• Sonuç bulunamadı

USTALARA SAYGI

Belgede 16 6 (sayfa 53-56)

Türk toplumunun bugünkü kültür ve bilinç yapısına baktığı-nızda ne görüyorsunuz? Toplumun ve kurumlarının yozlaşmasıyla es-tetik değerlerin yitirilişi arasında bağ kurabilir miyiz?

Bizim toplumumuzun kültür dü-zeyi çok yüksek olmadığını ve bu kültür düzeyinin de giderek düş-mekte olduğunu gözlüyoruz. Bunun pek çok nedeni olabilir; ama temel nedenlerin başında nüfus artışı geli-yor. Bir başka neden olarak da hükü-metlerin gerçek anlamda bir

planla-ma anlayışıyla devleti yönetmemele-ri de düşünülebilir. Dolayısıyla bu-rada gerçek bir sıkıntı var. Kitlelerin kültür açısından her gün biraz daha geriye itildiğini, buna koşut olarak da bireyci eğilimlerin artmakta oldu-ğunu görüyoruz. Toplumsallık bilin-ci giderek eriyor. Bizim çocukluğu-muzda ülküsel ölçülerde bir toplum-sallık fikri yoktu; ama insanlar bir toplum içinde olmanın rahatlığını ya da erincini yaşıyorlardı. Oysa bugün bireylerin birbirinden tamamen ko-puk yaşadığı bir toplumdayız. Hatta

Afflar T‹MUÇ‹N:

"Toplumsall›k Bilinci

Giderek Eriyor"

Prof. Dr. Afflar Timuçin

Felsefe, roman, öykü, fliir,

deneme ve inceleme

alanlar›nda onlarca

yap›t›n sahibi bir filozof.

K›sacas› o, kendini insanl›¤a

adam›fl “gittikçe gidilen

mor denizler” gibi bir ayd›n.

Timuçin’le toplumu,

toplumun içinde yaflad›¤›

kentleri ve bu ortamda

ahlak ve estetik de¤er

aray›fllar›n› konufltuk.

aileler bile bölünmüş parçalanmıştır. Eski direngen aile biçimi de ortadan kalkmıştır. Evlendikten 3 ay sonra boşanan insanlar giderek arttı. Bü-tün bunlar gösteriyor ki herkes artık kendi için yaşıyor. Ahlak ve estetik değerleri her gün biraz daha çökün-tüye uğruyor. Zaten estetik diye bir şey bu toplumda hemen hemen hiç olmadı. Zaten estetik değerlerin de ahlak değerlerinin de çökmekte olu-şu, şöyle bir dışarı göz atmakla ken-dini gösteriyor. Ahlak değerlerinin çöküş günlük yaşamda zaten olduk-ça belirgin, estetik değerlerin yok oluşuna da kentlerin oluşumuna bir bakarsanız hemen tanık olacaksınız. Çarpık binalar, anlaşılmaz bir biçim-de geliştirilmiş mahalleler, daracık sokaklar bu toplumun bir anda ya-man bir bilinç kaybına uğradığını gösteriyor.

Geçmişte toplumsallık bilinci-nin bugüne kıyasla daha yüksek ol-duğunu söylediniz. Bu toplumsallık bilinci o dönemki insanların yarı fe-odal bağlarını sürdürmesiyle mi il-giliydi? Hem kentli olup hem de es-tetik ve ahlak değerlerini yitirme-den toplumcu yaşamak olanaklı mı?

Eskiden kentler daha küçük yapı-lardı ve burada insanlar görenekleri-ni koruyabiliyorlardı. Bu görenekler -iyi ya da kötü olabilir- bir toplumun harcı gibidir ve insanları bir arada tutar. Fakat nüfus artışı, kente olan büyük akın bütün bu duyarlılığı silip götürdü. Dolayısıyla özellikle köy-lerden kentlere veya kasabalardan kentlere gelen insanlar kendi değer-lerini kente getiremediler ve kentte değer de üretemediler. Değer ürete-meyince de onları çok sıkıntılı bir ya-şam bekliyordu. Türkiye’deki bu göçler Avrupa’da ortaçağda gördü-ğümüz oluşumlara benzer bir olu-şum değil aslında. Ortaçağ Avru-pa’sında sanayinin oluşmasıyla bir-likte, kentler kırsal alanları çekiyor-du. Türkiye’de ise köyler insanları kovduğu için insanlar kentlere geldi-ler ve kentgeldi-lerde hiçbir şey bulamadı-lar. Ne yeni bir değer oluşturabilmek ne de ekonomik yaşantılarını sürdü-rebilmek için olanaklar bulabildiler. Böylece ahlakın çöküşünde bu dönü-şümün çok büyük bir payı oldu.

Bugünün kentleri insanlar üze-rinde nasıl bir etki yaratıyor? Kent-leri yaratan insanı kentler nasıl be-lirliyor?

Kentlerde homojen bir toplumsal bütünden söz edemeyiz. Kentlerde son derece karmaşık hatta kaotik bir toplumsal yapıyla yüz yüze geliyo-ruz. Bu yalnız bizde değil, dünyanın her yerinde böyle. Uçakla İngilte-re’ye kahvaltı etmeye giden adam da kentli, yiyecek ekmek bulamayan adam da kentli. Ama genel olarak kentin, bu yapısıyla insana pek bir şey verdiğini söyleyemeyiz. Varoş-larda yaşayan insanlara baktığımız-da o insanların kentte yaşayıp

yaşa-madıkları hiç belli değil. Bugün İs-tanbul’un varoşlarında yaşayıp de-nizi görmeyen insanlar var, doğru dürüst şeker yememiş çocuklar var. Kent bu insanlara bir şey verdi diye-meyiz. Kentin insanlara bir şey vere-bilmesi için orada sağlam bir üretim etkinliğinin olması gerekir. Gerçek anlamda güçlü bir üretim yoksa ora-da insanların kentten yararlanması olası değil. Kentlerden iktisadi ve kültürel açıdan belli bir düzeyin üzerindeki insanlar yararlanabilir. Öyleyse kentlerde yaşayan insanla-rın kentlerden çok büyük bir şey al-dığını söylemek olası değil. Büyük kentlerde kitleler neredeyse köy

ha-53

yatı yaşıyorlar. Aslında böyle olunca köyü kente getirmiş oluyoruz. Bura-da köyden gelmiş insan bir anlamBura-da kenti yadsıyarak yaşamış oluyor. Burada yeni değerler oluşturamadı-ğı için kendi değerlerini egemen kıl-mak istiyor ama onu da beceremi-yor. Böylece büyük kentlerde ucube bir kültür oluşuyor. Bu çok vahim bir şey.

İnsan kentlerde neyi, nasıl şe-killendirdi de şimdi tekrar ondan kurtulmanın mücadelesini veriyor?

İnsan aslında bir şeyden kurtula-caksa, önce kendinden kurtulmalı-dır. Biz tümüyle dış nedenleri varsa-yıp da insanların bu işte çok masum olduklarını düşünürsek yanılmış oluruz. Yaşamı yaratmak diye bir şey vardır. İnsanların içinde bu güç varsa kentleri de iyi kötü kendilerine göre dönüştürecekler ve yaşamlarını daha etkin kılacaklardır. Ama biz gö-rüyoruz ki Türkiye’de kentlere yer-leşen insanlar son derece edilgin ya-şamaya alışıyorlar. Bu edilgin yaşam içinde de ahlak değerlerini yitirerek çok küçük ve çok çirkin yollardan bir şeyler elde etmeye çalışıyorlar. Bunda kentlerin dokusu kadar in-sanların da sorumluluğu vardır. 2. Dünya Savaşı’nı anlatan bir filmde kadın “savaş çok şeyi berbat etti. Hırsızlık arttı, fuhuş arttı, insan iliş-kileri bozuldu.” diyor. Adam da di-yor ki “Peki, bize neden bir şey ol-madı!”. Demek ki birilerine bir şey olmayabiliyor. Elbette bu da sonuna kadar öne çıkarılacak bir görüş ola-maz. Yoksa toplumsallığı yadsımış oluruz. Toplum koşullarının sağlıklı kılınması her şeyden önce devletin sorumluluğundadır.

İnsanların adeta doğaya kafa tu-tarcasına, onu yenme hırsıyla inşa ettiği devasa yapılar insanlar üze-rinde büyük bir baskı yaratmıyor mu? İnsan kentte kendini böylece ezilmiş hissetmiyor mu?

Elbette insan burada çok ezili-yor. Bu çok büyük yapılar, örneğin 80 daireli bir barınak gerçekte bir hapishanedir. Apartmanlarda in-sanlar bir yere sığıştırılmıştır. Sığış-tırılmış insan psikolojisi tam tamına huzursuz insan psikolojisidir.

Bu-nun dışında örneğin Avrupa’da 40-60 metre kare arası büyüklükte işçi evleri yapıyorlar. Burada 7 kişi yaşı-yor. Bu da insanlık açısından kor-kunç bir şey. Geçenlerde Fransa’nın 5. kanalını izlerken rastladım. Bir muhabir kentte dolaşırken girdiği oda gibi bir evde 7–8 kişilik bir aile-ye rastladı. Evin sahibi dedi ki: “Pa-ris’i biz temizliyoruz; fakat görü-yorsunuz ki pislik içinde yüzüyo-ruz.” Karısı ise: “Görüyorsunuz her tarafta hamam böcekleri dolaşıyor. Ben hamam böceklerinden rahatsız olmuyorum; ama çocuklarım bun-ları yiyorlar.” dedi. Böyle bir mo-dern yaşamı nasıl insani kabul ede-biliriz? Sonuç olarak bu sadece Tür-kiye’nin değil bütün dünyanın so-runudur. İnsan bu sorunlarını çöze-mediği sürece ne ahlaki ne de este-tik sorunlarını çözecektir.

Bu olumsuzluklara rağmen, in-sanın -sizin de kitaplarınızda de-ğindiğiniz- “iyiye, doğruya ve gü-zele” yönelmesindeki engeller na-sıl aşılabilir?

Toplumsal bir bakış açısına sa-hip de olsam, burada bireysel çö-zümleri önemsiyorum. Aklı başın-da insanların, gerçek anlambaşın-da kül-tür adamlarının hiç yılmadan, hiç kırılmadan umutsuzluğa düşme-den, toplumun gelişimi için çaba göstermeleri gerekiyor. Yaşamı de-ğiştiren, toplumun önündeki yetkin bilince ulaşmış insanlardır. Bu en-gelleri siyasal iktidarın kaldırması beklenemez.

Sizce siyasal iktidar toplumun yansıması mıdır yoksa toplumu si-yasal iktidar mı şekillendirir? Top-lumun gelişmesiyle siyasal iktidar-lar arasındaki ilişkiyi değerlendirir misiniz?

Siyasal yaşam toplumsal kavra-yışların yansımasından başka bir şey değildir. Bu nedenle siyaset adamlarının toplumu dönüştür-mekte çok ciddi etkileri olabilece-ğini sanmıyorum. Siyaset bir et-kinlik alanı gibi görünse de aslın-da o bir sonuçtur. Toplumun bütün hastalıklarının, bütün olumsuzluk-larının, bütün açmazlarının siyase-te taşındığını görürsünüz. Ancak

bunlar siyasete allanıp pullanarak bir değermişçesine taşınır. Top-lumsal dönüşümde toplumun cid-di bir biçimde bilinç dönüşümleri ve bu dönüşümleri hızlandıran ön-cü insanlar etkili olur. Dünyanın hiçbir yerinde halktan daha üstte bir siyaset gücü oluşmuştur diye-meyiz. Bazı insanlar toplumun çok olumlu özlemlerinin olduğu-nu ancak bunların siyasete yansı-madığını söylüyor. Bence böyle bir şey yok. Olmuş olsaydı siyasete zaten yansırdı. Bugün kitleler çok kısa ve gündelik hesaplar yapıyor-lar. Zaten bilinç yetmezliği içinde olanların ne gerçek anlamda dün-leri vardır ne de gerçek anlamda yarınları vardır. Çünkü gerçek bi-linç sahibi insanlar dünde yaşarlar ve yarın için yaşarlar.

Bir kitabınızda “yaşamın nerede tıkandığını iyi görebilmek ve bunu aşabilme yolunda elinden geleni yapmak düşüyor bize” diyorsunuz. Yaşamı yeniden nasıl üretebiliriz?

Bilinçli insanın tarihe yerleşmiş insan olduğunu görüyoruz. Ben in-sanlığın neresindeyim? Nereden geliyoruz ve nereye gidiyoruz? Bu soruların yanıtını bulamamış, yani insanın dönüşümünü çok iyi kavra-yamamış bir insanın gerçek anlam-da insani etkinlik içinde olması ola-sı değil. Kısacaola-sı bilen insanı yarat-mak gerekiyor. Bizde bilen insan dediğimizde çok zaman aklımıza teknisyen gelir. Oysa öncelikle “İn-san nedir?” sorusuna karşılık bul-mak gerekir. Bunu bulamayan in-san yarı yolda kalmış demektir. Tı-kanıklığı aşacak insanlar savaşan aydınlar olacaktır. Çıkarlarının pe-şine giden değil kendini insanlığa adamış insanlar olacaktır. Bugün Osmanlı’nın son dönemindeki ay-dın duyarlılığını bile bulamıyoruz. Bugün Namık Kemal’i, Şair Eşref’i beğenmez bizim aydınlarımız. On-ları devletinin memurOn-ları diye suç-larlar. Ama bu insanlar namuslu kalmayı başarmışlardı. Asıl soru-numuz korkaklık ve tembellikle ya-şamak ve küçük çıkarlarını kolla-mak ama aydın görünümünü kay-betmemeye çalışmaktır. Bu son de-rece çirkin bir şeydir.

Prof. Dr. Hasan D‹LAN

Trakya Üniversitesi ‹‹BF Uluslararas› ‹liflkiler Bölüm Baflkan›

Belgede 16 6 (sayfa 53-56)

Benzer Belgeler