• Sonuç bulunamadı

Tele-kulakların Modern Türkiye’deki Analog Hayatı

bilir hâle gelmiştir. Bu durum devletin toplumu gözetleme, onun hakkında bilgi edinme, bu bil- gileri saklama faaliyetleri açısından oldukça geniş imkânlar barındırmaktaydı. Ayrı bir veri akışı hâline gelen ses, yalnızca gözetleme pratikleri ve iktidar-bilgi ilişkisi üzerinde değil, o zamana kadar yazı temelinde işleyen bürokratik, hukuki ve adli kavramlar ve pratikler üzerinde de etkili olmuştur. Gizli dinleme pratiklerinin somut toplumsal tarihsel koşullarda nasıl icra edildiği ses teknolojilerinin altyapısal nitelikleriyle ve sunduğu maddi olanaklarla yakından ilişkilidir. Çalış- manın bundan sonraki kısmı, bahsedilen işitsel denetim düzeneğinin modern Türkiye’nin top- lumsal, siyasal, kültürel ve teknolojik dinamikleri içerisinde nasıl şekillendiğine ve bu ilişkileri nasıl etkilediğine odaklanacaktır. Modern ses teknolojilerinin farklı siyasi ve toplumsal yapılara aktarımı, yalnızca maddi araçların değil bu araçların içerisinde somutlaşan teknik, kavramsal ve pratik unsurların da aktarımıdır. Fakat söz konusu tekniklerin ve teknolojilerin işleyişini açığa çıkarmak ancak somut vakaları ve pratikleri tartışarak mümkün olabilir. Bu tür bir yaklaşım, gizli kulakların dönüşen, gelişen düzeneğine dair de bir fikir sunacaktır. Öte taraftan, somut vakalara odaklanmak, dinleme faaliyetlerinin ve genel olarak da gözetleme pratiklerinin tarihsel ve maddi bakımdan olumsal olduğunu, bu pratiklerin pürüzsüz işlemediğini, donanım yeter- sizlikleri ve teknik aksaklıkları da içerdiğini hatırlatacaktır. Gözetim toplumu ya da panoptikon gibi kavramlara fazlasıyla ve sıkça vurgu yapan teorik yönelimler, gözetim ve denetim pratikle- rine tarihdışı, genel geçer bir nitelik atfedip, bu pratikleri icra edildikleri tarihsel, toplumsal ve siyasi bağlamlardan koparma tehlikesi taşırlar (Zimmer, 2015: 4). Bu bakımdan, somut örnekleri irdelemek gözetleme düzeneğini her şeye kadir, sorunsuz çalışan bir aygıt olarak anlayıp onu şeyleştirmek yerine, bu düzeneği mümkün, anlamlı ve işlevsel kılan tarihsel, toplumsal, hukuki, kurumsal ve teknolojik pratiklerle ilişkilendirme imkânı sağlar.

Toplumsal denetim tekniği olarak gizli dinleme pratiklerinin tarihinde Osmanlı’da 19. yüzyıl ortalarında geliştirilen hafiyelik sistemi önemli bir uğraktır. “Sıradan İstanbul insanının kahve- de, sokakta, çarşı ve pazarda ve hatta evlerinde yaptıkları sohbet ve dedikodulara kulak kabar- tan” padişaha bağlı hafiyeler, bu sohbetleri kâtiplere yazdırmakta, yazıya geçirilen bu havadis jurnalleri de padişaha iletilmekteydi (Kırlı, 2000: 58). Elbette devlet yöneticileri daha önceleri de halkın devletin işleyişi, yöneticiler ve siyaset hakkında ne düşündüğüyle yakından ilgilen- mekteydi. Fakat bu jurnallerin işaret ettiği yeni olgu, devletin halkın fikirlerine kulak kesilmesi ve gündelik hayatın “sistematik bir biçimde dinlenilebilmesi, kaydedilmesi ve değerlendirilme- sidir” (Kırlı, 2000:58). Bu bakımdan, halkın hafiye sistemi vasıtasıyla dinlenmesi, mahrem soh- betlerinin dahi kayıt altına alınabilmesi, cezalandırma ya da siyasi söylemleri engellemek değil, toplumu okunabilir kılmak ve kamuoyunu yönlendirmek amacındadır (Kırlı, 2009). Bu sistem içerisinde, hafiyeler sesi kaydedip ileten medya cihazları gibi iş görürken, katipler de bu bilgileri metinsel belgelere dönüştürme işlevi görür. Medya teknolojileri öncesi oluşturulan işitsel iktidar aygıtı, hafiyeleri ve katipleri bir izleme enstrümanı, sesleri kaydedip iletmekle ya da duyduk- larını yazıya dökmekle görevli medya araçları olarak düşünebileceğimiz güzel bir örnek sunar (Horn, 2008: 138). Ses teknolojilerinin sunduğu olanaklar, bir bakıma insanlardan oluşturulan bu dinleme sistemini karmaşıklaştırır, verimlileştirir ve yaygınlaştırır.

Türkiye’de teknik dinlemenin toplumsal ve siyasi bir vaka olarak yaygın biçimde ciddiyet- le tartışıldığı yıllar 90’ların ortalarıdır. Siyasilerin telefonlarının dinlendiği iddialarının giderek yaygınlaştığı 1995’te, Faruk Bildirici’nin bu konuda hazırladığı, ve dilimize tele-kulak ifadesini yerleştiren “Telekulak Dosyası” Hürriyet’te yayımlanır (Bildirici, 1998: 13). Fakat tele-kulakların Türkiye serüveni neredeyse Cumhuriyet tarihiyle eşzamanlıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında başat haberleşme aracı telgraftı ve toplumsal denetim telgraf hatlarının kontrol edilmesiyle sağlan- maktaydı. 1930’lara doğru telefon ağının yayılması ve ses kayıt cihazlarının çoğalmasıyla birlik- te, özellikle muhalif olduğu düşünülen siyasetçilerin ve bürokratların telefonlarının dinlenmesi,

konuşmalarının kaydedilmesi giderek sistematik bir hâl alır. Fakat gizlice gerçekleştirilen ses kayıtlarının siyasal ve hukuki alanda sahneye çıkıp toplumsal görünürlük kazanması, 1949’da gündemi epey bir meşgul eden İsmet İnönü ve Celal Bayar’a suikast davasıyla olur.

1949 yılının sonlarında Millet Partisi Denizli vekili Reşat Aydınlı, çeşitli devlet yetkililerine Bayar ve İnönü’ye suikast yapılacağı konusunda bir ihbarda bulunur. İhbar sonucu yapılan yar- gılamada ihbarın asılsız olduğu ortaya çıkınca bu sefer Aydınlı müfteri sıfatıyla tutuklanır. Ay- dınlı, ihbarda bulunduğunu mahkemede ısrarla reddeder. Fakat dönemin başbakanı Şemsettin Günaltay’la yaptığı görüşme gizlice plaklara kaydedilmiştir. Günaltay, suikast gibi önemli bir konuda yazılı ihbar vermek istemeyen Aydınlı’nın anlatacaklarını delillendirebilmek için ko- nuşmanın gizlice plağa alınmasını istemiştir. Bu amaçla, gerekli teknik malzeme Radyoevi’nden bir otomobile doldurulup görüşmenin olacağı yere getirilir. Aydınlı’nın ısrarlı reddi üzerine, ko- nuşmasının gizlice kaydedildiği bu plaklar mahkemeye delil olarak sunulur. Plakların içeriğine dair hazırlanan raporla yetinmeyen Aydınlı plakların dinlenmesini ister. Plakların dinlenmesine karar verilse de bu plakları mahkeme salonunda dinlemek teknik olarak mümkün olmadığın- dan mahkeme heyeti, 26 Ocak 1950’de Ankara Radyosu’nun 2 numaralı stüdyosunda buluşur. Aydınlı’nın avukatı süreci hukuki bulmadığı için Radyoevi’ne gelmez. Aydınlı dinlemeye katılsa da aynı sebeple ne dinleme sonrası tutulan zapta imza atar ne de kendisine yöneltilen “Plakta- ki ses sizin mi?” sorusuna cevap verir (İnan, 2005: 220). Aydınlı’nın avukatları ceza yasasında açıkça yazılmadığı için plakların delil olamayacağını belirtmişse de mahkeme bu plakları delil olarak kabul eder. Bu, ses kayıtlarının bir iddiayı delillendirmek için sunulduğu, plak biçiminde- ki gizli dinleme kayıtlarının delil olarak kabul edilip edilmeyeceğinin tartışıldığı ilk davalardan biridir. Ayrıca, Radyoevi’nde toplanan mahkeme heyetinde olduğu gibi, medya kayıtlarının hu- kuki pratiği zamanla nasıl dönüştüreceğinin de önemli bir örneğini sunar. Aydınlı davası 1950’de DP’nin iktidara gelmesiyle birlikte çıkarılan af kapsamında kapanmış olsa da ses teknolojilerinin ve gizli ses kayıtlarının gerçeği kaydeden adli ve bir iddiayı destekleyen hukuki kanıt statüsünün belirginleşmeye başladığı bir uğraktır.

Ses kayıtlarının delil olarak kullanıldığı bir başka örnek 1950’li yılların sonunda yaşanır. Bu kez, başrolde plak değil makaralı teyp bulunmaktadır. 1950’lilerin son çeyreğine doğru iktidar askeriyedeki hareketliliği gözlemleyebilir fakat yeterli bilgi sahibi olamaz. Aralık 1957’de Samet Kuşçu adlı bir asker orduda darbe hazırlığı olduğuna dair ihbarda bulunur. Darbe hazırlıklarına ilişkin daha kesin ve somut delillerin ortaya konulabilmesi için yapılan plana göre, Kuşçu ihti- lalci bir albayı evine kahve içmeye çağırıp ağzından laf almaya çalışırken konuşmalar da gizli bir mikrofon aracılığıyla banda alınacaktır. Fakat o dönemlerde, mikrofonları gizlemek mümkün olsa da onların aktardıkları sesi kaydedecek cihazlar oldukça hantal yapılıdır ve kapsama alan- ları yeterince geniş değildir. Öte taraftan, bu teknolojileri kullanma becerisi de pek yaygınlaşma- mıştır. Bu sebeplerle, emniyetten bir telsiz teknisyeni eski model bir makaralı teybi alıp Samet Kuşçu’nun balkonuna gizlenir. Fakat işler Aydınlı davasındaki gibi iyi gitmez. Albay daha eve girer girmez balkondaki teknisyenin karartısını fark eder. Samet Kuşçu da gerginlikten rolünü iyi oynayamaz. Gizli mikrofon iyi kaydedebilsin diye yüksek sesle konuşur, sürekli darbeden söz açmaya çalışır, sorular sorar. Fakat İlhami Barut hiç oralı olmaz, darbe girişimini bilmezlikten gelir (Bildirici, 1998: 27-28).

Bu başarısız dinleme girişimi sonrasında yapılan 9 kişilik yargılamada, ironik bir biçimde sadece ihbarcı Samet Kuşçu mahkûm olur; çünkü bir tek kendisinin konuşmalarının kaydı ve toplantıya katıldığına dair ifadesi vardır. Bu olaydan üç yıl sonra 27 Mayıs darbesi gerçekleştiğin- de, MİT’in teknik dinleme konusundaki en önemli uzmanı Mazhar Eymür, sabaha kadar, Teknik Servis’in “özel dinleme” bölümündeki bantları ve dinleme tutanaklarını imha eder. Fakat başka yerlere gönderilen kopyaların, daha sonra Yassıada yargılamalarında dosyaya girmesine engel

olunamaz. Gizli dinlemelerde farklı teknik donanımlar kullanılıyor olsa dahi telefon operatörleri bu konuda ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Yassıada duruşmalarında PTT’nin İzmir şubesinden ge- tirilen telefon memuru Ayten Aktuna, Menderes’in konuşmalarını inanılmayacak derecede ay- rıntılarıyla hatırlamaktadır. Demokrat İzmir gazetesinin yakılmasıyla ilgili olayda Menderes’in dahlini kanıtlayan konuşmalarını aktarıp hafızasıyla herkesi hayrete düşürür.

Telefon dinlemeleri, gizli ses kaydı alma gibi faaliyetler 1960’lara dek daha çok siyaset ve bürokrasi içerisindeki kişilere odaklanmış, toplumsal uzamın gözetim altında tutulması biraz geri planda bırakılmıştır. Tele-kulaklar, bir toplumsal gözetim mekanizmasından çok devlet ve bürokrasi içerisindeki iktidar savaşlarının bir parçası olarak iş görmektedir. Zaten günde ancak 8-10 kişinin dinlenebildiği teknik altyapı da buna pek izin verir nitelikte değildir. 60’ların orta- sından itibaren Amerika destekli antikomünist söylem ve pratikler, artan toplumsal hareketlilik ve öğrenci eylemleri daha gelişmiş ve genişletilmiş bir gözetim ağının işe koşulmasını gerektirir. Bu dönemdeki İçişleri Bakanı Faruk Sükan “Ben solcuların nefes alışverişlerini bile biliyorum.” diyerek devletin yönelimini ortaya koyar (Bildirici, 1998: 54). Zehir Hafiye lakabı alan Sükan’ın istihbarat tanımı da oldukça özgündür: “Kötü kasıt ve emel sahiplerinin faaliyetlerini yakından izleyen Göz, milli güvenliği sarsacak huzursuzluklara ait en ufak fısıltıyı bile duyan Kulak…” (Bildirici, 1998: 55). En ufak fısıltıyı bile duyacak kulak zaman zaman, kendi çıkardığı sesleri de kayıt altına alır; gizli faaliyetlerini ve tartışmalarını da kaydeder. Örneğin 60’ların sonundaki cuntacı Madanoğlu ekibinin içine sızan Mahir Kaynak’ın toplantılara katılarak yaptığı gizli kayıt- ların bir tanesinin sonunda çalışmaya devam eden teybin makaraları MİT mensuplarının öğrenci eylemleri karşısında almayı planladıkları tedbirleri de kaydetmiştir. Davaya sunulan ses kayıt çözümlerinde bu konuşmalar da yer alır. Devletin kulakları bazen kendisini de dinlemekten geri durmaz; çünkü teknik medya araçları çalıştıkları sürece aralıksız kaydeder, kaydetmemeyi başa- ramaz.

1973 senesinde ise Ecevit’e PTT’den gelen aramada meclisteki hattının telefon borcu yüzün- den kapanacağının söylenmesi üzerine yapılan tetkikte telefonun MİT üzerine kayıtlı olduğu tes- pit edilir. MİT mensupları telefonları daha rahat dinleyebilmek için doğrudan kendilerine ait bir telefonu meclise koymayı uygun görmüşlerdir. Bu skandalın ortaya çıkmasından kısa bir süre önce Ecevit, 70’lerde gizli dinlemenin yarattığı hâletiruhiyeyi bir yazısında şöyle anlatır:

“Tanımadığım bir kaygılı konuğun uyarısı, bantlarla, kameralarla, gizli kulaklarla çevrili bir dünyada yaşıyor olduğumuzun bilincine vardırıvermişti beni. ... Dinleme, gözetleme ola- nakları elbette herkes için kullanılamazdı. Her kuruluşun her devletin teknik olanaklarının maddi gücünün bu bakımdan bir sınırı vardı. Ama toplum sorunlarıyla siyasetle faal olarak ilgilenen herhangi bir kimse dinlenmediğine gözetlenmediğine güvenemezdi artık. … Çev- remizde gizli kulaklar gözler bulunması olasılığı dünyamızın üzerine çökmüştü.” (Aktaran Coşkun, 1974: 15)

70’lerin bantlarla sarılı, gizli kulaklarla çevrili dünyası, 80 sonrası siyaset sahnesinin sınırla- rını aşıp oldukça yaygın bir hal aldı ve 90’larla birlikte toplumu kuşatan genel bir işitsel gözetim aygıtına dönüştü. PTT’nin dijital sisteme geçmesi sonrası yaygın ve fark edilmesi daha zor olan dinleme tekniklerinin uygulanması oldukça kolay bir hal aldı. “Uzaktan risksiz biçimde dinleme- ye yarayan ve hedef sözcüklerin geçtiği konuşmaları otomatik olarak kaydeden bilgisayarlarla bütünlenen … cihazlarla 5 bine yakın telefon izlenebiliyordu. … telefon görüşmeleri sigara pake- ti büyüklüğündeki sayısal kasetlere kaydedilebiliyordu. Eski büyük makaralı teyplerin devri de kapanmıştı” (Bildirici, 1998: 153) Bantlar ve teypler yerlerini bilgisayar kablolarına ve disketlere bırakmış, tele-kulaklar dijitalleşip küçüldükleri ölçüde yaygınlaşmıştı.