• Sonuç bulunamadı

1.1. TOPLUMSAL AİDİYET VE TOPLUMSAL DIŞLANMA KAVRAMLARI 4 

1.1.4. Bireyin Toplumsal Dışlanması Üzerine 28 

Bireyi ve onun toplumsal tarihini sadece kapsadığıyla değil, dışladığıyla birlikte okumak gerekir. Başka bir deyişle toplumlar, uluslar, kültürler, toplumsal gruplar ve bireyler ‘evet’ dedikleri kadar, ‘hayır’ dedikleriyle de tanımlanabilir. Bireyde kabul ya da reddin nasıl biçimlendiği ise cevaplanabilir bir sorudur. Çeşitli nedenlerden dolayı, bireyin iki tutumdan birisinde bulunması bilinçli ya da kendiliğinden olabilir. Asıl sorun, bu iki tutumun bireyde iç içe geçerek ‘kabul’ü sindirmeye, kuşatmaya; ‘red’di ise dışlamaya, imhaya ve hatta inkara dönüştürmesidir. (Selek, 2001: 15)

Günümüz toplumunda farklı deneyimlerden, farklı yaşanmışlıklardan ve farklı sosyo-kültürel yapılardan gelen bireylerin bir arada, uyum içinde yaşayabilmesini sağlayan en önemli gereklerden biri ‘birlikte yaşama kültürü’ nü oluşturup, benimseyerek yaşayabilmeleri ve geliştirebilmeleridir. (Adaman ve Keyder, 2006) Herhangi bir insan ya da grupla ilişkiye girmeden yalnız yaşayan insan sayısının ne kadar az olduğu düşünüldüğünde “ait olma ihtiyacının” bireyin belki de en temel gereksinimlerinden biri olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Sosyal davranışların önemli güdüleyicilerinden biri olan ait olma ihtiyacının temelinde yatan nedenlerini açıklamak amacıyla küçük gruplar halinde yaşayacak yönde evrimleşmemizden sosyal kimlik kazanma arayışına, birçok işi yalnız başımıza gerçekleştirmemizin mümkün olmamasından prestij sağlamaya kadar uzanan değişik görüşlerin bulunması, bireyin yalnız yaşamasının mümkün olmayacağını kanıtlar nitelikte olmaktadır. Şöyle bir çevremize göz attığımız zaman

29 nerdeyse tüm bireylerin kendilerini birilerine, bir gruba kabul ettirmek için çaba harcadıklarını; diğer insanlar tarafından reddedilmeleri ya da grup dışında tutulmaları halinde de huzursuzluk, gerginlik, hayal kırıklığı, üzüntü ve öfke gibi olumsuz duygular yaşadıklarını göstermektedir. (Yılmaz Anatca, 2010: 1) Birlikte yaşama kültürünün gereği olan toplumsal alana her bireyin ulaşabilirliğini engelleyen tüm olaylar-olgular ve ulaşabilirliğini sağlamaya yönelik politikalar, ekonomik çerçevenin ve politikaların ötesinde düşünülmeye başlanmıştır. Bireylerin ya da grupların, başka bir deyişle özerkliğini kazanmamış gençlerin, ebeveynlerine bağımlı olan çocukların, işsizlerin, alkol-uyuşturucu müptelalarının ya da genel hatlarıyla dezavantajlı konumda görünenlerin toplumsal alana (social sphere), istemelerine rağmen çeşitli sebeplerden dolayı ulaşamamaları ve toplumsal alanın dışında konumlandırılmaları ‘sosyal dışlanma’ (social exclusion) olgusu ile açıklanmaktadır. (Yurttagüller, 2007)

Literatürde yer edinen ve oldukça önem arz eden sosyal dışlanma kavramı, değişen dünya koşullarında sosyal, ekonomik vb. her alanda sosyal politikalar içerisinde yer edinmeyi başarmıştır. Sorunlar ülkelere, toplum yapılarına göre farklılaşırken sonuçlara yönelik öneriler ve yöntemler gün geçtikçe artarak geliştirilmektedir. Çok boyutlu süreçler bütününü içeren kavram, yoksullukla birlikte sosyal alanda yerini almakta, küreselleşmenin de katkısıyla bu alana dair analizi oldukça güçleştirmektedir. Kişilerin toplumla olan bağlarına, yeni sorunlar eklemlenmekte, bileşenlerle birlikte tanımlanması ve çözümlenmesi probleme dönüşen kapsamlı bir ağı içerisine alan dinamik süreci oluşturmaktadır. Sosyal dışlanma, ekonomik ve sosyal anlamda, bireyleri ciddi derecede etkilemesinin yanında önemli bir toplumsal sorun durumuna gelmektedir. (Tunca, 2010: 1) Genel olarak yoksullukla anılan bu kavramın, esas iyileştirilmesi gereken alanının, her ne kadar ekonomik yanı gibi gösterilse de, toplumla gün geçtikçe bağlarının kopması ve ilişkilerinin zayıflaması dolayısıyla bireyin sosyal yönünün olması gerektiği yadsınamaz gerçekler arasında yer almaktadır.

Sosyal dışlanma riski ile karşı karşıya en fazla kalan dezavantajlı gruplar içerisinde yoksullukla karşı karşıya olanlar, yaşlılar, engelliler, göçmenler, romanlar, tek ebeveynli aileler ve özerkliklerini henüz kazanamamış genç bireyler bulunmaktadır. (Yurttagüler, 2007) Dışlanmış bu grupların en önemli özellikleri

30 topluma katılamama ve toplumsal bütünleşmeye dahil olmakta yetersiz donanıma sahip olmaları veya kendilerini yetersiz hissetmeleridir. Sosyal dışlanmışlık bu anlamda iki taraflı cereyan eden bir olgu olarak da dikkat çekmektedir. Bir yandan sosyal dışlanma riski altında bulunan grupların topluma entegre olmakta gösterdikleri zorluktur ki buna bireyden ya da gruplardan kaynaklanan içsel faktörler de denilebilir. Bir diğer yönü ise toplumun, sosyal dışlanma riski altında bulunan grupları içine almakta gösterdiği tereddüt olarak adlandırılan süreçtir ki bu da dışsal faktör olarak tanımlanabilir. Bu sosyal dışlanma etkenleri açısından en tehlikelisi de çift taraflı olarak her iki kesimin sosyal bütünleşme becerisini gösteremediği durumlar olarak nitelenebilir. (Kalaycı, 2007: 25)

Sosyal dışlanma, birey için durumdan ziyade bir sürece vurgu yapar. Dinamik bir süreç olan ve sınırları sürekli değişkenlik arz eden sosyal dışlanmanın eğitim, demografik özellikler, toplumsal önyargılar bağlamında değerlendirilmesi son derece önemli olmaktadır. Bunun dışında gelir kaynağı olarak düzenli bir işten yoksun olmak sosyal dışlanmanın kilit mekanizması olsa da, bireylerin/grupların geçimlerini temin etmekte yapısal zorluklara veya imkansızlıklara neden ve nasıl maruz bırakıldığı önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Asıl sorunun, yalnızca bireylerin becerilerinden yoksun olmaları ve/veya iş bulamamaları olmadığını belirten Castell (2007), bireylerin ciddi bir kısmının sağlık sigortasından yoksun olduğu bir toplumda salgın bir hastalığın baş gösterebileceğini; cezaevi kültürü ya da eski bir mahkum olmanın damgasının özgürlüğe kavuşulduğunda suç dünyasının dışına açılan yolları kapayabileceğini; zihinsel bir engelin/sinirsel bir rahatsızlığın izlerinin, bireyi, psikiyatrik baskı veya sorumsuzca kurumlar dışında kalma seçenekleriyle karşı karşıya bırakabileceğini, bireyin ruhunu hareket edemez hale getirip, iradesini ortadan kaldırabileceğini; okuma-yazma bilmemenin, yasa-dışı statüde olmanın, kira bedelini ödeyememenin ve dolayısıyla evsiz duruma düşmenin kişiyi, toplumun, ‘başarısız insanlık enkazı meskeni’ olan dış kesimlere sürülmesine neden olabileceğini belirtmiştir. (Özgökçeler ve Bıçkı, 2010: 316) Bunun dışında toplumsal platformun dışına çıkılmasıyla ilgili yapılan analizlerde ‘yapabilirlik’ önemli bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Yapabilirlik, özellikle iki temel konu olarak irdelenen tüketim harcamaları ve gelirin yanında sosyal boyuta da vurgu yapmaktadır. Tüketim harcamaları ve gelir, yoksulluğun/fakirliğin/refahın ‘durağan’

31 boyutunu; yapabilirlik çözümlemesi ise çok veçheli bir süreç olan sosyal dışlanma sorunsalının ‘dinamik’ boyutunu aydınlatmaktadır. (Bölükbaşı, 2008: 19) Bu dinamik süreçte sosyal dışlanma ile bireyin ‘yapılabilirliklerinin’ (capabilities) ve hareket alanının sınırlı olmasının sebebinin yine bireyin kendisi olması yaygın bir anlayıştır. Dışlanan bireyin yeterince çaba göstermediğini, tembel olduğu ya da sağlanan imkanlardan yararlanamadığı için toplumsal dışlanma ile sürekli karşı karşıya kalmaktadır. Yapısal sorgulamalar yerine ‘neden’ leri bireyde aramak ve bireyin yetersizliklerine odaklanmak hem sorunların ana nedenine ilişkin perspektif kaybına hem de geliştirilen çözümlerin sürekli değil anlık olmasına neden olmaktadır. Bunun sonucunda bireylerin ya da grupların sosyal ilişkiler ağının dışına yerleştirilmesi, marjinalleştirilmesi ve ‘topluma aidiyet’ durumunun kaybı yaygın olarak gözlemlenebilir bir durum olmaktadır. (Yurttagüler, 2007: 45) Genel kabul görmüş bu anlayışla dışlanan hep haksız ya da başka bir deyişle yaşadıklarının sorumlusu olarak tek adresin kendisi, dışlayan da tabii hakkı olarak onu dışlamanın toplumsal yaşam için alınması gereken en sağlıklı karar olduğuna inanmaktadır. Toplumsal yaşam düzeninin bu yoldan geçerek sağlandığına kendini kaptıran dışlayan, rollerin-konumların ve olayların değişmesiyle dışladığıyla yer değiştirebileceğinden çoğu zaman bihaber olmaktadır.

Bu bağlamda genellikle dışlanma riski bulunan ya da dışlandığı düşünülen işsizler, niteliksiz emekçiler, fakirler, topraksızlar, okuma-yazma bilmeyenler, engelliler, bağımlılar, suçlular, tek ebeveynli aileler, çocuklar, diplomasız gençler, kadınlar, göçmenler, mülteciler, dinsel ırksal azınlıklarla alakalı çok değişik sorular akla gelmektedir. Burada dışlanıldığı düşünülen gruplar acaba bir zamanlar içerideyken sonradan mı dışlandılar, yoksa sürekli dışarıdaydılar ama içeri girmeye mi çalışıyorlar? Örneğin; yoksulluğun gerçekten büyük boyutlarda olduğu ve toplumun büyük bir kesiminin imkansızlıklar içinde yaşadığı Afrika, Asya ve güney Amerika’daki çeşitli ülkelerde yoksulluk herkesin içinde bulunduğu bir durum olarak görülmektedir. Bu yüzden bu ülkelerde yaşayan insanların hemen hemen hepsi aynı durumda bulunduğundan ve belki de aynı kaderi paylaştığından kendilerini dışlanmış hissetmiyorlardır. Gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde bireyler, içinde bulundukları toplumda var olan eşitsizlikleri görme imkanına ve buna karşı çıkmak açısından yeterince bilince sahip oldukları için belki de bu ülkelerde dışlanmış olarak

32

görülen grupları kategorize etmek daha kolay olmaktadır. (Sunal, 2007) Başka bir örnek olarak uyuşturucu bağımlıları kendi gibi düşünen ve yaşayan insanların uyuşturucunun zararlı bir maddeden çok bir antidepresan ya da ara ara alınması gereken bir yatıştırıcı ilaç olarak görebiliyorlardır. Ya da cinsel kimlikleri zaman içerisinde değişkenlik gösteren transeksüellere göre bu yanlış bir seçim değil aksine kişinin hissettiği kimlikle yaşadığı çevreye takdim edilmesi hem birey hem de toplum için daha sağlıklı olmaktadır. Bu ve buna benzer örnekleri arttırmak mümkündür. Asıl anlatılmak istenen ise toplumsal yapı içerisinde dışlanan ve dışlayanın birbirlerine hep ‘öteki’ olarak görme eğilimi olmasıdır.

Toplumsal dışlanma sürecinin hız kazandığı zaman dilimi geleneksel toplum yapısından modern toplum yapısına geçiş dönemine denk gelmektedir. Tönnies’ in ifadesiyle Gemeinschaft’ tan Gesellschaft’ a doğru toplumsal yaşam evrilirken birtakım yapısal değişikliklere de maruz kalmıştır. Çünkü bireyle birlikte yaşamı da modernleşmiştir. “Yapısal farklılaşma ve kültürel genelleşme süreci olarak modernleşme, toplumsal-yapısal düzlemde iş ve toplumsal sektörlerin artan oranda bir uzmanlaşmasıyken, aynı zamanda kültürel-kurumsal düzlemde değer, norm ve anlamların artan ölçüde genelleşme ve soyutlanma sürecini de içermektedir.” (Zijderveld, 2007: 221-222) Modernleşmenin her alanda hissedilmesiyle beraber uzmanlaşma da kendini her durumda ve her alanda hissettirmeye başlamıştır. Böylece modernleşmeyle beraber “bireyin kişilik ve sosyal rolleri arasındaki mesafenin artması durumu ise yabancılaşmayı ortaya çıkarmıştır. (Alptekin, 2011: 89)

Topluluk kavramının toplum kavramına doğru yol alırken geçirdiği toplumsal ve kültürel değerler karşımıza genel olarak ‘yabancılaşma’ ve ‘anomi’ kavramını çıkaracaktır. (Zijderveld, 2007: 199) Yabancılaşma, “…genelde insanı kendisine, diğerlerine, cemaate ve yarattığı teknoloji ve toplumsal kurumlara bağlayan bir şeyin –bağlar- yittiği, kayıp olduğu, incindiği ve bu durumun çeşitli ‘patolojilere’ yol açtığı şeklinde tanımlanmaktadır. (Akt; Demirer ve Özbudun, 1999: 37) Dolayısıyla benlik yitimi, kaygı durumları, anomi, umutsuzluk, kişiliksizleşmek, köksüzlük, apati, toplumsal örgütsüzlük, yalnızlık, atomizasyon, güçsüzlük, anlamsızlık, değer ve

33

inanç yitimi gibi bir dizi psiko-sosyal bozukluğu kapsamaktadır. (Demirer ve Özbudun, 1999: 37) Seeman’ a göre, bireyin topluma olan bağlılığına ilişkin yabancılaşma, bireyin içinde yaşadığı toplumu etkilemede yetersizliği ya da yetersizlik duygusu taşıması ile olan ‘güçsüzlük’ durumu yansıtmaktadır. Bu durum, bireyin ulaşmak istediği amaçlara ulaşamamasının doğurduğu duyumlarla ilişkilidir ki, yönetme ve inanç eksikliğinden kaynaklanan, bireyin kendi etkinliğine anlam verememesi, dahası bu durumu sürekli sorgulayarak anlamsızlaştırmasıdır. Bireyin neye inanacağına dair karasızlık yaşaması dolayısıyla bir yabancılaşma duygusu oluşmaktadır. Bunun dışında, üyesi bulunulan toplumun belirli normlarına ve amaçlarına yabancılaşmanın oluşması da Seeman tarafından ‘izolasyon’ (dışlanma) şeklinde ele alınmaktadır. Buna göre toplumsal bütünleşmeyi ve dayanışmayı tehdit eden en önemli unsurlardan birisi de yabancılaşmanın artmasıdır. Bir toplumda yabancılaşmanın artması ise toplumsal bağların özündeki değerlerden, kültürel özelliklerden ve normlardan kopması, ayrılması anlamına gelmektedir. (Akt; Alptekin, 2011: 89) Bu şekilde çeşitli ölçülerde yabancılaşmış olarak nitelenen toplumsal gruplar arasında kadınlar, sanayi işçileri, beyaz yakalılar, göçmen işçiler, sanatçılar, intihara yatkın kişiler, zihinsel-fiziksel özürlüler, müptelalar, yaşlılar, bir bütün olarak genç kuşak, özelde genç suçlular, oy verenler-vermeyenler, tüketiciler, kitle iletişim araçlarının izleyicileri, cinsel sapkınlar, önyargı ve ayrım kurbanları, önyargılılar, bürokratlar, siyasal radikaller, göçmenler, sürgünler, serseriler ve gözetim altındakiler sayılırken bu hiçbir zaman bitmiş bir liste olarak görülmemelidir. Her geçen gün yeni bir kategorinin eklenmesi an meselesi olmaktadır. (Demirer ve Özbudun, 1999: 37) Dikkatlice incelendiğinde aslında yabancılaşmış olarak nitelenen toplumsal grupların sosyal dışlanmaya maruz kalan gruplar olduğunu görmek mümkündür. O halde her yabancılaşmanın bir toplumsal dışlanmayı beraberinde getirdiğini söylemek yanlış olmamalıdır.

34

1.2. UYUŞTURUCU MADDE BAĞIMLILIĞI, MADDE BAĞIMLISI BİREY

Benzer Belgeler