• Sonuç bulunamadı

etkiler. Çocuklarının sahip olduğu yetersizlik nedeniyle aileler tıbbı bakım, iletişim, özel fiziki düzenlemeler ve araç gereçler gibi çeşitli nedenlerle, diğer ailelere göre daha çok harcamalara gereksinim duymaktadırlar (Dyson, 1993; Turnbull ve Turnbull, 1995).

Aileler, çocukları için yararlandıkları hizmet sistemlerinden uzak kalmamak için yeni iş fırsatlarından vazgeçebilmekte; çocuklarına bakmak ya da onlara daha çok zaman ayırabilmek için yarım zamanlı işleri tercih etmek zorunda kalabilmektedirler (Turnbull ve Turnbull, 1995). Ayrıca çocuklarının eğitimi ve sağlık hizmetleri için bürokrasiyle de uğraşmak zorunda kalan ana babalar, çocuklarının bağımlılıklarının, onların sonraki yaşamlarını nasıl etkileyeceğini de düşünmek zorundadırlar. Bu ebeveynler çocuklarının gelecekleriyle ilgili daha çok kaygı duyabilmektedirler. “Çocuklarının gelecekteki yaşantıları ne olacaktır? Kendileri çocuklarına bakamayacak duruma geldiklerinde çocuklarına kim bakacak? Yetişkin engellilere hizmetler götürülmekte midir?” sorularına yanıt aramak zorunda kalabilirler. Yine bu ebeveynler çocuklarının eğitimlerinin planlanmasından uygulanmasına kadar her aşamaya katılmak ve çocuklarının ve kendilerinin haklarını da savunmak durumundadırlar (Bailey, 1988; Schilling, Kirkham, Snow ve Schinke, 1986). Çoğu zaman ne yapacaklarını bilemedikleri için kendilerini tehdit altında hissedebilmekte, bu durum onların benlik saygılarını etkileyebilmektedir.

Giderek artan izolasyon, azalan sosyal mobilite, depresyon, suçluluk, anksiyete gibi sosyal ve duygusal sorunlar da yaşamlarının bir parçası olabilmektedir (Floyd ve Gallagher, 1997; Gallagher, Beckman ve Cross, 1983; Kaner, 2004; Turnbull ve Turnbull, 1995).

Yapılan çalışmalarda da görüldüğü gibi engelli çocuğa sahip olan anne ve babaların yaşadıkları sorunlar, onların stres ve depresyon yaşamalarına neden olmaktadır. Engelli çocuğu olan anne-babaların bu olumsuz duyguları yaşamaları, ailelerin engelli bir çocuğa anne ve babalık etmenin zorluğundan veya buna hazır olmamalarından kaynaklanabilmektedir (Ceylan, 2004).

2.2. Umutsuzluk

Rideout ve Montemuro (1986), umudu bireyin gelecekle ilgili bir amacı gerçekleştirmede sıfırdan fazla olan beklentileri olarak ele alırken, Romero (1989) amaca ulaşma beklentisinin duygusal bir öğesi olarak ele almaktadır. Miller (1985) ise umut kavramını, duygu, beklenti, yanılsamak, istek olarak tanımlamakta ve

23

umudun yaşamın içgüdüsel bir öğesi olduğunu bireyleri incitmekten koruyarak potansiyellerini kolaylaştırdığını ifade etmektedir.

Umut kavramı üzerinde çalışan bazı kuramcılar umudu duygusal içerikli ele alırken, bazıları da umutta duygusal boyuta ek olarak bilişsel boyutun bulunduğunu öne sürerek umudu iki boyutlu olarak ele almaktadırlar (Ceylan, 2004). Bu iki boyut bir arada ele alındığında ise umut, amaca ulaşılabilecek yolları planlamaya ilişkin duyumlardan ortaya çıkan bilişsel bir yapı olarak tanımlanmaktadır (Synder, Harris, Anderson, Holleran, Irving, Sigman, Yashinobu, Gibb, Langelle ve Harney, 1991).

Ekland (1991), umudu genelleştirilmiş ve özelleştirilmiş olarak iki kategoriye ayırmaktadır. Genelleştirilmiş umut, belirli bir nesneye bağlı değilken, özelleştirilmiş umut, bireyin sahip olunacak en önemli hedef olarak neyi algıladığını tanımlar.

Başka bir deyişle; genelleştirilmiş umut, bireyin sadece umutlu bir düşünceye sahip olmasıdır. Özelleştirilmiş umut ise, bireyin değerli bir şeyin olması için taşıdığı umuttur.

Scheier ve Carver (1987), yaptıkları çalışmada insan davranışlarındaki genellenmiş beklentilerin önemli bir rol oynadığını açıklayarak, iyimser olan bireylerin karşılaştıkları engeller ne olursa olsun güven duygularını kaybetmediklerini, problemlerinin çözümleneceği yönünde beklentilerine bağlı olarak devamlı çaba gösterdiklerini ve bunun sonucunda da sorunlarla daha iyi başa çıkabildiklerini belirtmişlerdir. Yapılan bir başka çalışma sonucunda da, iyimser özelliklere sahip ailelerin uyum sağlamada ve sosyal desteği kullanmada daha başarılı oldukları, kötümser özelliklere sahip ailelerin ise olumsuz duyguları (öfke, ret gibi) daha sık ifade ettikleri saptanmıştır (Scheiner, Weintraub ve Carver, 1986).

Umudun karşıtı olan umutsuzluk ise Rideout ve Montemuro (1986) tarafından, bir amacı gerçekleştirmede sıfırdan daha az olan olumsuz beklentiler şeklinde tanımlanmıştır. Hem umut hem de umutsuzluk, bireyin gelecekteki gerçek amaçlarına ulaşma olanaklarının olası yansımalarıdır. Umut ve umutsuzluk karşıt beklentileri simgeler. Umutta amaca ulaşmak için uygulamaya konan planların başarılacağı öngörüsü varken, umutsuzlukta başarısızlık yargısı vardır (Dilbaz ve Seber, 1993).

Horney (1993), umutsuzluğu, başarısızlık olarak değerlendirilen durumlara karşı gösterilen ve olayın gerçek boyutları ile orantılı olmayan bir tepki biçimi olarak tanımlamaktadır.

24

Umutsuzluk, gelecekteki olumsuz sonuçlara yol açabilecek beklenti ve koşullara ilişkin kişi tarafından algılanan bir bilişsel bozukluktur (Beck, Weissman, Lester ve Trexler, 1974) ve gelecekte olumlu sonuçların olmayacağı, olumsuz olayların ise olacağı yönündeki beklentileri içerir (Abramson, Metalsky ve Alloy, 1989)

Umutsuzluk kavramı, bireyin çeşitli durumlarla etkili baş etmeye ilişkin inancı olan düşük öz yeterlilik kavramı ile benzerlik göstermektedir. Bu nedenle bazen umutsuzluk, öz yeterlilikle eş anlamlı olarak da kullanılmaktadır. Çünkü hem umutsuzluk hem de öz yeterlilik, bireyin hastalıkla baş etme yeteneği ve performansı üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir ( Houston, 1995).

Rose ve Abramson (1992), umutsuzluğu gelişimsel bir süreç olarak ele almaktadırlar. Bu yaklaşıma göre olumsuz çocukluk yaşantıları, özellikle çocuklukta maruz kalınan kötü muameleler, olumsuz yorumlama stilinin gelişimine katkı yapabilirler. Olumsuz yaşantılar, örneğin, kötü muamele bir çocuğun yaşamında Varolcuğunda bu olayların sebeplerini araştırmaya yönelir. Yani başlangıçta çocuk umut duygularını koruyacak yorumlar yapma eğilimindedir. Çocuk bu kötü muamelenin sebeplerine ilişkin özel yorumlar yapar. Bu sebepleri diğer olumsuz olaylara genelleme ve kendisine ilişkin olumsuz özellikler yükleme eğiliminde değildir. Ancak bu kötü muameleler yaygın ve kronik olduğunda çocuğun umut duygusunu teşvik eden sonuçlar her defasında doğrulanamaz. Böylece çocuk umutsuzluğa yol açan çıkarımlar oluşturmaya başlar. Özellikle kötü muamelenin sonuçlarını genellemeye başlar ve bu olumsuz yaşantılardan olumsuz yorumlama stili oluşturur ve kendisine ilişkin olumsuz özellikler atfeder. Giderek bu yorumları diğer olumsuz yaşantılarına genelleyebilir ve katı bir olumsuz yorumlama stili geliştirir (Akt: Gibb, Alloy, Abramson ve Marx, 2003).

2.2.1.Umutsuzluk depresyon ilişkisi

En geniş anlamıyla depresyon, insanın yaşama istek ve zevkinin kaybolduğu, kişinin kendisini derin bir keder içinde hissettiği, geleceğe ilişkin kötümser, karamsar düşünceler, geçmişe ilişkin yoğun pişmanlık, suçluluk duygu ve düşüncelerinin taşındığı, bazen ölüm düşüncesi, bazen ölüm girişimi ve sonuçta ölümün olabildiği, uyku, iştah ve cinsel istek ile ilgili fizyolojik bozuklukların olduğu bir hastalık, olarak tanımlanmaktadır (Alper, 2001).

25

Köknel (1989)'e göre depresyonlu hastaların yaşadıkları karamsarlıklar, geleceğe yönelik olumsuz beklentilere yol açar ve hastalar bedensel, ruhsal ve toplumsal tüm sorunlarının gelecekte de devam edeceğini, hatta daha da kötüye gideceğini düşünürler. İntihar girişimleri ve fikirleri de bu olumsuz beklentilerden kaynaklanır. Özellikle de ciddi depresyonlu hastalar geleceği umutsuz ve karanlık görürler ve bu durumdan kurtulamayacaklarına, sorunları ile başa çıkamayacaklarına inanırlar.

Depresyonun önemli bir bileşeni, Geleceğe ilişkin umutsuzluk duygusudur.

Dolayısıyla pek çok kuramsal yaklaşım depresyonda umutsuzluğun önemini vurgulamaktadır (MacLeod, Rose ve Williams, 1993). Öztürk (1994)’e göre ise depresyonda hastanın ruhsal yaşamına çaresizlik ve umutsuzluk duygu ve düşünceleri egemendir. Gelecek karanlık ve umutsuzdur.

Umutsuzluk kavramını bilişsel kuram çerçevesinde ele alan ve umutsuzluğu kişinin gelecek ile ilgili olumsuz beklentileri olarak değerlendiren Beck (1963) bu kuramı geliştirirken depresyon belirtilerinden karamsarlık için önemli bir kavram olan umutsuzluk üzerinde durmuş ve umutsuzluğun ölçümü konusunda çeşitli çalışmalar yapmıştır. Araştırmacı psikoterapi gören ve intihar girişiminde bulunmuş 80 depresif hasta ile yaptığı çalışmalar sonucunda bu hastaların sorunlarının çözümü olmadığına ve hiçbir zaman çözüm bulamayacaklarına olan inanışları ile intihar girişimleri arasında bir bağ olduğunu belirtmektedir. Beck’e göre hasta objektif ve gerçekçi bir nedeni olmadığı halde deneyimlerine yanlış anlamlar yüklemekte ve amacına ulaşmak için çaba sarf etmediği halde bunlardan negatif sonuçlar beklemektedir. Beck (1963), hastaların bu durumunu “umutsuzluk” olarak adlandırmıştır (Durak, Palabıyıkoğlu, 1994). Yani, Beck (1963)’in bilişsel kuramına göre umutsuzluk depresyonun temelidir. Depresyona yatkınlığı olan kişiler, kendilerini dış dünyayı ve geleceklerini olumsuz değerlendirmektedirler. Depresif kişi kendini yetersiz, değersiz ve kusurlu bulur. Yaşamı, engeller ve zorlayıcı olaylarla dolu olarak görür, geleceğinden umutsuzdur (Durak, 1994).

Beck, Steer, Kovacs ve Garrison (1985), 50 depresif hasta ile yaptıkları psikoterapi çalışması sonucunda şu bulguları elde etmişlerdir: Hasta intihardan önce kendi durumunu savunmasız ve umutsuz olarak değerlendirmektedir. Süregiden acıya dayanamayacaklarına ve sorunları için hiçbir çözüm yolunun olmadığına inanmaktadırlar. Bu yüzden intihar eden kişiler genellikle çaresiz ve umutsuz durumlarının tek çözümü olarak intiharı görmektedirler.

26

Abramson, Seligman ve Teasdale (1978), depresyon ve çaresizlik kavramını yeniden düzenleyerek umutsuzluk depresyonu teorisini ortaya koymuşlardır. Bu teoriye göre kişi kontrol edemediği olumsuz sonuçlarla karşılaştığında, olayları yalnız kendisinin kontrol edemediğine inanıp, bireysel çaresizlik durumuna girmektedir. Bu yaşantının sonucu olarak da, içsel-dışsal, değişmez-değişebilir, genel-özel olmak üzere üç değişik nedensel boyutta umutsuzluk yaşamaktadır.

Abramson, Metalsky ve Alloy (1989)’e göre, istenilen sonuçlara ulaşılamayacağı veya istenmeyen sonuçların ortaya çıkacağı beklentisine sahip bir bireyin elinden bir şey gelmeyeceği düşüncesini taşıması, umutsuzluk depresyonunun ortaya çıkması için yeterli bir nedendir.