• Sonuç bulunamadı

Tarihsel Süreçte Yüksek Yapılarda ve Tasarım Yaklaşımlarındaki Değişimler

4. YÜKSEK YAPI TASARIMI VE ÜRETKEN YAKLAŞIMLAR

4.1. Tarihsel Süreçte Yüksek Yapılarda ve Tasarım Yaklaşımlarındaki Değişimler

Teknoloji alanındaki gelişmelerin, tasarım ve yapım sürecindeki yansımaları, yüksek yapıların gelişimde de önemli yer tutmaktadır. Tarihsel süreç incelendiğinde başlangıçta amaç en yüksek olanı gerçekleştirmek iken, “tek (unique)” olma durumu bir kıstas haline dönüşmüştür. Giderek eşsiz formda yüksek yapı üretmek, tasarımın en belirgin amaçlarından biri haline dönüşmüştür (Erdem ve diğ., 1989). Günümüzde mühendislik ve mimarlık alanında yaşanılan dijital devrim ile oluşan bilgisayar destekli tasarım kavramı, biçimin oluşması ve uygulama sürecinde klasik yöntemlerden daha özgür ortamlar yaratmakta ve tasarımcının yaratıcılığına katkıda bulunmaktadır. Özellikle evrim, değişim gibi kavramların esinlenmeleri ile oluşan sürecin ve biçimin doğadan beslendiği günümüz mimarisindeki örnekler, strüktürel ve mekanik olarak ta optimize olmuş, çevresiyle gelişen ve oluşan yapı fikrini ortaya çıkarmıştır.

Yüksek yapılardaki biçimlenme sürecindeki estetik kriterler, strüktürel sınırlamaların ve dönemin getirdiği mimari görüşün etkisinin ağırlığı hissedilmektedir. Teknoloji gelişimi ve akımlar bağlamındaki biçimlenme aşağıdaki 5 ana kronolojik başlık dahilinde incelenecektir.

4.1.1 1885’e kadar olan dönem

Bu dönemdeki gelişmeler yapı teknolojisinde, dökme demirin bulunması ve ardından çelik üretiminin mükemmelleştirilmesi, taşıyıcı duvar sistemlerinin yerini çelik iskelet sistemlere bırakması ile sonuçlanmıştır. İlk çelik çerçeve kullanımı 1885’te mimar William Le Baron tarafından, Chicacgo Home Insurance binasında gerçekleştirilmiştir (Aytıs, 1989). İlk yüksek yapı olarak kabul edilen bu yapı, ilerleyen dönemlerde çelik kullanımının öncüsü olacaktır.

4.1.2 1885-1930 dönemi

Teknolojideki gelişmelere paralel olarak oluşan yükseklik kavramı, bu dönem içerisinde asansörün de icadıyla gelişimin ilk evresidir. Temel teknolojik altyapının sağlanması mimarların strüktürel ve sirkülasyona yönelik kaygılarını azaltmış ve kat adedinin arttırmak konusunda cesaret kazandırmıştır. Sullivan’ın insan vücudu

56

anolojisi ile ortaya çıkan kaide, sütun ve başlık ile 3’e bölümlenen biçimlenme anlayışının etkileri hissedilmektedir. Bina formu belirginleştirilen bir giriş ile başlayıp, ana kütlenin belirgin olarak hissediliği uzun bir gövde ve onu takip eden bitiş ile sonlandırılır, bu biçimlenme tarzı günümüzde hala etkisini sürdürmektedir (Zeren ve diğ. ,1989).

1923’de gerçekleştirilen Chicago Tribune Yönetim Binası yarışması o dönemdeki birçok ünlü mimarın yüksek yapılardaki biçime bakış açısını ifade etmektedir. Sullivan’ın 3 parçalı formu çoğu öneride görülürken, Meyer ve Gropius’un önerisi yaklaşmakta olan strüktürel ekspresyonist yaklaşımın izlerini taşımaktadır (Şekil 4.1).

Şekil 4.1. Howells & Hood tarafından tasarlanan ve inşa edilen proje, Eliel Saarinen’in önerisi, Adolf Meyer ve Walter Gropius’un yaklaşımı

(Nordenson, 2003).

Yarışmanın katılımcılarından Adolf Loos’un cümleleri yarışmanın içeriği ve yüksek binalara genel yaklaşım hakkında önemli ipuçları içermektedir . “…Programda istenilen, tasarımcının gözü önündedir: ‘...dünyanın en güzel ve mükemmel ofis binasını dikmek’. Öyle bir bina yap ki, resmini veya gerçeğini bir kere görenin hafızasından bir daha kaybolmasın. Sonsuza kadar Chicago kenti kavramı ile ayrılmaz olan bir anıtın kurulması, San Pietro’nun kubbesi (Roma), eğri kule Pisa ile olduğu gibi. Bütün aydın insanların görür görmez “The Chicago Tribune” gazetesini kişiliği ile ilişkilendirecekleri bir binanın planlanması.” (Duygulu, 2004). Yüksek

57

yapıların birçok ticari kuruluş, şehir ve ülke için prestij göstergesi olduğu Loos’un bu cümlelerinden anlaşılmaktadır.

4.1.3 1930-1960 dönemi

Yapay havalandırma, aydınlatma teknolojilerindeki önemli gelişmeler ile birlikte çeliğin strüktürel olarak kullanımının artması 1930’lardan sonra yüksek yapıların, özellikle A.B.D. başta New York ve Chicago olmak üzere, hızlı bir biçimde gelişimine sahne olmuştur. Buy ıllarda gerçekleştirilen Ch 3 kademeli bölümlenmenin etkileri hala sürerken, Mies Van der Rohe Ve Fazlur Khan’in strüktürel ekspresyonist yaklaşımı giderek değer kazanmaktadır (Ali, 1991). Khan’ın John Hancock binası, her ne kadar 1974 yılında tasarlansa da, bu dönemde gelişen strüktürün dışavurulduğu akımın yansımasıdır. Mies Vander Rohe’nin “Glass Tower” tasarımı şeffaf cephenin ardındaki strüktür oluşumunun tamamen hissedildiği bir öneridir (Şekil 4.2).

Şekil 4.2. Fazlur Kahn, John Hannock Center, Mies Van Der Rohe, Glass Tower (Nordenson, 2003).

58 4.1.4 1960-1990

Yetmişli yıllardaki gelişmeler tasarımcıları, tarihi, kültürel ve bölgesel kaynaklı biçimlere yöneltmiştir. Uluslararası akıma tepki yeni akımlar, post-modernist yaklaşımlar yüksek yapıların biçimlendirilmesinde belirleyici olmaya başlamıştır. İmaj, değer ve güç ifadesi, estetik değerlendirme ile birlikte gündeme gelmiştir. Yüksek yapıların tasarımında iki belirgin ortaya çıkmıştır, bunlardan biri yapıların toplumun ihtiyaçlarına yönelik sosyal amaç ve içerikli olması, diğeri ise belli bir imaja sahip olmasıdır (Erdem ve diğ. , 1989).

1980lerde post modern yaklaşımın ağırlık kazanması ile her yapının tek olması düşüncesi ortaya konarak, imaj ağırlıklı yapıların tasarımına yön verilmiştir. Bu yönelimin etkisiyle yüksek yapı biçimlenmesinde 3 farklı karakter oluşmuştur: AT&T Binası ile Historistik estetik, Trump Tower heykelsi (sculpture) estetik, IBM Binası (Şekil 4.3) ise “Machine Age” olarak ortaya çıkmıştır (Erdem ve diğ., 1989).

Şekil 4.3. AT&T Tower, New York, ABD, Trump Building, Seattle, ABD, IBM, New York, ABD (Nordenson, 2003).

1960’lı yıllarda Pier Luigi Nervi’nin sezgisel, artistik bilişsel sürecin analitik, bilimsel ve matematiksel süreçle birleşebileceğini, Fuller’in “tensegrity” kavramı, Noam Chomsky’nin kurallı dil kuramı, ve Mandelbrot’un fraktal geometrisi, kural tekrarı ve form oluşumu üzerine yeni fikirlerin doğmasına sebep olmuştur. Nevri ve benzer düşüncedeki Eduardo Toroja ve Felix Candela matematiğin form üretiminde

59

bir ilham kaynağı olabileceğini, eş benzerliğin bir üretim şekli olabileceğini tartışmıştır (Nordenson, 2003).

1960’lardaki geçiş dönemindeki bir başka yaklaşımsa Myron Goldsmith ve Fazlur Kahn’ın doğal büyüme biçimlerindeki strüktürel ve formal gelişimi kullanarak gerçekleştirdiği deneysel tasarımlar olmuştur. D’arcy Thompson’ın doğal büyüme biçimlerini incelediği “On Growth and Form” kitabından esinlenen Goldsmith ve Fazlur, doğadaki eş benzerliğin strüktürel oluşumlara esin kaynağı olabileceğini öne sürmüştür. Yapıya etki eden yükün, taşıyıcı sisteme dağıtılabileceği ve oluşan sinerji ile gerek biçimsel gerekse strüktürel olarak özgün tasarımların elde edilebileceği düşüncesi Fuller’in jeodezik kubbelerine ilham kaynağı olmuştur. Benzer şekilde dikey taşıyıcı elemanların, tek bir tüp gibi davranabileceği düşüncesi bugün yüksek yapıların temel strüktürü olan tübüler sistemlerin çıkış noktasıdır (Nordenson, 2003).

1960’ların ortalarında, utopik bakış açısı kent ve tüketim kavramlarına yeni bir boyut kazandırmıştır. Bu yıllarda mimarlığın bir tüketim nesnesi olmadığını savunan gelenekçi akıma karşı, Archigram kenti bir tüketim nesnesi olarak gören önerilerini getirmektedir. “Plug-in City”, bir otomobil kadar endüstriyel hale getirilmiş, elemanarın yine endüstriyel bir taşıyıcı sisteme takıldığı, yenilenen tüketilebilir bir kent önermektedir (Tanyeli, 1999).

“Instant City” ve “Walking City” ütopyalarında olduğu biçimde, kentin kendisi hareketlidir ve yer değiştirmektedir. Blow-out Village bir hovercrafttan hidrolik elemanlarla oluşan bir kasabayı tarifler Peter Cook’un Montreal Kulesi Archigram’nın mekanik/ütopik tasarımlarına örnek teşkil etmektedir (Schwarz ve Wietersheim, 2007).

Ütopik yaklaşımlarının yanında, ilk kez mimarlıkta gerçeğin temsilinin yerine simülasyonu koymaları Archigram’ı öne çıkartmaktadır. Bu dönemdeki birçok ütopist yaklaşımın aksine, Archigram gerçeği tasarı geometriş teknikleri ile temsil etmeyi değil, mimari geleceğin simülasyonlarını yapmayı amaçlamıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Archigram’ı önemli kılan yaptıklarının teknik bir model ortaya koyuşudur (Şekil 4.4) (Tanyeli, 1999). Günümüzdeki birçok ütopik tasarım anlayşının ve dolayısı ile yüksek yapılardaki gelecek öngörülerinin oluşmasında Archigram’ın etkisi yadsınamaz .

60

Şekil 4.4. Archigram “Plug-in City” v “Blow-out Village” ve “Walking City” diyagramları (www.archigram.net)

61 4.1.5 1990-…

Tübüler sistemlerin yüksek yapılarda kullanılması ile strüktürel anlamda daha hafif ve yüksek yapıların önü açılmıştır. Bu dönemde bilgisayar destekli tasarımın öne çıkması ile salt strüktürel kıstaslar değil rüzgar yükü optimiasyonu, doğal havalandırma gibi kavramlar da biçimin oluşmasında önemli bir etken olmuştur. Mühendislik alanında ve mimari tasarımda bilgisayarın destekçi olarak kullanılması, yüksek yapılarda da farklı formların ve strüktürel sistemlerin oluşmasında önemli bir faktördür (Ali, 1991). Gelişen dijital evrim ile yükselme eğilimi yerini biçimsel farklılaşmaya bırakmaya başlamıştır, mimarlar yüksek yapıların tasarımların da, özellikle 20. yüzyılın sonlarına doğru, farklı formların arayışına girmişlerdir. Referans noktası haline dönüşen yüksek yapıların, temel geometrik formların dışında kullanıcı ve kentin algısına yeni boyutlar kazandıracak, çevresi ile beraber şekillenen, biçimsel olarak strüktürel ve mekanik olarak optimize olmuş yapıların arayışı başlamıştır. Yeni yapım teknikleri, mühendislik yöntemleri, bilgisayar destekli üretim (Computer Aided Manufacturing) ile tasarımda oluşan farklı formların uygulanması mümkün kılınmıştır.

Frank O. Gehry ve Ownings&Merrill’in ortak yürüttüğü, New York Times Yönetim binası projesi (Şekil 4.5), organik form arayışı ve üç bölümlenmeli anlayışı birleştirmesi ile göze çarpmaktadır. Yapının giriş kısmından başlayarak oluşan eğrisel formlar, üst katlara ulaşıldıkça biçimlerini değiştirerek daralmakta ve şehir silüetindeki etkisini yumuşatmaktadır (Riley, 2003).

62

Şekil 4.5. NY Times Yönetim Binası (Riley, 2003).

Foster & Partners tarafından 2006 yılında tamamlanan, Cyrstal Palace projesi, formu, yüksekliği ve taban alanı ile sadece yüksek bir yapı değil, kentin içindeki oluşmuş küçük bir ekosistemdir (Şekil 4.6). Konut, alışveriş, eğlence alanları gibi birçok farklı fonksiyonu bünyesinde barındıran yapı, 450 mt. yüksekliğindedir ve iki farklı kabuktan oluşmuştur. Spiral bir taşıyıcı ile yükselen birinci ve ikinci katmanın arasında oluşturulan boşluk yapının doğal havalandırmasını ve enerji korunumunu sağlamaktadır (www.fosterandpartners.com).

Şekil 4.6. Crystal Palaca’ın Kremlin Sarayı yönünden görünüşü (www.fosterandpartners.com).

Ken Young’ın tasarımını gerçekleştirdiği “Elephant and Castle Eco Towers” projesi, iki uzun konut bloğundan oluşmaktadır. Bünyesinde barındırdığı konut, eğlence ve spor mekanları, rekreasyon alanları ile kullanıcılarına “mikro bir şehir” önerisi getirmektedir (şekil 4.7).

Doğu ve batı yönlerindeki açıklıklar ve bunların doğrultusunda oluşan yeşil alanlar ile çevresiyle bütünleşen bir yönelim öngörülmüştür ayrıca yeşil örtünün doğal ısı yansıtıcılığı sayesinde, doğal bir klima görevi üstlenmektedir. Binanın formu ise kış

63

aylarındaki soğuk hava akımlarını orta yarıktan uzak tutarak ısı korunumunu sağlayacak şekilde dizayn edilmiştir (Riley, 2003).

Şekil 4.7. Elephant and Castle Eco Towers modeli, dönemsel rüzgar analizi (Riley, 2003).

Dönemsel olarak bakıldığında yüksek yapı formunun, başlangıçtaki strüktürel kısıtlamalar sebebiyle, basit geometrik şekillerden, karmaşık form denemelerine doğru bir evrim geçirdiği görülmektedir. Hesaplama yöntemlerinin gelişimi, yukarı büyümenin dışındaki farklı prestij arayışları kent silüetlerinin yüksek yapıların formları ile şekillenmeye başlaması, yüksek yapıları salt birer kule olmaktan çıkartmış ve farklı tasarımların önünü açmıştır. Yüksek yapıların prestijleri biçimleri ve insanlar üzerindeki etkisi üzerinden değerlendirilmeye başlanmıştır; günümüz mimarlığı strüktür mühendisliğinin ve biçim çeşitliliğinin sınırlarını zorlamaktadır.