anlaşıldığına göre, 2005‟e kadar olan dönemde Heper‟in söylediğinin aksine, ordunun siyasal alandan çekilmediği, ordu tarafından kamuya yapılan açıklamalarla siyasal alana müdahale etme dışında, en azından ordu içinde bir cuntanın siyasal alana fiili müdahaleye de hazırlandığı ve hatta kısmen uygulamaya da koyduğu anlaşılmaktadır. Cizre‟nin “paranoyak milliyetçilik” tanımlaması ile Taraf Gazetesi‟nin “Paşasının Başbakanı” benzetmesi örtüşmekle birlikte, özellikle 2007‟de artan ordunun müdahale ihtimali karşısında Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetinin geri adım attığını, ancak 2007 seçimlerinden ve cumhurbaşkanı seçme konusundaki başarısından sonra güven tazelediğini ve ordunun geri çekilmek zorunda kaldığını da belirtmek gerekir. 2007‟de hükümetin 27 Nisan muhtırasına karşı durması, reform karşıtı koalisyonu çifte yenilgiye uğratmıştır: Cumhurbaşkanlığı seçimini engellemek için parlamentoya girmeyen Anavatan Partisi ve Demokrat Parti, seçimlerde parlamento dışında kalırken, Adalet ve Kalkınma Partisi büyük bir oy patlaması yapmış; bunun sonucu olarak, Anayasa Mahkemesi, Adalet ve Kalkınma Partisi‟ni kapatamamıştır. Halkın hükümetine sahip çıkması karşısında ordu, siyasal alandan biraz daha geride durması gerektiğini hissetmiştir. Bununla birlikte, ordunun 27 Nisan muhtırasına giden müdahale sürecinde; 28 Şubat sürecinde kontrolü altına aldığı yüksek yargıyı doğrudan kullanmaya başladığını da eklemek gerekir. Fakat Anayasa Mahkemesi‟nin, 367 Kararı ve Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişiklilere ilişkin olarak hukuka aykırı

99

biçimde verdiği iptal kararlarında olduğu gibi, bir müdahale aracı olarak kullanılması yine ordunun geri itilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Vesayetçi demokrasinin vesayet unsuru olan ordu geri çekilirken, yargı vesayet makamı olarak öne çıkmaya başlamıştır. Seçilmişler, bu süreçte iktidarı elde etmeyi hala başaramamışken, ordu da iktidarını yargıya devretmekle yüz yüze kalmıştır. Bunun sonucu olarak “yargısal vesayet” veya “yargıçlar iktidarı” tartışmaları (Zaman, 2010a; İnsel, 2008)gündeme gelmiştir.

2007‟deki yaşanmışlıklara geri dönüldüğünde, “cumhuriyet mitingleri”ne bağlı olarak Türk Silahlı Kuvvetleri komuta düzeyi, 27 Nisan muhtırası ile, (darbeyi engelleme muhtırası değilse) 1997‟de Refahyol Hükümetini devirdikleri gibi Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetini de devirebileceklerini değerlendirmekte oldukça yanılmışlardır. 2007‟deki çevresel koşulların 1997‟den çok farklı olduğunu, Adalet ve Kalkınma Partisi‟nin ciddi bir kamuoyu ve uluslararası desteğe sahip bulunduğunu, vatandaşlarda, siyasete olan ilginin arttığını ve vatandaşların demokrasi talebini değerlendirememişlerdir. Başbuğ, bu gerçeği fark ettiğinde, orduyu bir siyasal aktör olarak tutabilmek için halka karşı konuşmak yerine halkla konuşmayı, medyayı ordu ile halk arasında köprü yapmayı denemiştir. Ancak, özellikle Ergenekon soruşturmaları derinleştikçe, Başbuğ, ordunun bildik, halka ve medyaya konuşma biçimine geri dönmüş ve hükümetle olmasa da halk ile ordu arasında gerilim yaratmaya başlamıştır. Burnel, Calvert, Kaldor ve Vejvoda gibi yazarların demokrasi için, Dahl‟ın (2001:150) demokratik siyasi kurumların gelişmesi ya da varlığını sürdürülebilmesi için zorunlu gördüğü, askerin demokratik yollarla seçilmiş resmî görevlilerin denetimi altına alınmasını sağlayacak reformlara ve toplumun hükümetine sahip çıkmasına bağlı olarak, ordunun ezici muhalefet ve veto tutumlarında değişiklikler meydana gelmiş olmakla birlikte, Türkiye hâlâ asker-sivil ilişkileri bakımından liberal demokratik modelin çok uzağına düşmektedir. Avrupa Birliği, ilerleme raporlarında ve sözlü açıklamalarında, Genelkurmay Başkanlığı‟nın Milli Savunma Bakanlığı‟na bağlanması ve ordunun siyasal konularda kamuya açıklama yapmaması gerektiğini sürekli belirtmesine karşın, bu konuda ilerleme sağlanamamıştır. Yakın bir gelecekte bunun sağlanabilmesi de zor görünmektedir. Ordu; eğitim, lâikliğin korunması, azınlık hakları, kültürel haklar gibi konularda kamuya açıklama yapmaya, yargıya müdahale etmeye devam etmiş; medya,

100

Milli Güvenlik Kurulu toplantılarına ve askerlerin açıklamalarına aşırı önem vermeyi bırakmamıştır.

Juan Linz‟in belirttiği gibi, demokrasinin konsolide edilmesi, demokratik rejimi ve/veya siyasal partiler gibi onun araçlarını reddeden, şiddet ve güç gibi demokrasinin kabul edemeyeceği araçların kullanılmasını arzu eden, politikacılara ve siyasal partilere güveni sistematik bir şekilde aşındıran sadık olmayan elitlerin bertaraf edilmesini gerekli kılar. Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetleri boyunca, ancak kralların taç giyme törenlerinde rastlanılabilecek bir şekilde, Genelkurmay Başkanlarının devir teslim törenleri, ulusal televizyon kanallarından canlı olarak yayınlanmaya devam etmiş, Cumhurbaşkanları dâhil istisnasız bütün devlet erkânı bu törenlere katılmıştır. Genelkurmay Başkanları, görevi devralır almaz, hemen orada, ülke siyasetinin sınırlarını çizmeye girişmiş; hükümetlerin neyi yapıp neyi yapamayacaklarını belirlemişlerdir. Ayrıca, Cumhurbaşkanları dâhil bütün devlet erkânı, teğmenlerin mezuniyet ve kılıç kuşanma törenlerine istisnasız katılmışlar ve bu törenler de ulusal kanallardan canlı olarak yayınlanmıştır. Askerler dışında hiçbir meslek grubu için böylesine ritüeller uygulanmamıştır. Bu ritüellerin ancak kralların taç giyme ve Osmanlı Padişahlarının kılıç kuşanma törenlerinde görülebileceğini hatırlatmakta yarar bulunmaktadır.

Milli Güvenlik Kurulu toplantı düzeni ile Yüksek Askeri Şura toplantı düzeni, otoritenin yeniden üretilmesine ilişkin ritüellere bir başka örnek oluşturmaya devam etmiştir. “Tek başkanlı ve tek taraflı toplantı düzeni” içerisinde olması gereken Milli Güvenlik Kurulu toplantıları, devletin sahibinin halk değil askerler olduğu mesajını veren, ev sahibi olarak askerlerin göründüğü “tek başkanlı ve çift taraflı toplantı düzeni” içerisinde yapılmakta ve bir cephe düzeni içerisinde cereyan etmektedir. Yine, “tek başkanlı ve tek taraflı toplantı düzeni” içerisinde olması gereken Yüksek Askeri Şura toplantıları “iki başkanlı ve tek taraflı toplantı düzeni” içerisinde yapılmaktadır. Geçmişte, protokol kaideleri sebebiyle savaşlar çıktığı, kralların denkliklerinin uluslararası anlaşmalara konu olabildiği ve hatta yakın zamanda, Türkiye‟nin İsrail Büyükelçisinin alçak koltuğa oturtulmasında yaşanan protokol krizi dikkate alındığında, protokollere ilişkin bu tutumsal ve davranışsal boyutların ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır. Bu devir teslim törenlerindeki ritüeller ve ters protokol uygulamaları,

101

otoritenin nerede bulunduğunu ve bir sınıfa bağlı olarak nasıl yeniden üretildiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Askerin sivil kontrol altına alınması, buna ilişkin başta medya olmak üzere tüm alanlarda sivil siyasal kültürün üretilmesine ve askeri güvenlik sistemleri ve stratejileri konusunda sivil uzmanların yetiştirilmesine, askeri okullardaki eğitimin sivil otoriteyi kabullenecek şekilde yenilenmesiyle birlikte ordudaki ve askeri okullardaki gizli örgütlenmelere son verilmesine bağlıdır. Liberal demokratik model için askerlerin zihin kalıplarının değişmesi gerektiği kadar, parlamentoyu protesto ederek parlamento toplantılarına katılmayan ve parlamentoyu çalışamaz hale getiren, kışlanın kapısını çalma alışkanlığından vazgeçemeyen siyasetçilerin tutum ve davranışlarının da değişmesi gerekir. Sivil siyasal aktörlerin, askerî darbeleri ya da başkaldırıları hükümetlerin yerine geçecek muhtemel araçlar olarak görmeleri askerî müdahaleyi kolaylaştırmaktadır (Valenzuela, 1990:67).