• Sonuç bulunamadı

Vasînin Vefatı ile Yeni Vasî Tayin

Vasî değişikliğine dair en sık rastlanan örnekler ise; mûsâ lehin vefatı ile ilgilidir. Vasînin görev süresini tamamlamadan önce ölmesi, himayesindeki emvalin ve mahcûrun tekrar muhafaza edilmesini zorunlu kılmakta olup; mallarını ve haklarını kullanma hususunda ehliyetsiz olan kişilerin himayesini sağlayabilmek için yeni bir vasî tayin edilmektedir. Örneğin; Karaciğan Mahallesi’nden müteveffâ Halil’in yetimesi Ayşe’ye, nenesi Raziye hatun vasî tayin edilmiştir. Fakat Raziye hatunun ölümü ile kadı tarafından yetimenin amcası Molla Abdurrahman yeni vasî olarak göreve getirilerek, yeğeninin mallarını muhafaza etmeye rıza göstermiştir (Sevici 2011: 319).

VI. Vasînin Görev Süresinin Bitimi

Konya Şer’iyye Sicilleri’nden tespit ettiğimiz örnekler doğrultusunda vasîlerin, azledilme, ferâgat etme veya ölüm gibi nedenler ile görevleri sonlandırılmadığı müddetçe; yaşlı, engelli, akıl hastası ve ölüm hastalığında olan kişilerin vefatı ile görevleri son bulmaktadır. Yetimlerde ise bu durum; çocuğun buluğ ve reşit olması, yani kendisine ve malına gelebilecek zararları anlayabilme ve engelleyebilmesi ile mümkündür. “Rüştüne erişinceye kadar, yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın. Bu kurala uyun. Çünkü sorumlu olacaksınız.”(İsrâ 17/34)ve “Evlilik çağına gelinceye kadar yetimleri deneyin, eğer onlarda bir olgunlaşma görürseniz hemen mallarından kendilerine verin. Büyüyecekler diye o malları israf ile tez elden yemeyin.” (Nisâ 4/6)ayetleri ileyetimin buluğ ve reşit olma şartının her ikisini de taşıdığında, mallarının kendisine teslim edilmesi farz kılınmış olup; eytâmın mallarından yoksun bırakılmaları ise zulüm olarak kabul edilmiştir. Yetimlik süresi biten bu kişilere emvallerinin verilmemesi, hayatlarını kurabilmeleri için gerekli olan maddî imkânlardan yoksun kalmaları ile toplumsallaşmaları açısından da psikolojik sorunları beraberinde getirmektedir. Ayrıca malları kendilerine eksiksiz olarak teslim edilmeyen bu kişilerin, toplumda himayeyi gerektiren fakir bir kesimi oluşturacaklarından dolayı; vesâyet altındaki emvalin asıl sahiplerine verilmesi insanî bir görev olmanın yanı sıra; dinî, vicdanî, ahlâkî ve toplumsal bir meseleyi teşkîl etmektedir.

56 Bınâri Mahallesi’nde vuku bulan bir örnekte; Seyyid Hüseyin bin Seyyid Şaban, vasîsi olduğu Mehmed’invesâyetine

ehil olmadığı ve başka bir memlekete gitmek zorunda olduğu için görevinden ferâgat etmiştir. Kadı, eski vasînin yerine; Mehmed’in babaannesi Fatıma hatunu atamıştır. Konya’ya ait bu örnekte görüldüğü üzere; vasî, herhangi bir sebeple görevinden ferâgat edebilmektedir (Sak-Solak 2014: 140).

Fıkıhta rüşd olmanın hükmü, kendisine ve malına gelebilecek zararı engelleme ve makul davranışlarda bulunma yetisine sahip olmak ile mümkündür. Bireyin, yetiştirilme şekli ve aldığı eğitime bağlı olarak aynı anda hem reşit hem buluğ olabilmektedir. Buluğdan önceki rüşte ise; İslâm âlimleri tarafından itibar edilmemektedir. Kişi baliğ olduğunda; eğitimi, terbiyesi, hukuki temsili, tedavisi ve evliliği gibi hususlarda eda ehliyetine sahip olabilmektedir. Fakat malı üzerindeki eksik eda ehliyeti devam etmektedir. Dolayısıyla, kişilerin her iki koşulu da aynı anda sağlamış olması; vesâyet görevinin sonlandırılabilmesi için önem arz etmektedir. Baliğ, reşit ve âkıl olması ile yetimlik süresi biten kişilerin bu durumu şahitler ve kadı huzurunda tescil ettirerek tutanaklara kaydettirmesi, vesâyet altındaki emvalin ziyan olmaması ve mahcûrun mağdur edilmemesi içindir. Aksi takdirde, kişinin baliğ ve reşit olduğu tespit edilmeden mal ve mülkü kendisine teslim edilir ve mahcûr bu emvali heba eder ise; mûsâ lehin, mahcûra mallarını teslim etme hususunda aceleci davrandığı düşünülerek, vasîninziyan olan malı tazmin etmesi gerekir. Dolayısıyla hem mahcûr, hem de vasînin salahı için mahcûrun baliğ ve reşit olduğu tescillenerek kişiler tarafından bir teminat oluşturulmalıdır (Uluşal 2006: 61-63; Kaya, S. 2009: 387; Demirtaş 2014: II/329).

İslâm hukukunda kız-erkek fark etmeksizin, buluğ ve reşit olma yaşı, genel itibariyle 15 yaş olarak kabul edilmiş olup, her iki koşulu da aynı anda sağlamıyor ise; Ebû Hanife dışındaki diğer İslâm âlimleri tarafından bu koşulları sağlayıncaya kadar kişi sınanması gerekmektedir. Ebû Hanife’nin görüşüne göre ise; kişi 25 yaşına kadar eğer baliğ ve reşit olmadıysa, bu yaştan itibaren malının idaresi kendisine verilmelidir. Nitekim bu fikir ayrılığına rağmen; Osmanlı’da rüşt ve baliğ olmayan yetimlerin mallarını idare edebilmeleri için belirlenen yaş sınırı 25 olup, bu durum XIX. yüzyılın ortalarına kadar böyle devam etmiştir (Aydın 1993: 362-363; Bardakoğlu 1994: 537; Nisâ 4/6).

Örneğin; Fatıma bint-i Yusuf, babasından intikâl eden nakit parayı, dayısı Mehmed’in zapt ettiğini iddia edip, bu meblağın kendisine teslim edilmesini talep etmiştir. Fakat dayısının, Fatıma için harcamak üzere bu parayı eniştesinin kendisine verdiğini, Fatıma’nın da sağire olup nafakaya ihtiyaç duymasından dolayı bahsedilen meblağı, onun zaruri ihtiyaçlarına harcadığını açıklamıştır. Şahitlerinde, Mehmed’in vasî-i muhtâr olduğunu teyit etmeleri üzerine, Fatıma davadan men edilmiştir (Sak 2007a: 21). Verdiğimiz bu örneğe göre yetimenin âkıle olup, rüştüne erişmesi vesâyet görevinin sonlanması için tek başına yeterli olmadığı gibi; aynı zamanda, vasîden malî olarak ayrılmaya hak kazanması için de, baliğa olması gerektiğinin göstermektedir.

Bir başka örnekte; Kalenderhâne Mahallesi’nden Süleyman bin el-Hâc Receb mahkemeye müracaat ederek, kendisinin yetim olduğu sırada vasîsi olan el-Hâc Osman bin Receb’den şikâyetçi olup; ebeveynlerinden intikâl eden mirası idare edebilecek olgunluğa ulaştığını, dolayısıyla emvalinin idaresinin kendisine verilmesini talep etmiştir. Süleyman’ın on dokuz yaşına ulaşıp, âkıl, baliğ ve rüşd olduğu şahitler tarafından onaylanması üzerine, vesâyet altındaki emvalin himayesi için kendisine izin verilmiştir (Solak-Sak 2014: 126).57 Verdiğimiz örnekte, vasînin yetimde herhangi bir erişkinlik belirtisi görmediği için malları asıl sahibine teslim etmediği, ya da bu durumun tam aksi olarak, yetimin malını kendisi için harcama niyetiyle emvali vermediği düşünülebilir.

Sonuç

Vasîler, himaye edilmesi zorunlu olan kişilerin, hukukî temsili, bakımı, bedeninin ve malının muhafaza edilmesi ve vesâyet altındaki emvalin artırılması gibi görevlere sahiptir. Dolayısıyla, mahcûrun şahsının ve malının emanet edildiği böyle önemli bir vazife için mûsâ leh olarak atanacak kişilerin; dindar, dürüst, güvenilir, vesâyete ve malî işlere ehil, vicdanen sorumluluk sahibi ve mahcûr ile aynı dinden olması gerekmektedir. Ayrıca; vesâyet önceliği mahcûrun yakın akrabalarına düşmekte olup; mûsâ leh olmak için aranan niteliklere sahip değil ise, kan bağının hiç olmadığı fakat vesâyet için ehil başka bir kişiye de, bu görev verilebilmektedir. Yani vasî atamalarındaki en önemli

ölçüt, mahcûrun haklarının en iyi şekilde gözetilmesidir. Bunlara ilaveten; mahcûrun şahsî bakımını gerektiren vesâyet görevi için mûsâ lehlerin fiziksel olarak sağlıklı ve güçlü olmasının yanı sıra; meslekî durumunun vesâyet vazifesine elverişli olması da gerekir. Mahcûr ve mahcûrun ailesi ile yakın mesafede ikâmet etmesi, yine vesâyet görevine getirilecek kişilerde aranan özelliklerden biridir.

XIX. yüzyıldan önce mahcûrların muhafazası tamamıyla, toplumdaki dayanışma ve yardımlaşmanın sonucunda ortaya çıkan vasîlik kurumuna ait olup; yasalar ile bu kurum kontrol altında tutulmaktadır. Genel itibariyle, fıkıha uygun olarak varlığını devam ettiren bu müessesenin, İslâm hukukuna aykırı bazı uygulamaları da mevcuttur. Bunlardan ilki, vasîlerin önceliğinin aile bireylerine verilmesi ve mahcûra nâ-mahrem birisinin göreve getirilmemesidir. Bu konuda Osmanlı uygulaması ise, akrabalardan birisi mevcut olsa da, vesâyet vazifesinin niteliklerini taşımadığı için veya vesâyet altına alınan kişiye daha faydalı olabileceği için mahcûra tamamen yabancı birisinin mûsâ leh olarak tayin edilebildiğini göstermektedir. Bu durum, daha çok himaye edilecek kişinin şahsının, malının ve hukukî temsilinin sağlanabilmesi ile ilgilidir. Yani, muhafazası yapılan şahsın haklarının en iyi şekilde korunması amaçlanmıştır.

Osmanlı uygulamasındaki diğer bir fark ise; vesâyet altındaki kişinin nafakasının temini ile ilgilidir. Fıkıhta, mahcûrun kendi malından, akrabalarından, vasîden, devlet hazinesi ve vakıflardan; kişinin yiyecek, giyecek, eğitim ve bakım masraflarının karşılanabileceği hükmü yer almaktadır. Fakat incelediğimiz örneklerde vakıf ve devlet hazinesinden nafaka takdiri yapıldığına yalnızca bir örnek mevcuttur. Dolayısıyla Tanzimat’tan önce mahcûrun nafakası; kendi malından, karşılıklı ve karşılıksız olarak akrabalarından, borç karşılığında vasî veya mahalle ahalisinden temin edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim bu durum, toplumda meydana gelebilecek aksaklıkların önüne geçebilmek üzere yapılan ve toplumdaki birlik, beraberlik, dayanışma ve yardımlaşmayı gösteren önemli bir husustur.

Vasîlik kurumu ile ilgili diğer bir farklı uygulama ise nafaka miktarının belirlenmesiyle alakalı olup, bu hususta fıkıha tamamen aykırı bir uygulamaya gidilmemiştir. Nafaka miktarının, nafaka yükümlüsünün veya mahcûrun tüm malı hesap edilerek; vesâyet altında bulunduğu süreçte bu malların tükenmesine müsaade edilmeden belirli ölçüde harcanması görüşü yer almaktadır. Fakat incelediğimiz örneklerde; devletin bu hususta, asgari bir nafaka miktarı belirlediği ve nafaka yükümlüsünün durumuna göre, günlük olarak sarf edilecek nafaka miktarında azaltma ve artırma yöntemine gidildiği görülmektedir. Nitekim bu durum, dönemin piyasa değerine göre belirlenmiş olup; ayrıca vasîlerin mahcûr için harcayacakları nafakayı kontrol altında tutmaları ile ilişkilidir.

Fıkıhta öngörülen hükme aykırı bir diğer durum ise; mahcûrun malından borç verilemeyeceği hususudur. Bu konudaki karşılaştığımız örneklerden, belirli bir mühlet içerisinde ödünç para verilen kişinin mahcûra parayı ödemesi gerekmektedir. Direk borç vermenin yanı sıra mahcurun malından ödünç para alınarak, bağ, tarla, ev ve dükkân gibi mülklerini mahcura satıp; belli bir süre içinde sattığı bu mülkü satışı yapan, yani borç alan kişinin kendi kiraladığına dair örnekler de vardır. Nitekim taraflar arasında bir akdin olması sebebiyle, yetim malının kanun önünde muhafazasının sağlanabileceği düşüncesi ve mahcûrun malından yatırım yapma gerekliliği ile dönemin şartları böyle bir uygulamayı gerek görmüştür.

Uygulamadaki bir diğer farklı durum ise; vasîlerin mahcûrun emvaline verilen zarar karşısında yalnızca malı tazmin etmekle yükümlü tutulmalarıdır. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin genellikle emanete ihanet suçlarında öngördüğü ceza sistemine de aykırıdır. Fakat dönemin emanete ihanet suçlarında zanlıyı suçlu kabul ederek, cezalandırabilme şartlarının farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Yine de, hayatını idâme ettirebilmesi için gerekli olan mahcûrun zayi edilen mal ve mülkünün, mûsâ lehler tarafından tazmin edilmesi, yeterli bir cezalandırma sistemi olmasa da, bu şekilde bir caydırma yöntemi izlendiğini göstermektedir.

KAYNAKÇA

Benzer Belgeler