• Sonuç bulunamadı

Şiirlerini Türk toplumunun büyük siyasal ve toplumsal çalkantılar yaşadığı bir dönemde yazmaya başlayan Mehmed Âkif’in yaşamış olduğu dönemde “Batıcılık”,

“Türkçülük”, “Osmanlıcılık” ve “İslâmcılık” akımları birbirleriyle çekişiyordu;

aydınlar bölünmüştü. Batıcılar, gelişen ve sürekli Osmanlı Devleti’ni tehdit eden

“Hıristiyan Uygarlığı”nın siyasal ve toplumsal yöntemlerini alarak onlar gibi ilerlemeyi hedefliyor; Türkçüler, ulusal özyapımızı bozan ve ulusu “millet”ten “ümmet”e dönüştüren etmenleri ortadan kaldırmak istiyor; Osmanlıcılar, Türkçülerin savlarının Osmanlı bütünlüğünü bozacağını, Osmanlı şemsiyesi altındaki öteki ulusların benlik ve bağımsızlık savaşımına girmesinden korkarak bu düşüncelerin Osmanlı ülkesinin dağılmasına yol açacağını söylüyor; İslâmcılarsa, XIX. yüzyılda İslâm dininden uzaklaştığımız, dine boş inançları ve ulusçuluğu soktuğumuz için büyük belâlar geldiğini, çözüm yolunun “asr-ı saâdet” adını verdikleri “Hz. Muhammed (S.A.V) dönemine” dönmek olduğunu ileri sürüyorlardı. Bu kafa karışıklığı doğuran durum, devlet kurumlarından toplumsal kurumlara kadar birçok çatışmalara; basında, orduda, bilim ve eğitimde çatışmalara yol açıyordu.

Bu toplumsal çalkantılar döneminde kişiliğini bulan (ve daha sonra tartışma ve çatışmalara kendisi de katılan) Mehmed Âkif, dindar bir ailede ve görünüşte dini kaynak olarak alır gibi görünen bir toplumda doğup yetişmesine karşın bu çatışmaları derinden derine duyumsadığı için, düşünce ve öğreti bakımından İslâmcılarla yakınlaşmıştır. İşte bu yakınlaşma, onun sanatının içeriğini etkileyen ve belirleyen en önemli etken olmuştur9.

Âkif’in bir yazın ve düşünce adamı olarak kişiliğini, Fevziye Abdullah Tansel şöyle değerlendirmektedir:

“Âkif, Avrupa edebiyatının, memleketimizde en çok etkisi görülen bir dönemde, Servet-i Fünûn döneminde yazın yaşamına atıldı, fakat Tanzimat’tan sonra yetişen birçok kişilikler gibi, Avrupa uygarlığından her alanda yararlanmaya taraflı değildir;

doğu ve batı uygarlıklarının, memleketimiz için elverişli her alanından yararlanma

8 Ertuğrul AYDIN, a. g. m., s. 366-367.

9 Kemal BEK, Mehmed Âkif Ersoy Safahât, İstanbul, 2008, Bordo-Siyah Yay. s. 17-18.

düşüncesindedir. Bu olgun görüşüyle, ilk şiirlerinde örnek tuttuğu Muallim Nâci’yi ve Abdülhak Hâmid’i hatırlatır. Onun “Bana öyle geliyor ki, ne varsa Doğu’da vardır diyenler yalnız Batı’yı değil, Doğu’yu da bilmiyorlar; nitekim ne varsa Batı’da vardır dâvâsını ileri sürenler, yalnız Doğu’yu değil Batı’yı da tanımıyorlar” cümleleri, bu yoldaki düşüncesinin açık ifadesidir.

Bu iki uygarlıktan yararlanma düşüncesi, Âkif’te, yetiştiği çağlardan başlayarak hayatı boyunca hâkimdir. Şirazlı Sâdî’den söz ederken Lamartine’e geçer; Graziella üzerinde dururken, Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’unu hatırlar. Fikret ve arkadaşları Coppée vs. gibi Fransız realist şairlerini örnek tutarak toplumsal manzum öyküler yazarken, Âkif, aynı kaynağı Doğu’da, Sâdî’nin eserlerinde bulur.”10

Âkif’in Halkalı Baytar Mektebi’nde öğrenci iken yazdığı ve şimdilik en eski şiiri olarak bildiğimiz Destûr başlıklı manzûme, bir terkib-i bend parçası olduğunu düşündürür.

Şeydâ-yı gamım, beste-i zincir-i hevâyım Uşşâka şu hâlimle ben gıpta-fezâyım11

(Arzu, istek zincirleriyle bağlı gam delisi halimle tüm âşıkları imrendiririm.) beytiyle başlayan bu parçada Safahât şâiri, toplumcu Âkif’i aramak mümkün değildir.

Meşrutiyet’in ilânını takip eden Ekim ayının 11’inde İstanbul Darülfünûn’da edebiyat dersleri vermeye başlayan Âkif, hem siyâsî havanın müsait oluşu hem de bulunduğu çevreler bakımından edebiyatla, bilhassa şiirle meşgul olmak için daha iyi imkân buluyordu. Birinci Safahât’a girecek olan yeni ve birkaç yıl önce yazdığı şiirlerinin hemen tamamını 1908-1910 yılları arasında Sırat-ı Müstakîm mecmuasında neşretti. Büyüklü-küçüklü 44 parça şiiri bir araya getirerek bir kitapta topladı. Baş tarafına şiir hakkında küçük bir manzûme ilâve ederek 1911’de Safahât adını verdiği ilk şiir kitabını çıkarmış oluyordu. Yüz mânâsına gelen safha kelimesinin çoğulu olan bu isimle, hayatın çeşitli yüzlerini göstermek istiyordu. Yalnız bu isim bile onun edebiyattaki realist görüşünü aksettirir. Kitabına koyduğu manzûm ön sözde şunları söylüyordu:

Bana sor sevgili kârî, sana ben söyleyeyim Ne hüviyette şu karşında duran eş’ârım:

Bir yığın söz ki samimiyeti ancak hüneri;

10 Fevziye Abdullah TANSEL, Mehmed Âkif Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1945, Kanaat Kitabevi s.

199-200.

11 Mehmed Âkif ERSOY, Safahât, İstanbul, 1988, İFAV, s. 487.

Ne tasannu’ bilirim çünkü, ne san’atkârım12.

Âkif böylece, daha önce yazarak yırttığı veya neşrettiği şiirlerinde görülen tasannu’(sanat yapma) özentisini bir tarafa bırakıyordu. Tasannu’ gazel edebiyatında veya Servet-i Fünun şiirinde kalmıştı. Şiir için şimdi yeni yeni bir yol tutmak gereğini düşünüyordu. O da, gerçeği şiirle dile getirmekti. Bu şiirin tek hüneri samimiyeti olacaktı. Âkif burada tasannu’ ile samimiyeti zıt birer kavram olarak anlıyordu. Sanat, bir özenme, bir itinâ, bir hesap işidir. Bu hesaplar arasında samimiyet de, onunla eşdeğer bir kavram olan gerçek de kaybolabilirdi. Âkif, kendi şiiri hakkındaki açık ve kat’i hükmünü, Safahât’ın 4. kitabı olan Süleymaniye Kürsüsü’nde bir daha tekrar edecektir:

Hayır, hayâl ile yoktur benim alışverişim…

İnan ki her ne demişsem, görüp de söylemişim.

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:

Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek13!

Sözün odun gibi olması gerekmez. Lâkin hakikat uğruna, sözün sanatkârâne olması fedâ edilir. Hakikati söylerken güzellik kaybolacaksa kaybolur. Bu düşünce hakikati hayâle ve şiir güzelliğine fedâ eden Servet-i Fünuncuların şiir anlayışına tamamen zıttır14.

Âkif’in şiirinin şekillenmesinde şunların tesiri bulunabilir:

1. Klâsik kültür ve Sâdi’de mükemmel örneğini bulan ve ahlâkî bir sonucu hedef tutan Doğu manzûm hikâyeciliği.

2. O günün sanat okulları içinde birinci planda bulunan Batı realizmi.

3. İslâm ideali.

4. Tarihin en trajik günlerini yaşayan bir devlet ve millet.

5. Realiteye objektif ve tahlilî bakma alışkanlığını veren müspet bilgiler tahsili.

Sâdi hikâyeciliğini modernleştirerek, ferde değil cemiyete seslenen bir ifadeye kavuşturarak onu, roman sanatındaki realizmin imkânlarıyla geliştirerek çağındaki İslâm dünyasının acı realitesine uygulamak… İşte bu, bize Âkif’in şiirinin kuruluşu için aydınlık bir ipucu verir.

12 Mehmed Âkif ERSOY, a.e., s. 5.

13 M. Â. ERSOY, a.g.e., s. 208.

14 Orhan OKAY, Mehmed Âkif (Bir Karakter Heykelinin Anatomisi), Ankara, 2005, Akçağ Yay. s.

44-45.

Vezin olarak arûzu kullanışına gelince, bunu, yetişme çağında edebiyatımızda halk şiiri dışında tek veznin arûz olmasına bağlamak gerekir. Arûz aynı zamanda İslâm coğrafyasının müşterek veznidir. Hece vezni, ancak İstiklâl Savaşı başlangıcında ve Anadolu’nun ortaya çıkışıyla edebiyatımızda gelişmiş bir vezindir ve bu vezin, Türk şiirini tutmaya başlarken Âkif, şiirinin büyük örneklerini vermiş ve kendini kurmuş bulunuyordu. Arûz, daha önceki şairlerimizle birlikte Âkif’ledir ki dilimizin öz malı olmuştur. O, Dîvân şairlerinden ayrı olarak arûzu, dilin ayrı bir bölümüne, en realist çizgilerine ve gündelik hayat bölümüne son derece büyük bir güçle uygulamıştır. Arûz dilin içine ve şiire öylesine yerleşmiş ve kaynaşmış ki şiirler ağza geldiği gibi söylenmiş ve sanki arûzla yazılmamış intibaını verirler15.

Âkif’in şiiri bir nevi günlük (jurnal) tür, ancak bir şairin “ben”i etrafında toplanan eşya ve olayların anlatılışı değil, bütün bir toplumun günlüğü… Bunun için şiir yer yer bir kronik manzarası kazanır. Bütün şiirlerini, “Safahât” yani safhalar(dönemler) adı altında toplaması da bu günlük şuurunu gösteriyor. Savaşlar olmadığı zamanlar, toplumun günlük hayatından tablolar çizilir. Camiler, kahveler, hastalar, alıcılar ve satıcılar, meyhane, içki ve kumarın açtığı yaralar, yetimlerin, dulların, yoksulların içinde bulunduğu acı problemler, idarenin bozukluğu, rüşvet felâketi, faiz faciası… her yönüyle cemiyet, enstantaneler, çizgiler ve tablolar halinde bir çöküşün umumî görünüşünü verirler. Bunlar, yani cemiyetin alelâde vakitleri ve halleri anlatılırken şiir, daha çok tasvirîdir, objektiftir16.

Bir cemiyetin muayyen bir devrini ifade eden “Safahât”ı sosyolojik bir bakışla şöyle vasıflandırabiliriz:

1. Birinci Safahât (Genel sosyolojik çizgiler-Denemeler) 2. İkinci Safahât (Süleymaniye Kürsüsünde) spekülatif şiirler.

3. Üçüncü Safahât, doktrin şiir (Hakkın Sesleri). Değer hükümleri.

4. Dördüncü Safahât (Fatih Kürsüsünde) siyasî yapı (Kadro).

5. Beşinci Safahât (Hâtıralar), karşılaştırmalı tarihî-sosyolojik çizgiler.

6. Altıncı Safahât (Âsım), tarihî-destansı yapı, savaş sosyolojisi, potansiyel halinde gelecek zaman.

7. Yedinci Safahât (Gölgeler), Metafizik17.

15 Sezai KARAKOÇ, Mehmed Âkif, İstanbul, 2007, Diriliş Yay. s. 40-41.

16 Sezai KARAKOÇ, a. e., s. 41.

17 Sezai KARAKOÇ, a. e., s. 45.

Bu açıdan bakılınca, bir cemiyet gerçekten belli başlı cepheleriyle ve temel perspektiflerden tanıtılmış, sanki bir plan dairesinde işlenmiştir denebilir. Âkif, “şiirle düşünme”yi edebiyatımıza sokan hemen hemen tek şairdir. Bir toplumun, bir ömür başından geçenleri şiirle anlatması da diyebiliriz Safahât’a.