• Sonuç bulunamadı

Đletişim teknolojilerinin küreselleşmeyle paralel olarak inşa ettikleri bir toplumsal formasyonu ifade eden ve Đspanyol sosyal bilimci Manuel Castells tarafından ‘Ağ Toplumu’ olarak kavramlaştırılan modelin tarihsel kökenini Mattelart şu şekilde özetlemektedir:

“1665 yılına doğru Đtalyan anatomici ve doğa bilimci Marcello Malpilgi “derinin ağımsı bütününe gönderme yaparak, hücrebilimin yada dokuların bilimin öncüsü olan anatomi alanına o zama dek kumaşın, filenin yada dantelin örüsünü anlatan “ağ” sözcüğünü aktarmıştır. Ardından XIV. Louis döneminde Fransa’da ülke toprağının stratejik kullanımına ilişkin ‘ağ’ sözcüğüne askeri bakış açısını Sebastien Le Prestre de Vauban yüklemiştir. Ardından, Saint- Simon’un XIX. Yüzyılın başından beri kendini oluşumuna adadığı “insan bilimi” tasarısı, Xavier Bichat’nın (1771-1802) yaydığı yeni bilimsel bakış açısından bilgilenmiştir. Canlının yapısının bilgi nesnesi olarak ele alınmasını başlatan bu fizyolojistin dokular üzerine araştırmaları, gerçekte biyolojik modelin kenar çizgilerini çizer. Saint-Simon’un düşünsel tasarısını yeni ‘toplumsal ruhbilim’ sözcüğünün koruyuculuğuna yerleştirmesi ve “endüstriyel sistemi” bir ‘organizma’, daha da iyisi bir ‘ağ-organizasyon’ olarak tasarlaması bir rastlantı değildir. Pozitif yada endüstriyel çağın toplumsal organizmasının yapısal ilkesi, işlevlerin hiyerarşisidir. Ağ, maddesel olsun, madde dışı olsun, taşımacılık, bankacılık yada simgelerin yöneyleri ağı olsun, örgütlenmelerin ana örneğidir. Saint-Simon tarafından ortaya konan kavramın öğretisi, endüstriyalizmin demiryolu, finans, deniz hatları ve okyanuslararası kanalların ağlarının mimarlarının girişim ruhunu meşrulaştıracaktır”(Mattelart, 2004: 17- 27).

Ayrıca, yeni iletişimsel uzamların yanı sıra yeni bir toplumsallık türünü de ifade eden ağ kavramı, Kropotkin’in yeni-teknik aracılığıyla özgürleşme üzerine düşüncesi üzerinde de etkili olmuştur.

1934’te Amerikalı tarihçi Lewis Mumford, Kropotkin’in sezgilerinden hareketle radyo iletişim ağlarını gündeme getirdiği ‘Technics and Civilization’ adlı yapıtında: “Platon bir sitenin nüfusunun en uygun durumu, tek bir konuşmacının sesini duyabilecek yurttaşların sayısıyla tanımlar” yorumunu yapar. “Yeni teknik

araçların kullanılabildiği ve ortak bir dil konuşulan her yerde şimdi, neredeyse Attika’nın en küçük sitelerine yaklaşan bir politik birliğin öğeleri vardır” (Aktaran: Mattelart, 2004: 39). Yeni iletişim araçları tek bir konuşmacının sesini ağlar üzerinden ulusal sınırları aşarak aktarmasıyla birlikte yeni bir toplumsallık türü gelişmeye başlamıştır.

1850-1950 yıllarının en önemli özelliği, bu yıllarda iletişimin dünyaya yayılması olmuştur. “Posta, telgraf ve telefon şebekeleri, sonra da, 1900’dan itibaren radyo iletişimi ve ardından televizyon bilginin daha uzak mesafelerde dolaşıma girmesini sağlamıştır”(Barbier ve Lavenir, 2001: 131).Yine aynı yıllarda “Avrupa ve Amerika arasındaki sualtı telgraf kablosunun çekilerek iletinin kısa zamanda uzak mekanlara gönderilmesi ile ilgili gelişmeler haber ajanslarının farklı yerlerde kurulmasına neden olmuştur” (Önür, 2002: 93). 1876’da bugünkü internet bağlantılarının omuriliğini oluşturan telefon bulunmuştur. Modemler, dijitalden işitsele dönüşebilmekte ve bilgisayarın telefon ağı üzerinden bağlantı kurmasını sağlamaktadır.

Yeni iletişim teknolojilerini, yüzyıllar sürmüş bir emperyalizm ve kültürler arası ilişkiler bağlamında toplumları “uzak ve yakın öbür toplumlarla kaçınılmaz bir ilişki içinde olan, örümcek ağı gibi bağlantıları olan açık sistemler olarak düşünmemiz uygun olur” (Morley ve Robins, 1997: 177). Ancak iletişim ütopyasının yenilenmesiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’nde aktarma teknikleriyle kurumsal yapılar arasında sıkı bir bağ ören ağlar felsefesi oluşur. Chicago Okulu’nun mimarı Frank Lloyd Wright da “Kropotkin’in toplumlaştırıcı tezini, Jefferson ve Emerson’un liberal felsefesiyle örtüştürerek geleneksel politikanın bölünme çizgisini insan merkezi çerçevesinde ele almaya katkıda bulunur. ‘Organik uzam’ düşüncesinin sonu, kısıtlanmış, dağılmış, yalıtılmış ama kendi aralarında sıkı dolaşım ağları ilmekleriyle bağlanan ve yeniden bağlanan bir topoğrafyaya varır” (Mattelart, 2004: 39).Bu yeni bir toplumsallık türü yaratıp hem de bireyselliği korumaya çalışan bir düzenleme biçimini ifade etmektedir.

19.yüzyıl, tüm gezegeni saran ve ilk defa çağdaşlarına hızlı bir enformasyon deneyimi kazandıran şebekelerin ortaya çıkışına tanık olmuştur. Giderek yaygınlaşan bu şebekeler, “hem küresel köy şeklinde yeniden ortaya çıkan ütopyanın, hem de

evrensel, doğrudan ve dolaysız bir iletişimi ve katılımı hedefleyen bir demokrasi rüyasının taşıyıcıları olmuştur” (Barbier ve Lavenier, 2001: 14). Elektronik sözlü kültür çağı olarak da nitelenen bu dönemde yazmak teknoloji midir derken, bugünkü ‘hipertekst’∗ sürecinde sözcük elektronik olmuştur. Yazı katı halini kaybetmiştir. Yazıya giriş yazar ve sonuç bölümüyle bitiririm mantığı sonlanmıştır. “Yazı artık bir sürü başka yazıya hatta görsel ve işitsel’e link atmıştır. ‘Hipermedya’∗∗ ortaya çıkmıştır. Yazı hiç bitmeyen bir esere, süreli katkı yapılan akışkan bir forma dönüşmüştür ve interaktiftir” (Katipoğlu, 2009).

Castells’e göre (2005:2) bu gelişmelere eş zamanlı olarak giderek evrensel, sayısal bir dili konuşan yeni bir iletişim sistemi, “hem kültürümüzün sözcükleri, sesleri ve imgelerinin üretimi ve dağıtımını küresel olarak entegre hale getiriyor, hem de onları bireylerin kimliklerinin ve ruh hallerinin beğenilerine uygun kılmaktadır.” Marshall Berman, modern ortamların ve yaşantıların bütün coğrafyaları ve etnik kökenleri, sınıf ve milliyetleri, din ve ideolojileri aştığını ve bu anlamda modernliğin bütün insanlığı birleştirdiğini ifade eder. “Fakat bu paradoksal bir birliktir, dağınıklık içinde birliktir. Hepimizi sürekli bir parçalanma ve yenilenme; mücadele ve çelişkiler, belirsizlik ve elem girdabına atar. Modern olmak, Marx’ın ifadesiyle ‘katı olan her şeyin eriyip havaya karıştığı’ bir evrenin parçası olmak demektir” (27:1994)