• Sonuç bulunamadı

Turgut Cansever’in Mimarlık Tanımı ve Görüşleri

4 TURGUT CANSEVER’İN MİMARLIĞI

4.1 Turgut Cansever’in Mimarlık Tanımı ve Görüşleri

Cansever’in mimarlık hakkında söyledikleri, sadece kendi mimarlık anlayışı hakkında bilgi vermez, aynı zamanda geçmiş mimarlıkların nasıl kavranabileceğine ilişkin öneriler de içerir. Cansever ontolojik bir dil geliştirerek, insanın dünyaya bilinçle bakmasını sağlamak istemekte ve hükmedici bir mimarlık dili yerine özgürleştirici bir dil önermektedir.

Cansever’in elli yıldan biraz daha uzun bir zamandır yazdıklarından ve inşa edilmiş az sayıdaki yapısından mimarlık için ne çıkarabiliriz? Mimarlık hakkındaki yazıları, aslında kaynaklarından bağımsız okunduğunda veya mimarlığına yazılarını okumadan bakıldığında ne görürüz? Cansever’in yazılarından geçmişin mimarlıklarına nasıl bakacağımıza ilişkin bir yöntem öğrenebilir miyiz? Bu yazılardan bir yere, kültüre ait bina yapmanın nasıl olacağına ilişkin bilgi edinilebilir mi? Gerçek mimarlık olarak ifade edilebilecek deneyimlenen, bilinçle yapılmış bir mimarlığın nasıl olabileceğine ilişkin ne öğrenebiliriz?

Cansever’in yazı ve konuşmalarında sık sık bahsettiği, varlığı bütün yönleri ile kapsayan yaklaşım, mimarlığının temelini oluşturuyor gözükmektedir. Geçmiş ile kurulan bağların nasıl olabileceğine, kültürün nasıl sürdürülebileceğine ve belli bir inanca sahip toplumun mimariyi nasıl algıladığına ya da nasıl biçimlendirdiğine yanıtı bu üst ölçekteki model yanıtlıyor gibi durmaktadır.

Cansever, “mimarın görevinin dünyayı güzelleştirmek” olduğunu eski tarihli yazılarından itibaren ifade etmektedir. 1965’de yazdığı bir yazıda da “insanın dünyanın biçimine ve görünüşüne göre yaptığı en önemli müdahele mahiyetindeki yapıların esas görevlerinin dünyayı güzelleştirmek olduğunu” söylemektedir (Cansever, 1965). “Varlığın, çevresinin, dünyanın sorumluluğunu yüklenmiş insan için üzerine aldığı emanetlerin hüsn-ü muhafazası ve güzelleştirilmesinden önde gelecek başka bir ideal olamayacağını” belirten Cansever (1997b, 190), bu tavrın “yaşanan sanat biçimleri” oluşturduğunu ifade eder. Cansever’de insanın çevresi ile bilinçli bir ilişki kurması, ancak seyredilen değil yaşanan bir mimarlık ile mümkün olabilir.

İnsan, inşa edilip biçimlendirilen bir mimari çevrenin oluşumuna katıldığı nispette onun sorumluluk ve bilincine erişir. Onu güzelleştirme iradesi gelişir. Yani gittikçe daha fazla ve daha derinden fark ettiği mimariyi anlar ve onun tadına varır, onunla yaşar, onu geliştirir. Hatta birlikte gelişir.

Cansever (1992a, 213), “bilinci, biçimler dünyasına yansıtma çabasıdır istediğim” demektedir. Bunun yolu olarak da Cansever (1992a, 214), mimarlığı kapsayan, oluşturan alanları, varlık kategorileri ile açıklamaktadır.

Yapmak istediğim şeylerden bir tanesi, maddi varlık tabakasının; yani bütün inşaat malzemesi, teknoloji vs.nin gereklerini dikkatle yerine getirerek, ancak bütün bu malzemeyi fikir dünyamızın, inanç dünyamızın transandantal çerçevesi içerisine yerleştirerek sosyal, iktisadi ve biyolojik varlık alanı gerçeklerini de saygıyla inceleyip onların gereklerini tam yerine getirerek; güneş, gölge gibi biyolojik varlık alanının ihtiyaçlarını da karşılayarak, psişik dünyamızın gerektirdiği sükunet ve huzuru sağlayarak, yavaş hareket çerçevesi içinde, bağımsız tektonikleri üzerlerine ilave alabilecek mass kolektivitelerini tezyini bir niteliğe ulaştımak istiyorum. Bu da üslubun niteliğidir.

Cansever (1997b, 13) burada bahsettiği varlık tabakalarını, Yeni Ontoloji ışığında mimarlık alanına uygulamıştır. Bu model ile mimarlığa ilişkin dışarıda bırakılmış herhangi bir alan kalmamış gözükmektedir. Mimarlığın farklı yönlerinin, tüm varlık kategorileri ile farklı şekillerde ilişkisi vardır. Cansever (1992a, 11 ve 1997b, 97), “mimarinin oluşturulması sırasında varlık sorunlarının hepsinin bütünlüğü ile gözönünde tutulması gerektiğini” ifade eder. “Mimarlığın, tüm varlık düzeylerinde, özellikle de insanın bilinç ve bütün tarihinin mekan-zaman bağlamında tüm varlık problemlerinin dikkate alınarak incelenmesini” öneren Cansever (1997b, 14), varlık kategorilerini şöyle ifade eder:

Varlığın bütün alanlarını kapsayan ve hayatın getirdiği sorunlarla sürekli girift ilişkiler içinde olan mimari, maddi, biyo-sosyal, psikolojik ve ruhi-akli varlık düzeylerinde geliştirilir.

Modern ontolojinin tabakalar öğretisi dendiğinde Nicolai Hartmann’ın tabakalar öğretisinin anlaşıldığını ifade eden Tunalı (1984, 24), bu tabakalaşmanın, varlığın bütünlüğünü gözettiğini belirtir. Modern ontolojideki dört varlık tabakası; inorganik, organik, ruhi ve tinsel tabakalardır. Tunalı (1984, 23), bu tabakalar arasında bağımlı-olma ve bağımsız-bağımlı-olma gibi ilişkiler bulunduğunu açıklar. Tunalı (1984, 28) bu ilişkileri kısaca şöyle ifade eder:

Genel olarak her üst tabaka, bir alt tabakaya dayanır, ama zorunlu olarak dayanır yani onun tarafından taşınır. Alt tabakanın varlığı üst tabaka için vazgeçilmez bir şarttır. Buna karşılık üst tabakanın bir bağımsızlığı, otonomisi vardır.

Maddi düzey ile ifade edilen alan binanın yapı malzemesi ve tekniğidir, yapılan tercihler bir üst tabakayı biyososyal düzeyi etkiler, psikolojik düzey canlı varlıklar ile ilgilidir, ruhi-akli düzey ise insana ilişkindir. Cansever’in bu tabakaların en üstünde, ruhi-akli varlık olarak tanımladığı düzeyde sanat, inanç ve ahlak yer alır. Tüm bu tabakaların bütünlük içerisinde olması önemlidir, varlığı bütünü ile kavramak, sıklıkla eleştirdiği Batı’nın iki kutuplu tavrının karşısındadır. Örneğin, Cansever için evrensellik ve yerellik kavramları zıt kavramlar değildir. Cansever (1997a, 153), İslamiyet’teki tevhid inancının, bu yapısal zıtlığın varolmadığını ve bunun insan için bir gereklilik olmadığını söylediğini ifade eder.

Varlığın bütünlük inancı bu gidiş gelişlerin yerine zıtlık gibi gözüken şeylerin aynı zamanda birbirleriyle beraberce varolmaları imkanını ortaya çıkarıyor. İnsanın vazifesinin de bir bakıma bu zıtlık gibi gözüken hadisenin bir arada çözümlenmesi olduğuna işaret ediyor.

Bu bakımdan Cansever, evrensellik ve yerellik gibi kavramların aslında zıtlık içinde olmadığını, birlikte varolduklarını anlatır. Cansever (1997a, 16), evrensel ve mahalli olanın nasıl uzlaştırılabileceği konusunda şunları söyler:

Tüm insan teşebbüslerinin içinde bulunduğu bir temel çelişki var; evrenselle yerel yahut aktüelin; ebediyen geçerli olacak çözümle bir yerde ve bir zaman için geçerli olacak çözümün ilk nazarda birbirlerinden çok farklı, birbirlerinin tamamen zıddı amaçları varmış gibi düşünülebilir. Bu, yaradılışın yapısındaki bir tezattan oluşuyor. İnsanlık tarihi biri yahut öbürü için kendini bağımlı sayan çağların yanılgılarıyla doludur. Dünyada hiçbir çözümlemenin ebediyen geçerli olacağını düşünmek mümkün değil... Herşeyin tarihi bir zemin ve tarihi bir süreç üzerinde cereyan ettiğini kabul etmek mecburiyeti var. Her mahalli anın, her mahalli hadisenin kendi dahili var. Bu, mikrokozmosun realitesine inanmak zaruretini ortaya koyuyor. Oraya inmezseniz, yaptığınız şey, üzerinde bulunduğu mekandan, içinde bulunduğu andan kopuk, sahte, dünya ile bağlanmayan ve dünyada yaşama ve gelecek nesillere hizmet verme yahut onların çabalarına bir ışık tutma şansından mahrum, tamamen bireysel bir heveskarlık halinde kalıyor.

Geleneksel ve bölgesel tutumlara felsefi bir tavır ile yaklaşan Cansever, geçmişin mimarlıklarını biçimci bir şekilde değerlendirmez ve bunları tarihi süreçleri içinde kendilerini oluşturan düşünceyi ve inancı ifade ederek ele alır. Cansever (1994b, 299), “yapılan şeyin hem geçmişe hem geleceğe doğru olmasını” bugünün çözümü olarak önerir.

Yıldırım Yavuz (1997), Ürdünlü mimar Rasem Badran hakkındaki yazısında, Udo Kultermann’ın çağdaş Arap mimarlığı üzerine bir araştırmasından4 bir alıntı yapar.

Udo Kultermann, geleneklerin her yeni nesil tarafından yeniden geçerli kılınmaları durumunda korunabileceklerini, geçmişteki kültür yapısının sürekliliğinin yalnızca bilim adamlarının bu yapı konusunda belirttikleri hayranlık değil, sanatçıların ve mimarların yapıtlarında gelenekleri sürdürmeleri ve bunlara yeni boyutlar katmalarıyla sağlanabileceğini, ancak, tüm kültürel kimliğin geçmişteki formların ve bezeme ayrıntılarının korunması ile değil, bahis konusu kültürün içeriğindeki gerçek değerlerin korunmasıyla güçleneceğini belirtmektedir.

Cansever’in de mimarlığında gelenekle kurduğu ilişki bu türdendir. Kültürün içeriğindeki gerçek değerleri korur ve “aktüel şartlar içerisinde” çözümler geliştirir (Cansever, 1991, 59 ve 1992a, 175).

Her eser, geçmişin değerlendirilmesiyle oluşan aktüel şartların belirlediği amaçlara yönelik bir çözümlemedir. Her eser, mimarının düşünce ve yönelişinin, inanç sisteminin gelişme süreci içinde özel bir anlam taşır.

Cansever’in görüşleri mimarlığın tüm yönlerini kapsayıcı niteliktedir. Mimari tasarıma etki eden tüm sosyal, mekansal, teknolojik, ekonomik, tarihsel vd. sorunlar birbirleriyle örülmüş cevaplarla binayı oluştururlar. Bina kendi varlığıyla, mimarlığın çözümlediği sorunlara yanıt vermenin ötesinde, mimarlık hakkında bir söz söylemeye başlar. Yücel’in (1983, 62) yazısında Tarih Kurumu için söylediği “bina, mimarlık ve arkitektonik yapısı yoluyla tarih hakkında konuşur” ve “mimarlık, insanın ürettiği basit bir şey olmayıp bir söyleme dönüşür” sözleri, Cansever’in tüm projeleri ve uygulanmış yapıları için geçerli gözükmektedir.

Benzer Belgeler