• Sonuç bulunamadı

a.) Tevhîd Anlayışı

Tevhîd; Allah Teâlâ’nın zâtında, sıfâtında, ef’âlinde bir olmasıdır. Tevhîdin hakikati şerîkin yokluğunu i’tikād etmektir. İslâmın ve diğer hak dinlerin getirdiği tevhîd Allahın birliğidir. 71Bu sebeble İslam ve diğer dinler bir adıyla tevhîd dini olarak da tanımlanır. İslâm dışındaki diğer hak dinlerin de bozulmadan önceki hâli tevhîd temelindeydi. İslâm dinininde böyle tanımlanmasının bir hikmetii doğduğu coğrafyada yaygın olan puta tapıcılığı ortadan kaldırmaktı. Çünkü Kur’ân bütün insanlara hitap ettiği için hem o toplumun yanlış akîdesini düzeltmek hem de bütün insanlığa doğru akîdeyi aşılamak için tevhîd inancını vurgulamaktadır. Kur’ân “Allah’a ortak tanıma! Şüphesiz O’na ortak tanımak büyük bir zulümdür” (Lokmân;31/13) Tevhîdin zıddı olan şirki, zulüm olarak nitelemiştir ve Başka bir âyette “Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” (Nisâ, 4/48) Kur’ân’da Allah’ın birliğine dâir âyetler varlığına dâir âyetlerden daha çoktur. Allah’ın birliğine ulaşmak, O’nun varlığını benimsemekten daha zordur. Genellikle tevhîdî âyetler Mekke döneminde nâzil olmuştur.72

Yüce Rabbimiz “Ben insi ve cinni yalnız bana ibâdet etsin diye yarattım” bir hadîs-i kudsîde de “Ben bilinmez bir hazine idim, bilinmekliği diledim, mahlûkātı yarattım” buyurmuşlardır. Abdullah ibn-i Abbas, “liya’budûn” âyetini “li-ya’rifûn” diye tefsîr etmiş. ya’ni “beni tanısınlar” biz bu ilme “ma’rifetullah ilmi” diyoruz. Bütün ehlullâhın meşğūl olduğu ve insanlara rehberlik yaptıkları ilim dalıdır. Buna tevhîd ilmi de denilir.73

Tevhîdde, Selefiyenin74 tarîki, tarîk-i Kur’ân’dır. Tarîk-i Kur’ân ta’zîm-i Bâri husûsunda mübâlağa edip tafsilâta dalmamak; ya’ni nizâ’ı mûcib halli müşkil olan

71 İsmâil Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, (hazırlayan: Sabri Hizmetli), 1981, Ankara, Umran Yayınları. S. 259

72 Bekir Topaloğlu, Allah İnancı, 2006, İstanbul ,İsam, s.47-48

73 Hucvîrî, Keşfu’l mahcûb, hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, 1982, İstanbul, s. 397-398 74 Dîni islâmî bir ta’rîf olarak selef; sahabe, tâbiin ve tebe-i tâbiin ilk dönem müminler ve müslümanlar ma’nâsına geliyor; fakat genel olarak IV /X. Asırda Eş’ârî ve Matürîdî gibi sünnî mezhepler ortaya

28

bir takım mesâil ile uğraşmamak, edille-i akliyye ve akāid-i îmâniyyeyi isbât eylemek tarîkidir. Selefiyye tarîki 7 esâsa müsteniddir.

Takdis: Allah Teâlâyı celâl ve azametine lâyık olmayan şeyden tenzîh etmek. Tasdik: Kur’ân’da ve hadislerde Allah Teâlâ ile alakalı isim ve sıfatları Allahın şânına yakışır bir vaziyette kabul etmek.

İ’tirâf-ı acz: Müteşâbihatta murâd ve maksûd-ı ilâhiyye’ye vusûlde aczini

i’tirâf etmektir.,

Sükût: Câhilin müteşâbihâtı sormaması, âliminde cevâb vermemesidir.

İmsâk: Te’vilden kaçınmaktır.

Keff: Kalbi, zihni bozacak şeyleri düşünmemektir.

Ehl-i ma’rifeti teslim: Ma’nâyı maksûdu ancak Allah bilir.75

Tasavvuf zâviyesinden bakıldığında ikinci asırda Hasan Basrî tilmiz ve sâliklerinden Habib Acemî 120/702; Dâvud-ı Tâî 160/742; Ma’ruf-i Kerhî 200/782;

Şakîk-i Belhî 153/735; Süfyân-i Sevrî 161/743 gibi zevâta göre tevhîd; vahdeti irâde

ya’ni abdin irâdesini hakkın irâdesine terketmesi, mürid-i hakikî Allah olup kulda hakikî irâde tasavvur edilemiyeceği, herşeyde müessir-i mutlak Allah olup abdin hiç bir

şeyde hakikî tesiri olmadığı idi. Bu zevât ayni zamanda Sûfiyenin umdeleri

olduklarından bu tevhit akîdesi o zamandaki Sûfiyenin akîdesi oldu. Bu ilme de ilm-i tevhîd; sahibine ehli tevhid76 denilir.

çıkmadan evvel islâm dininin ilk ve sâde şeklini benimseyen buna inanan ve daha sonra islâmla ilgili olarak yapılan yorumları uydurrma sayarak bunlara karşı çıkan müslüman kitlesine de selef denilmiştir. Süleyman Uludağ, Dört Kapı kırk Eşik, Dergah Yayınları, 1. Baskı, 2009, s.210

75 İsmâil Hakkı İzmirli, 61-63

76Abdülbâkî Baykara; “Tevhit Kelimesinin Tarihi Safhaları”, Dârü'l-Fünûn İlahiyat Fakültesi Mecmuası, 1930, cilt: IV, sayı: 14, s. 61-72

29

Bağdad tasavvuf mektebinde tevhîdden ilk bahseden sûfi Serî es-Sakatî (öl.256/870) olmuştur. Aynı asırda yaşayan Beyâzıd-ı Bistâmî’de bu anlayışı geliştiren kişidir. Bistâmî tevhîdî 3 merhâle olarak anlar. “Birinci merhâlede dünyâya ve içindekilere üçüncü merhâlede ise Allah’dan başka her şeye ilgisiz kalmak.”77

Cüneyd der ki: “Tevhîd, Kulun Allah’ın huzûrunda bir karaltı, bir gölge gibi olmasıdır. Kulun üzerinde Allah’ın tedbîr ve idârî tasarrufları, kudretinin hükümleri ve îcâbları mecrâsında cereyân eder. Bu durmda kul, kendinden, halkın kendisini çağırmasından ve bu da’vete icâbetten fânî olarak tevhîd deryâsının derinliklerine garkolmuştur. Kul, Allah’ın vahdâniyetinde mevcûd hakîkatlerle yine Allah’ın kurbunun ve O’na yakın olma hâlinin hakîkati içinde his, hareket ve irâdesinden soyulmuştur. Hakk’ın kulundan irâde ve taleb ettiği şeyi bizzat Hak yerine getirmektedir. Bu ise kulun son hâlinin ilk hâline dönmesi, böylece olmadan evvelki gibi olmasıdır.” Cüneyd başka bir sözünde: “Kadîm’i muhdesden ayırmaktır.”78

Annemarie Schimmel, Tasavvvufun Boyutları adlı kitabında gelişim dönemindeki sûfizmi ya’ni tasavvufu şu şekilde anlatıyor: Gelişim döneminde, sûfîliğin ana anlamı İslâmın derûnileştirilmesiydi, İslâmın temel sırrı olan tevhîdin yaşanmasıydı.79

Kuşeyrî Risâlesi’nde; “Sûfî dostalarım iyi biliniz ki; Bu tâifenin şeyhleri, işlerinin ve tasavvufî telakkilerinin tevhid konusunda çok sağlam esaslar üzerine binâ kılmışlar, böylece akîdelerini bid’atlerden korumuşlar, selefin ve sünnet ehlinin benimsediğine inandıklarını, teşbîh ve ta’tilden uzak, tevhîd anlayışını kendi dinleri olarak kabûl etmişler, kıdem sıfatına hâiz olan Allah’ın hakkını tanımışlar, yokluktan var olanın sıfatı olan fakr, züll, ihtiyaç gibi şeylerri kendi vasıfları hâline getirmeyi gerçekleştirmişlerdir. 80

77 Mustafa Kara, Dervişin Hayatı Sûfînin Kelâmı, birinci baskı, 2005, İstanbul, Dergāh Yayınları, s.86 78 Hasan Kâmil Yılmaz, Tasavvuf Meseleleri, 1997, İstanbul, Erkâm Yayınları, s.191

79 Annemarie Schimmel, Tasavvvufun Boyutları, Mart 1982, Adam yayıncılık, s.27 80

30

Ebû Ali el-Ruzbârî’ye tevhîdin ne olduğu sorulmuş o da şu cevâbı verdi: “tevhîd, teşbîhi red ve ta’tîli terk ettiğini ispat eden kalbin istikāmet üzere bulunmasıdır.”81

“Tevhîd üç kısımdır: Biri, hakk’ın hakk için olan tevhîdi ki; Allah’ın kendi vahdâniyetini ve bir olmasını bilmesinden ibârettir. Diğeri Hakk’ın halk için olan tevhîdidir, bu da kulun tevhîdi hakkında Allah’ın hüküm vermesinden ve onun kalbinde tevhîdi yaratmasından ibârettir. Üçüncüsü halkın hakk için olan tevhîdi ki, bu da kulların Ulu ve Yüce Allah’ın vahdâniyeti hakkındaki bilgilerinden ibârettir.”82

Şihâbüddîn es-Sühreverdi, Avârifü’l-maârif’de: “İman ettikten sonra islam

sadece tasdike bakar. Fakat islâmın tahakkukundan sonra îmânın kısımları vardır. Bunlar da ilmelyakîn kısmına tevhid; aynelyakîn kısmına marifet; hakkalyakîn kısmına da müşâhede denir.”83

Hz. Pîr’in tevhîd anlayışına gelince; kendisinin tarîkat silsilesinde bulunan Hz. Cüneyd’in akāidinden farklı bir akāidi olmadığını görüyoruz. Hz. Pîr ve Cüneyd-i Bağdâdî; Kuşeyrî’nin “selefin ve sünnet ehlinin benimsediğine inandıklarını, teşbîh ve ta’tilden uzak, tevhîd anlayışını kendi dinleri olarak kabûl etmişler” ifâde ettiği gibi selef-i sâlihînin metodunu benimsemişlerdi. Hz. Pîr’in temel anlayışında tevhîd, kalbde bulunan bir duygu veya vicdân olup kişiyi ta’til ve teşbihe düşmekten korumaktadır.

“Tevhîd; insan aklının kesin olarak inandığı bir “sırr duygusu”dur. Bu duygu insanın ta’til ve teşbîhe düşmesine engel olur.” 84

“Tevhîd kalbde bir vicdândır ki; ta’tîle de teşbîhe de mâni’dir.”85

“Tevhid, ta'til ve teşbihten men’ eden bir ta'zimin gönülde bulunmasıdır!”86

81 Kuşeyrî, 102

82 Ebû Ali Cüllâbi Hücvîrî, Keşfu’l-mahcûb (hakîkat bilgisi), haz: Süleyman Uludağ, dergah yayınları,

İstanbul, 1982, s.411

83

Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdi; Avârifü’l-maârif, haz:.H. Kâmil Yılmaz, İrfan Gündüz.,

İstanbul , Uygun matbaası, 1990, s.48

84

Ahmed er-Rifâî, Sohbet Meclisleri, tercüme : Ali Can Tatlı,İstanbul, 2003, Erkâm Yayınları, s.16

85

Ebü'l-Abbas Ahmed b. Ali b. Yahya Hüseyin Ahmed Rifâî, Mecâlis-i Hazret-i İmam Rifâî, mütercim

31

“Cenâb-ı Hakkı tenzîh etmeden önce, bütün tevhidin şirktir. Zîrâ, tevhid kalbde bir bulgudur ki: Muattal kalıp oturmaya ve teşbîh yoluna sapmaya engel olur..87

Ahmed er-Rifâî’ye tevhîd nedir? diye sorulduğunda cevâbı şöyle olmuştur: “Kalbin, Cenâb-ı Hakk’ın azametiyle titremesi, O’nu noksan olmayan sıfatlardan tenzîh etmesi, O’nun ezelî ve ebedî olduğunu bilmesi, yaratıklarına benzemediğini bilmesi, başlangıç ve sonunun olmadığını bilmesi, kudret ve azametiyle herşeyi kulattığını bilmesi,sıfatlarının kendi zâtına mahsûs olduğunu bilmesi ve O’na dâima hamd-i senâda bulunmasıdır.”88

Hz. Pîr’de mutasavvife gibi kelâmcıların aksine Cenâb-ı Allah’ın künhüne vâkıf olunamayacağını şu şekilde ifâde eder.

“Bir kimsenin tevhid maddesinden tam manasıyla hakikati (Allah'ın künhünü) idrâk edeceğini sanma! Bu, ancak onun tevhididir! Yani mükâşefeden ona verilen bir hazdır. Sonu olan bir varlık sonsuz olan bir varlığı idrâk edemez. Kezâ sonradan yaradılmış olan bir varlık, varlığının evveli olmayan Cenab-ı Vacibul-Vücûdu idrâk edemez.. O olsa olsa ona bahşedilen mükaşefe mevhibeleridir.”89

Şu mükevvenâttaki herşeyin onun vahdâniyetine delil olduğunu, o delillerden

en büyüğününde Hz. Peygamber (sav) olduğunu da şu ifâdelerle açıklar:

“Ey insanoğlu! Allah’ın vahdâniyyeti ve birliği husûsunda hangi deliller senin aklını çeler. Vücûdun, Allah’ın vahdâniyyeti husûsunda delil olarak sana yeterde artar bile.”90

86 Ahmed er-Rifâî, el-Bürhânü’l-müeyyed, çev: Nâim Erdoğan, 2005, İstanbul, Pamuk Yayıncılık, s.136

87

Ahmed er-Rifâî, el-Hikemü’r-Rifâiyye, trc: Abdülkādir Akçiçek, İstanbul, 1970, Rahmet Yayınları,s.55 88Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî, Rifâî Yolunun Esâsları, tr: Mahmud Nedim Aysoy, İstanbul,(tarihsiz), Sultan Yayınevi, s.26

89 Ahmed er-Rifâî, el-Bürhânü’l-müeyyed, s. 155 90

32

“İşte bu mükevvenâtın hepsi Cenâb-ı Hakkın vahdâniyyetine delâlet etmektedir. İnsan doğru yola girmeyip kalb-i selîm sâhibi olmasa bile, sadecce Fahr-i kâinat Efendimiz (s.a.v), izzet ve celâl sahibi cenâb-ı Allah’a bizzat rehber ve O’nun vahdâniyyetine en büyük delilidir.”91

“Dikkat edin, işlerin varacağı yer Allah’adır. Kasdettiğim kişi Efendimiz Muhammed’dir (s.a.v). bize hikmeti öğreten ve güzel öğütler veren, bizi tezkiye eden, lâ ilâhe illallah deyinceye kadar insanlarla savaşmamızı emreden O’dur. İnsanlar eğer bu kelimeyi derlerse mallarını ve nefislerini teminat altına almış olurlar. Bu kelime tevhidin minberi, hakk ve hakîkatin dönüp dolaştığı yer ve şeriatin kandilidir.”92

Hz. Pîr, Hâletü ehli’l-hakîkati maallah adlı eserinde tevhîd’i ma’rifet ağacının birinci dalı olduğunu söyler.

“Ma’rifet üç dallı bir ağaç gibidir. Tevhîd, tecrîd, tefrîd.

Tevhîd, ikrâr ma’nâsınadır. Tecrîd ihlâs demektir. tefrîd herhalde ona bağlanmaktır. Ondan başkasını bırakmaktır.

Tevhîdin ilk basamağı; Hakka yapılacağı vehmedilen her çeşit şirki bırakmaktır.”93

Hz. Pîr, müteşâbih âyetleriyle ilgili beyânlarından tamamen selef-i sâlihîn’in anlayışıyla 7 esâsıyla örtüştüğünü görüyoruz. Müteşâbih âyetlerin zâhirine uymanın küfür, bu âyetlerinin te’viline bile kalkışılmamasını, ma’nâlarının Allah’a havâle edilmesi gerektiğini savunur.

“Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifte bulunan müteşabihlerin zâhirine uymak küfürdür. Onun için müteşabihlerde zâhiri anlam üzere inançlara sapmamalıdır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

91 Age, 73 92 Age, 58 93

33

"Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir94. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler.(Al-i

İmrân, 3/7) Öyle ise, size ve her mükellefe, müteşâbihler hakkında vâcip olan, bunların Allah tarafından, kulu ve Resulü Muhammed (s.a.v.)'e nazil olduğuna inanmaktır. Çünkü Cenab-ı Hak bize bunların tafsil ve tevilini teklif etmemiştir.

Azameti yüce olan Allah şöyle buyurmuştur: "Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar".(Al-i İmrân, 3/7) derler. Bunları salim akıllılardan başkası düşünmez."

“Selef âlimlerinden olan takva ehli, bu gibi müteşâbihlerin zâhiren ifâde ettiği anlamlardan Zat-ı Ecelli Ala'yı tenzih edip, manasını Allah'ın ilmine havale ederlerdi.

İşte dinin selameti ancak böyle yapmakla mümkündür!”95

Gerek Kur'ân ve gerekse hadislerde geçen müteşâbihler husûsuna gelince, bu bâbta yapacağımız tek şey, çok şerefli selef âlimlerinin beyânlarına uymak ve takip ettikleri yoldan gitmektir. Selâmet yolu ancak budur. Selef âlimleri bu gibi müteşâbihler hakkında, "Hepsi Allah tarafından indirilmiştir” deyip iman etmişler, tefsir edip manalarını açıklamışlar, ilmini Allah ve Resulüne havale etmişlerdir. Vacip tealayı keyif (şekil) ve yaratıkların hal ve davranışlarından tamamen tenzih edip, Kur'an'ı Kerim'de Zat-ı Ecelli A’lâs'ını nasıl anlatmış ise, öylece okuyup tefsir etmezlerdi. Çünkü müteşâbih olan sıfatları kendi yüce zâtından ve Peygamber-i Zîşân Efendimiz'den başka hiç kimse açıklayamaz. Bu husûsta izlenecek en çıkar yol, müteşâbihleri muhkemlere hâmi etmektir. Şurası da kesinlikle bilinmeli ve teslim edilmelidir ki, müteşâbih âyetlerle muhkem âyetler arasında hiçbir çelişme bahis konusu olamaz.96

94

Muhkem ve müteşabih, birer terim olup, “muhkem ayet”, manası açık seçik anlaşılan ve tereddüde yol açmayan ayet demektir. “Müteşabih” ise, muhkemin zıddıdır ve manası tam olarak anlaşılması mümkün görülmeyen ayeti ifade eder.

95 Ahmed er-Rifâî, el-Bürhânü’l-müeyyed, çev: Nâim Erdoğan, s. 10-11 96

34

Hz. Pîr, Allah’ın zâtını anlama husûsunda âriflerden birine sorulan suâl ve buna verdiği cevâbı kendi fikriyle aynı olduğu için ârifin fikrini serdediyor. Allah’ın zâtını anlammada insanın âciz olduğunu beyân ediyor.

Âriflerden biri, Zât-ı Ecelli A’lâ hakkında, kendisinden bilgi isteyenlere şöyle demiştir:

"Eğer Allah'ın zâtından suâl ediyorsanız şunu iyi bilin ki O, hiçbir şeye benzemez. Eğer Ulûhiyet sıfatlarından suâl ediyorsanız, bu husûs İhlâs sûresinde anlatılmıştır: “ De ki O Allah, birdir. Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur.” (İhlâs Sûresi, 112/1-4)

Eğer ism-i celîli mevlâdan soruyorsanız O, öyle Allah'tır ki, ondan başka ilâh yoktur! Gaybi bilen de O, meydandakini de.. Rahman da O.. Rahim de O!..

Eğer Allah'ın işlerinden soruyorsanız: " O, her an yaratma halindedir." (Rahmân, 55729) meâlindeki âyet bu husûsu açıklamaya kâfîdir..

İmâmımız Şâfii hazretleri: Tevhîd husûsunda ne denilmiş ise hepsini bir sözde toplamıştır. Şöyle ki:

"Eğer fikrinin yetişebileceği bir şeye kadar tefekkür edip de kalırsa teşbihtir ki, böyle düşünen kişiye müşebbih denir. (Kalbi) mücerret yokluğa yatışırsa bu takdirde o muattıl olur. Bir varlığa inanıp da o varlığın bütününü anlamaktan âciz olduğunu i’tirâf ederse, işte bu takdirde muvahhid olur."97

Cüneyd-i Bağdâdî’nin tevhîd için “Kadîm’i muhdesden ayırmaktır” tanımını Hz. Pîr’de de görüyoruz.

“Cenab-ı Hakk'ı, (noksan sıfatlardan) tenzih etmelidir. Hâdis (sonradan yaratılmış)ların sıfatından ve bütün yaratıkların benzerinden onu tenzîh etmek kutsal bilmek gerekir.”98

97 Age, 11-12 98

35

Hz. Pîr “istivâ” bahsine detaylı bir şekilde değinmiş; gerçek ma’nâsıyla anlamanın hulûl anlamına geleceğini söylemişlerdir ve bu konuda da örnekleri İmâm

Şâfiî, İmâm Mâlik, Ebû Hanîfe, İmâm Ahmed ve İmâm Ca’fer’den getirdiğini

görmekteyiz. Başka bir yerde de Hz. Pîr Bürhânü’l-Müeyyed adlı eserinde; tasavvuf büyüklerinden önce, mezheb lîderlerinin sözlerine iltifât etmenin gereğini şöyle açıklar:

“Hâris buyurdu, Ebû Yezid buyurdu, Hallâc dediki gibi lakırdılar ediyorsunuz. Bu ne haldir! Sizler bu sözlerden önce, Şâfiî dedi, Ahmed dedi, Nu’mân dedi ki gibi sözler söyleyiniz. Önce kesin ve sarîh olan kulluk muâmelelerinizi sıhhate kavuşturunuz. Sonra da zâid sözlerle faydalanmağa çalışınız. “Hâris dedi ki, Ebû Yezid dedi ki” gibi laflar ne noksanlık getirir ne de fazlalık. ..tarîkat şeyhleri ve hakîkat meydanlarının süvârîleri sizlere diyorlar ki; âlimlerin eteklerine sarılınız.”99

"İstivâ" bahsinde inançlarınızı tertemiz tutmalısınız! "İstevâ alel arşı" (arşın üzerine yerleşmek) ile yorumlamamalıdır..

Çünkü bu türlü "yerleşmekte" hulûl ma’nâsı vardır, oysa Cenâb-ı Hak bundan münezzeh ve müberrâdır.. Cenâb-ı Hakka "yukarıdadır, aşağıdadır" da denilemez. Bu gibi sözlerden kaçılmalıdır. Cenâb-ı Hakk'ı mekân, el ve göz gibi organ, inip çıkmak gibi hareket ve davranışlardan tenzîh etmek gerekir.

İmam-ı Mâlik Hazretlerine birisi:

“İstivâ” âyet-i celîlesinin tefsirini sormuş, İmam Mâlik: "Her ne kadar "İstivânın" ma’nâsı ma’lûm ise de keyfiyet, Hak Teâlâ hakkında düşünülemediği için, bizce vazife ancak buna îmân etmekten ibârettir. Böyle şeyleri soruşturmak bid'atten sayılacağı veçhiyle siz ehli bid'atten olsanız gerektir" demiş, ve kendisine bu suâli soranı huzurundan (kibarca) kovmuştur.

99 Ahmed er-Rifâî Bürhânü’l-müeyyed, (Kurtarıcı Öğütler), , ter: Sıdkı Gülle, 1997, Bedir Yayınevi,

36

İmam Şâfii Hazretleri de böyle bir suâl üzerine: "Benzetmeyerek îmân ettim,

örnek istemeden inandım, idrakta kusurumu anladım, böyle mevzû’lara dokunmaktan çekindim" demiştir.." 100

Ahmed er-Rifâî’nin, vahdet-i vucûd ve Hallâc-ı Mansûr’la ilgili sözleri dikkat çekmektedir. İbâdetleri yerine getirmekle uğraşmak yerine zât ve sıfatlar hakkında ko-nuşmaya dalan sözde sûfîleri zındıklığa en yakın insanlar diye niteler ve yaşlı kadınların imanı gibi tereddütsüz, şüphesiz ve teslimiyete dayalı bir imanı tavsiye eder.

“Seyyid Ahmed er-Rifâî dedi ki: zındıklara en yakın sûfîler ibâdât u tââtı yapmak yerine Cenâb-ı Allah’ın zâtı ve sıfâtı hakkında konuşanlardır. Allahım! Bize koca karı îmânı nasib et!”101

“Aklında kalsın: Şu iki kelime, bu dinde uçuruma yuvarlanmak tehlikesi arz eder:

Vahdet üzerine söz etmek.. Özellikle hâle geçmeden., câhiller arasında olursa., daha fenâ.”102

“Bir insân Zât ve sıfât hakkında söz söylemekten ise, sükûtu efdaldir.” 103 Mutlak anlamda vahdet iddiasında olanları, şatahat söyleyenleri yerer. Hallâc'ı vehm içinde ve vuslata erişmemiş birisi olarak görür.

“Zebân-zed ba’zı mutasavvıfa olan vahdet-i vücûd sözünden dem vurmak ve

şütûhât ve tâmât gibi şeylere bulaşmakdan hazer ediniz”104

100 Ahmed er-Rifâî, el-Bürhânü’l-müeyyed, çev: Nâim Erdoğan, s. 13-14

101

İzzeddîn Ahmed es-Sayyâdî, age, s.2

102

Ahmed er-Rifâî, el-Hikemü’r-Rifâiyye, trc: Abdülkādir Akçiçek,, s.53 103

Ken’ân Rifâî, Ebu’l-alemeyn Seyyid Ahmed er-Rifâî,(hzr: Mustafa Tahralı; sadeleştiren: Müjgan Cumbul ), 2008, İstanbul, Cenan Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı Neşriyâtı, s.50

104Ebü'l-Abbas Ahmed b. Ali b. Yahya Hüseyin Ahmed Rifâî, Mecâlis-i Hazret-i İmam Rifâî; mütercim Kadri Efendi. -- İstanbul : Malumat Matbaası, 1313, s 44

37

Hallâc’ın “Ene’l-Hak” dediği söyleniyor. Hallâcı bu cihetten ricâl-i vâsılînden göremem. Bâde-i hakîkatten içmiş olaydı, böyle demezdi. Bir ufak sadâ işiterek dûçâr-ı vehm olduğunu zannediyorum. Zümre-i mukarrebîne dâhil olup da kalbinde havfullah ziyâdeleşmeyen kimse mekr-i ilâhî’ye uğramıştır. Amân bu misilli tehevvühâttan ihtirâz ediniz. Bunlar bâtıl şeylerdir. Eslâf-ı kirâm hudûdu gözeterek giderler idi. Kuyuya körlerden başka ayak atar mı? Hudûd-ı ilâhiyyeyi câhilden başka kimse tecâvüz eder mi? Bir kere düşünseniz. İnsan bir kere aç kalsa biter! Bir ağrıya tutulsa bîçâre kalır!

İhtiyarlıkla tâb u tâkatdan düşer! Bir yorgunluk ile halsiz olur! O halde bu tecâvüz

nedir?105

Bir gün seyyidinâ Abdülkādir Geylânî (r.a)ın meclislerinde Şeyh Ali b. İdris el-Ya’kūbî dahi hâzır idiler. Betâyih ahâlisinden bir adam gelerek selâm verip oturmuş, Hz. Pîr İmâm-ı Geylânî (r.a) kendisinden Ahmed er-Rifâî (r.a)ın hâl ve sıhhatinden haber sormuş olduğundan, arz-ı cevâb eylemiş idi. Bu adam Hz. Abdülkādir Geylânî (r.a) efendimizden Mansûr-ı Hallâc hakkında ma’lumat sormuş olmasıyla, müşârünileyh cevâben: “Hallâc bir ârif idi. Mürg-i aklı, beden yuvasından mele-i a’lâ’ya uçup, melâike saflarını geçtikten sonra, aradığı nûra orada dahi nâil olamadığından, yere inmiş hayret-ender-hayrete giriftâr olarak lisân-ı mestânesinden çıkan sözleriyle ağyârı

şaşırtmıştır.” buyurmuş olmasıyla suâli soran: “Öyle ise şeyhlerin ikisi ihtilâf üzere

bulundular, zîrâ Hz. Rifâî: Hallâc’ın irfânı olduğuna, hakîkate vâsıl olduğuna

Benzer Belgeler