• Sonuç bulunamadı

Şiirin bir mesaj olduğunu kabul edenler için Âkif, Türk şiirinde en güçlü mesajlardan birinin sahibidir. Şiirle mesajı birbirinden çok uzak iki kulüp gibi görenler için söyleyeceğimiz şey, Âkif’in bu çok farklı iki unsuru sanatında birleştiren nâdir örneklerin başında geldiğidir.

Mehmed Âkif gibi, bilhassa yaşadığı devirde, herhangi bir fikri, bir ideali terennüm eden pek çok şair vardır. Ancak bunların şiirlerinin çoğunda mesaj ön plânda-dır, şiir güzelliği, estetik endişeler veya lirizm dediğimiz şey kaybolmuştur. Hâlbuki Âkif’in şiirlerinde, tıpkı realizmle idealizmin yaklaşması gibi, mesajla lirizmin bir-leşmesine şahit oluruz. Hiç şüphesiz her zaman için değil. Onda da yer yer manzum hikâye ve didaktik seviyeyi aşmayan şiirler çoktur. Fakat bunların arasında bile kolayca söylenivermiş zannedilecek, eskilerin sehl-i mümteni dedikleri, belki hâlis şiir tarzının değil, fakat bir sanatkâr icazını gösteren mısralar Safahât’ın sayfaları arasında adeta fışkırır.

Âkif’in getirdiği mesaj yahut mesajlar nedir? Onun ilk şöhretini yaptığı yıllar, 1908-1918 arası. Türk cemiyet in in büyük kargaşalığa düştüğü bir devirdir. Devletimiz, tarihi içinde en çok toprak kaybına bu on yıl içinde uğramıştır. Gelen ve düşen hükûmetler, şahsî kinlerin siyasî kanaatlere karıştığı jurnaller, hürriyet adına hürriyetsizlik, disiplin namına anarşi, fırka ve cemiyetlerin kıyasıya dövüşleri arasında millî vahdet gittikçe bozuluyor, ortalığı bürüyen karışıklık içinde gerçeğin ne olduğunu görmek mümkün olamıyordu. Bu kör dövüşünde, düşünen ve eli kalem tutan aydınlar, devleti, içine düştüğü bu kargaşalıktan kurtarmak için birtakım formüller ileri sürüyorlardı. Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık, Medeniyetçilik, Milliyetçilik, İnsaniyetçilik gibi birbirine benzer ve farklı bir yığın reçeteler, asrın bu hasta adamına sunulmaktaydı. İşte Âkif Safahât'ının ilk kitabını neşrettiği zaman böyle trajik bir tablonun kahramanlarından biriydi. O da, borçlu olduğu cemiyete kendisini adayacak, o da bu hastaya birtakım reçeteler sunacaktı. Bunun için de, şiirde yapmacıklıktan uzak,

yalın bir dil buldu. “Ne tasannu, bilirim çünkü ne san’atkârım” diyerek özentisiz bir edebiyata yöneldi.

Âkif’in bu ilk Safahât’la getirmek istediği şey, cemiyetin içinde bulunduğu faciayı dile getirmekti. Reçeteyi sunması için önce teşhis gerekiyordu, bunun için de hasta teşrih masasına yatırılacaktı. İşte ilk Safahât cemiyetin bu teşrih masasındaki tasviridir.

Bunda da, çağdaşlarından daha başarılı olmuştur. Çünkü şairlik kabiliyeti ve Türkçeye hâkimiyeti yanında, cemiyete bağlılığı ve samimiyeti vardı.

Mehmed Âkif, mizaç bakımından, bir tarafıyla tamamen dışa açık bir insandır. Onun şiirinde evin içi hemen yok gibidir. Vâkıâ, -meselâ Âsım- tamamen evin içinde geçer, fakat, hikâyede bu mekâna ait hiçbir hususiyet, en ufak bir tasvir parçası yoktur.

Zannediyorum bütün Safahât’ta tek ev tasviri Seyfi Baha’nın fakirhanesinden ibarettir.

Âkif’in şiiri hakkında hüküm verirken onun bu mizacını gözden uzak tutmamak gerekir. Onun şiirlerinin bütün dekorlarını, kalabalık veya tenha sokaklar, evin dışındaki mekânlar (dükkân, kahvehane, meyhane, mektep, cami vs.) teşkil eder.

Manzum hikâyelerinde, evde canı sıkılan ve kendini sokağa adeta dar atan bir insanın davranış tarzı dikkat çekicidir ve şairimizin psikolojisi hakkında önemli ipuçları verir:

Ezanı beklemez oldum; açılmadan âfâk, Zalâmı sîneye çekmiş yatan sokaklardan Kemâl'i vecd ile geçtim...18

Fatih Câmii Beş on gün oldu ki mûtada inkıyâd ile ben

Sabahleyin çıkıvermiştim evden erkenden19. Küfe Bir ufak cevalân Bahanesiyle, bizim eski âşinâlardan Bir attarın azıcık gitmek istedim yanına20.

Hasır Canım sıkıldı dün akşam, sokak sokak gezdim21.

18 M. Â. ERSOY, a.g.e., s. 8.

19 M. Â. ERSOY, a.g.e., s. 20.

20 M. Â. ERSOY, a.g.e., s. 27.

21 M. Â. ERSOY, a.g.e., s. 32.

Meyhâne

Geçen sabah idi Eyyûbâ doğru çıkmıştım22. Mezarlık Bütün gün evde oturmak ne olsa pek boştur.

Bu ârzû-yı tenezzüh gelince artık ben

Durur muyum? Ne gezer! Fırladım hemen evden23. Bayram

Âkif’in şiirlerinde cemiyet meselelerine temas etmesi, birtakım yaraları deşmesi, çağdaşları olan diğer şâirler gibi bir masa başında düşünülen yahut pencereden seyredilen bir cemiyetin sezdirdiği yapmacık bir fakir-fukara edebiyatı değildir. Âkif, sokaktaki şâirdir. Bu sebeple şiiri, sosyal gerçeklikle beraber, romantizm ve idealizmi gibi birbirine zıt görünen vasıfları da bir arada taşır.

Safahât’in birinci kitabı, içtimaî bir romanın yarım bırakılmış parçaları gibidir. Bu bakımdan onu Dostoyevski gibi, Balzac gibi batılı romancıların eserleriyle karşılaştırabiliriz. Fakat daha da iyisi, kendisinin de beğenerek okuduğu Alphonse Daudet ve Emile Zola gibi realist ve natüralist romancılarla karşılaştırmaktır24. Âkif, lirik şiirlerinin dışında, bilhassa manzum hikâyelerinde ve tasvirlerde şair değil, romancı gibi hareket etmiştir: İstanbul’un kenar mahallelerinde, esnaf arasında, meyhanede, mahalle kahvesinde, aile geçimsizlikleri içinde, bayram yerlerinde mezarlıklardadır. Dilenciler, çocuklar, ihtiyarlar, karılarını döven, kötü muamele eden, üzerlerine evlenmeye kalkan kocalar, kocalarını kahvede, meyhanede arayan çaresiz kadınlar, bu duruma bir çıkış yolu arayan mahalle imamları, bu gerçek hayattan alınmış kişiler, kadrosunu teşkil ederler. Bu manzumelerde Âkif, keskin ve vurucu çizgilerle kuvvetli bir realizmi, okuyucuyu duygulandıran bir hassasiyetle birleştirmiştir.

Âkif’in “Hasta” şiiri, manzum bir tiyatrodan çıkarılmış küçük bir tablodur.

Hikâyede okul müdürü vardır, doktor vardır, hatta bunları bir kenardan seyreden şâir vardır. Ama asıl var olan, hastanın kendisidir. Veremlidir. Hasta’yı Âkif’in tasvir edişi, o zamana kadar şiirimizde de romanımızda da benzeri bulunmaz bir ifade gücü gösterir.

22 M. Â. ERSOY, a.g.e., s. 38.

23 M. Â. ERSOY, a.g.e., s. 42.

24 Orhan OKAY, a. g. e., s. 61-64.

Bu bir kenardan seyrettiğini söylediğimiz şâirin bakışıdır. Hasta dışarı çıkarıldıktan sonra doktorun ve okul müdürünün davranışları ve konuşmaları ise farklı bakış açılarını aksettirir. Hastayı, diğerlerine sirayet etmemesi için okuldan uzaklaştırmak gerekmektedir. Akıbetini anlayan ve sadece birkaç günlük ömrünü tamamlayan gencin yakınmaları bir çare getirmez. Hikâye hastanın şu sözleriyle biter:

Yok yok, beni tâ, Götür İstanbul'a bir yerde bırak ki, gurebâ, -Kimsenin onlara aldırmadığı bir sırada- Uzanıp ölmeğe bir şilte bulurlar orada25!

Âkif in, hasta çocuğun dilinden bu isyansız çırpınışları, kendi içinde yaşayan bir insana karşı alâkasız kalan toplumadır.

Âkif “Köse İmam” şiirinde cemiyete bakış tarzının kısa felsefesini açıklar. Köse İmam’ın ağzından dökülen bu felsefe şöyledir:

Üç sınıf halka içim parçalanır, hem de kadar!

İhtiyarlar, karılar, bir de küçükler; bunlar Merhamet görmeli, yüz görmeli insanlardan;

Yoksa, insanlığı bilmem nasıl anlar insan26?

İslâm şairi Âkif’in burada merhamet felsefesini, İslâm düşüncesinden önce insanlık fikrine bağlaması dikkat çekicidir. Âkif’e göre insanlık, Müslümanlıktan önce kazanılması gereken bir vasıftır. Daha sonraki manzumelerinin birinde de;

“Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile” diyecektir. Demek, İslâm’ın istediği, insanlığın istediğinden daha fazladır. Öyleyse insan olmadan Müslüman olmak mümkün değildir.

Âkif’in Köse İmam’ın ağzından söylediği merhamet edilmesi gereken üç sınıf halktan ihtiyarlar, Seyfî Baba ve Yemişçi İhtiyar şiirlerinde yer alır. Çocuklar, Bayram şiiri ile beraber Küfe, Meyhane, Mezarlık, Selmâ, Âhiret Yolu, Âmin Alayı, hatta biraz da mizahın karıştığı Bebek Yahut Hakk-ı Karar’da geçer. Hepsi Âkif’in sevgi, merhamet ve şefkat duygularını aksettirir. Mehmed Âkif’in kadına karşı merhameti her iki sınıftan daha fazla tezahür eder ve daha çok şiirinde yer alır. Bunlardan ilki, birinci Safahât’ta yer alan Köse İmam manzumesidir. Mahallenin, sözü dinlenir, “ilmi az, görgüsü çok,

25 M. Â. ERSOY, a.g.e., s. 14.

26 M. Â. ERSOY, a.g.e., s. 116.

fıtratı yüksek” imamı olan, daha sonra Âsım’ın da kahramanlarından biri olacak olan Köse İmam’a danışmak üzere komşu kadınlardan biri gelmiştir. Kocasından dayak yediği için şikâyetçidir. Köse İmam, kocasını çağırtır. Adam karısının üzerine bir daha evlenmeye niyetlidir. Bahanesi de şeriattır:

Ya şerîat ne için Bize evlenmeyi tâ dörde kadar emretsin?

İki alsam ne çıkar sâye-i hürriyette?

Boşamışsam, canım ister boşarım elbette.

İşte meydanda kitap. Hem alırız, hem boşarız27.

İslâm şairi Âkif, kocanın bu düşüncesinde İslâm’ı istismar etmesine tahammül edemez. Köse İmam’ın ağzıyla, kadın konusunda Müslümanların bu davranış tarzlarını şöyle tenkit eder:

Bana gelmiş de şeriatçı kesilmiş... Avanak!

Hangi bir seyyie yok defter-i âmâlinde?

Seni dünyada gören var mı ayık hâlinde?

Müslümanlıkta şeriat bunu emretmiş imiş:

Hem alır, hem de boşarmış; ne kadar sâde bir iş!

Karıt tatlîki için bak ne diyor peygamber:

“Bir talâk oldu mu dünyada, semâlar titrer.”

İki evlense ne varmış... Bu yenir herze midir28?

Devamında Köse İmam, İslâm’a göre kadın haklarını sayar ve her kocanın bunların altında kolay kalkamayacağını söyler. Âkif’in kadın karşısındaki bu davranış tarzı, yine birinci Safahât’ta Meyhâne, İstibdad manzum hikâyelerinde, Âsım’da ise Köse İmam’dakine benzer bir vak’a ile tezâhür eder.

İlk Safahât’ta, İslâm tarihinden çıkarılmış iki manzum hikâye yer alır. Biri Kocakarı ile Ömer’dir. Memleketin tek ferdinin ıstırabı karşısında bile devlet adamının vicdanındaki çatışmanın hikâyesidir. İkincisi ise, Âkif’in şiirleri arasında, üzerinde fazla durulmamış, fakat şairimizin İs lâ m’ın sosyal anlayışını dile getirmesi bakımından mühim bir manzumesidir: Dirvas. Mehmed Âkif’in, Emevî halifelerinden Hişam devrinde geçen bir vak’a olarak tanıttığı bu hikâye, hilâfet merkezi olan Şam’da geçer. Üç yıl üst üste gelen kuraklık, halkı perişan etmiştir. Açlık, kitle hâlinde hastalıklara, ölümlere sebep

27 M. Â. ERSOY, a.g.e., s. 113.

28 M. Â. ERSOY, a.g.e., s. 114.

olmaktadır. Bazı kabile reisleri, meseleyi bizzat halifeye arz etmeye karar verirler. Yaşı küçük olmakla beraber, güzel konuşma kabiliyeti olan Dirvas’ı da yanlarına alarak halife Hişam’ın huzuruna çıkarlar. Dirvas, coşkun bir belâgatle, bütün söz ustalığını kullanarak halkın acıklı durumunu anlatır ve Hişam gibi zengin ve âdil bir halifenin buna çare bulacağı inancıyla sözünü tamamlar. Dirvas’ın ifade kudreti karşısında adeta dili tutulan halifeye, ricacıların isteklerini yerine getirmekten başka yapacak şey kalmamıştır.

Bu basit konu içinde Âkif, usta bir hikâye tekniği ile mühim mesajlar vermiştir.

Dirvas, sözleri arasında rica etmeye değil, hak istemeye geldiklerini hissettirir. “Şehirleri besleyen kabâil: Şehirlileri doyuran köylüler” sözüyle bu haklarını hükümdara anlatmak istemiştir. Tüccar, zenaatkâr ve memur olan şehir halkının büyük ve gerçek ekonomik yükü, beslenebilmesi köylünün sırtındadır. Dirvas, talâkatıyla beraber ikna gücünü bu felsefeden almaktadır. Talâkat ise, bu felsefeyi güzel bir şekilde ifade etmektir. Âkif’in hemen bütün şiirlerinde olduğu gibi… Daha sonra Dirvas, muhtemel bir soruyu karşılar. Belki sefâletin bu derecesine kader denilecektir, belki de Allah bize küskündür, fakat Hişam’ın halifeliği, devlet reisliği, milletin babası oluşu, belki değil, gerçektir. Bundan sonra Dirvas, devletin ve bütün servet sahiplerinin karşısına üçlü bir hâl teklifi ile çıkar: Halifenin sarayındaki bu ihtişam ve zenginliğin kaynağı kime aittir? Allah’ın mı, halkın mı, senin mi? Eğer Allah’ın diyorsan, bizler de onun kulları olduğumuza göre pay hakkımız var. Halkınsa, o takdirde başkasına ait olan bu malı elinde tutma. Yok, eğer senin ise, fazlasını muhtaçlara dağıt29. Âkif, Dirvas manzumesiyle, İslâm’ın sosyal ve ekonomik dengesini dile getirmiştir.