• Sonuç bulunamadı

3. CİHAT BURAK’IN RESİMLERİ VE HİKÂYELERİ

3.2. Cihat Burak’ın hikâyeleri

3.2.2. Cihat Burak hikâyelerinde konu

3.2.2.6. Tarihi konulu hikâyeler

Cihat Burak’ın tarihe olan ilgisinin bir karşılığını da hikâyelerinde görmek mümkündür. Tarih kitaplarına olan ilgisi, çocukluğundan itibaren dinlediği tarihi hikâyeler ve Evliya Çelebi’ye olan hayranlığı göz önüne alındığında hikâyelerinde de

95

tarihi olayları anlatması şaşırtıcı olmayacaktır. Doğrudan tarihi olay ve kişileri konu edindiği hikâyelerinin dışında, bir de kendi anılarından yola çıkarak yazdığı “Mihar”

gibi öykülerinde, asıl konuyu zenginleştirmek için tarihi olaylardan faydalandığı görülmektedir:

Daireye gitmesem olmazmı. Çiftliğe gitsem, çimenlere uzanıp yatsam; belki de park bekçisi bırakmaz. Birgün Meclisin bahçesinde çim tarhına uzanıp yatmıştım. Temiz pak giyinmiş koskoca adamın çimende yatışını bekçi hiç anlıyamadı. Bir müddet etrafta çekine çekine dolaştı, sonra terbiyeli terbiyeli burada yatmanın yasak olduğunu söyledi. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın ölürken söylediği söz ne kadar derin, ne kadar, ne kadar da güzeldir. Bostancılar şakır şakır nal sesleriyle Belgrad’ta konağın önünde durdukları zaman Kara Mustafa Paşa imamıyla birlikte namaza duruyormuş. Padişahın ölüm fermanı elinde ayaklarına kapanan Kapıcıbaşıya:

Bize ölüm var mı? diye sormuş. -Beli Sultanım, Allah imandan ayırmasın cevabını alınca namazını tamamlamış, ellerinde yağlı iplerle bekliyen cellatlara yerdeki halıyı işaret ederek: -Şu kaliçeyi kaldırın, cesedim toprağa alude olsun- demiş.. (Burak, 2009a, s.104)

Cihat Burak’ın tarihi temalı hikâyelerinde kendisine daha çok kendine has bir hikâyesi olan tarihi karakterleri seçtiği görülür. Fatih Sultan Mehmet’in hüküm sürdüğü yıllarda bir sancak beyinin oğlu olan Tozkoparan İskender’i anlattığı "Tozkoparan İskender”, bir korsan savaşında esir düşen Deli Ali Reis’in özgürlüğüne kavuşmasını anlattığı “Deli Ali Reis” bu tip hikâyelerine örnektir. “Tozkopan İskender”

hikâyesinde sanatçı İskender’i şu sözlerle tasvir eder:

Fatih Sultan Mehmet’in saltanat yıllarının sonlarında bir sancak beyinin oğlu olan İskender on yaşlarında kadardı ama on beş yaşında gösteriyordu. Palandöken dağlarıydı yaşadığı yer, Kısbetini giyer, kendisinden büyük arkadaşlarıyla güreşir, hepsinin de sırtını yere getirirdi;

kimsenin binemediği en haşarı atlara biner, mis gibi çiçek kokan dağ yamaçlarında rüzgarlar gibi eserdi. (Burak, 2009c, s.145)

Bu cümlelerde Burak’ın hikâyelerindeki karakterleri tasvir etmedeki başarısını görmek mümkündür. Yine aynı hikâyede yer alan şu satırlar sanatçının tarih bilgisini gözler önüne sermesi açısından kıymetlidir:

Tarihte eşi bulunmayan Okmeydanı İstanbul’un ilk spor kampüsüydü, burada rekor kıran kemankeşlere taş dikilir, kemankeşin ayağının bastığı yere ayak taşı, okunun düştüğü yere dikilen taşa da menzil taşı denirdi, birbirinden güzel sanat eserleri olan bu menzil taşları birer spor anıtı oldukları kadar tarih açısından da bulunmaz dökümanlardı, ne yazı ki çoğu ortadan kalkmış bulunuyor, bu meydanda ilk taş diken Fatih devri pehlivanlarından Bahtiyar’dı…

Okmeydanı’nda menzil taşı dikmek için kabza sahibi olmak lazımdı, bunun için de kabza sahibi olacak insanda aranan şeyler vardı, kendilerine ok atmanın sırrı öğretilmemesi lazım

96

gelenleri eski kavisnameler şöyle anlatıyorlar: “Meçhulu’lahval olan eşhasa, tab’ında televvün olanlara, eblehlere, bi’ş-şuurlara okçuluk öğretilmez. (Burak, 2009c, s.146-147)

Aynı şekilde “Abaza Mehmet Paşa” ismindeki hikâyesinde yer alan şu sözler de sanatçının tarihi hikâyeleri kullanarak anlatım dilini nasıl zenginleştirdiğinin bir kanıtıdır:

Padişah, Istavroz bahçesinden ayrılmış, altında kayıkla karşı sahile geçirdiği haşarı at, yanında Bostancıbaşı, içindeki hiddet ateş topu gibi büyüye büyüye atın nallarından kıvılcımlar saça saça bir felaket gibi; peşinden yetişilmez bir feryat, çöllerde ölü sessizliğin ortasında birden bire şahlanan, homurdanarak kum tepelerini oradan oraya sürükleyen fırtınalar gibi İstanbul’a koşuyordu, sabah erken divana yetişecekti. Sevgili sadrazamı Abaza Mehmet Paşa’nın Ermenilerden elli bin kuruş rüşvet aldığını duymuştu, anlayacaktı; anlamak için dünyayı yerinden oynatacaktı, her kaşının çatıldığında kılıçları kınlardan çıktığı, huzurunda kellelerin

“geletan” olduğu IV. Murat’tı bu. Mistik hayallere dalan, icabında can çekişen sadrazamı Derviş Mehmet Paşa’nın boğazını kendi elleriyle kesecek kadar gaddar I. Ahmet’le Kösem’in oğluydu. İçinde yanardağlar fışkırıyor, tek eliyle kuşağından tuttuğu yüz elli okkalık pehlivanları başının üstünde şeytan fenerleri gibi döndürüyordu. (Burak, 2009c, s.163)

Burak, “Deli Ali Reis’”te Osmanlı donanmasında görevli Deli Ali Reis’in hikâyesini ele alır. Sanatçı bu hikâyesinde reisin kahramanlıklarında bahseder, ardından reisin korsanlara nasıl esir düştüğünü anlatır. Hikâyenin sonunda Deli Ali Reis esaretten kurtulmayı başarır. Burak’ın bu hikâyede geçen şu cümleleri de sanatçının kendine has dilinin en güzel örneklerindendir:

Bir seferinde Akdeniz’de ağır bir İspanyol kalyonuyla karşılaştılar, dokuz oturak küçük işkampavyeyi görünce soylu İspanyol kaptanı burnunu kıvırıp kamarasına kâğıt oynamaya indi; Deli Ali Reis o delice cesaretiyle sancak oturağını sıya ettirip bir anda kalyonun dümen suyuna girdi; yürük gemisiyle ağır kalyona kancalarla kıçtan rampa etti; gemiye asılı bir kayık gibi kalıyordu işkampavye yüksek kıç kasarısının altında; armalara, hepsi de insan gövdesinden büyük deniz kızlarının memelerine basa basa dev gibi kalyonun pencerelerinden, parmaklıklarından aşan leventler bir anda sanki yerden biter gibi meydana çıkıverdiler, elinde oyun kâğıtları masasında oturan kaptan gerdanının altında bağlanan ustura gibi palayı burnunun dibinde görünce, aklı başından gitti ama iş işten geçmişti artık; kalyon halkını kapakların arkasına istif edip iskampavyeyi yedeğe alıp dolu dizgin giderlerken haçlı peykerler, atlas flandıralarla donanmış kalyonu bir İspanyol gemisi sanp yanlarından selam topları atarak geçen bir başka İspanyol kalyonunu daha top kapaklarını bile açmaya meydan vermeden ne yapıp yapıp ele geçirdiler; şaşkınlıktan put kesilmiş İspanyolları kendi gemilerine aktarıp ganimeti de istif ettikten sonra gemiyi batırdılar... (Burak, 2009c, s. 155-156)

İspanyolların Aztekleri işgali sırasında yaşananları anlattığı “Azteklerin Sonu”

hikâyesi Burak’ın sadece Türk tarihine değil dünya tarihine ve eski uyarlıklara olan

97

ilgisinin de bir kanıtıdır. 1571 yılının Şubat ayında Ferdinanad Cortez’in ordusuyla birlikte Azteklere saldırmasını anlatarak başladığı hikâyesinin sonu Burak’a özgü masalsı bir anlatımla sonlanır:

Azteklerin tarihini kapatan bu fırtınalı günde, göklerden şelaleler boşanırcasına yağmur yağıyor, şimşeklerin göz kamaştıran ışığı şehrin harabelerini aydınlatıyordu. Birkaç gün sonra her şey sessizliğe gömüldü. Üzerine yılan derisi gerili büyük davulun aylardan beri bir an dinmemiş sesi, İspanyol gemilerine saldıran yerli kayıklarındaki muhariplerin cenk şarkıları işitilmez olmuştu.

(…) İspanyollar adeta sağırlaşmışlardı, cehennem gürültüsüne alışan kulakları sanki artık işitemiyordu. Üç gün, üç gece Aztekler diyarının kılıç artıkları bitmez tükenmez bir kafile halinde meçhul bir yere hicret ettiler. Başlarında muhteşem sorguçlar taşıyan muharipler iskeletler gibi yürüyorlar, genç mi, ihtiyar mı oldukları belli olmayan kadınlar küçük çıkınlarda son varlıklarını götürüyorlardı. Zafer şenlikleri yapan İspanyol askerlerinin ortasında hazinenin yerini göstermesi için işkence edilen son Aztek kralı ağzını açmadı… İspanyollar binlerce seneden beri, babadan oğula bir efsane gibi ağızdan ağıza devredilen Aztek krallarının efsanevi hazinesinin gölün dibindeki çamurlara gömüldüğüne inandılar. (Burak, 2009c, s.143-144)

3.2.2.7 Meyhane ve kahve konulu hikâyeler

Daha önceki bölümlerde de bahsedildiği gibi Burak, özellikle Beyoğlu’nda bulunan meyhane ve kahvehane gibi mekânlara sık sık gitmiştir. Hatta bu mekânlar Burak için birer çalışma alanı bile olmuştur. Sanatçının buralarda resimler yaptığı ve hikâyeler yazdığı bilinmektedir. Burak, uzun yıllar boyunca içinde bulunduğu ve tanık olduğu bu renkli yaşamı hikâyelerine sık sık konu etmiştir.

“Alivülvula” hikâyesi bunun en tipik örneklerinden sayılabilir. Sanatçı bu hikâyesinde yağmurdan korunmak için girdiği bir meyhanede yaşadıklarını anlatır. Gittiği bu meyhanede tartışmaya başlayan insanları canı sıkılsa da bir süre seyreder. Gürültülü ve hareketli yerleri pek sevmediği için burayı terk eder. Yine de bu tip olaylar onun ilgisini çeker ve sanatını her zaman besler. Bu hikâyede geçen şu satırlar Burak’ın etrafını nasıl gözlemlediğini ve bu gözlemlerin hikâyelerinde kendine nasıl yer bulduğunu gözler önüne serer:

Gazetemi açıp okumıya başladım, karşımda oturan gürültülü bir merhaba çekti, biraz protesto, sitem edası da yok değil bu merhabada, demek ki oturur oturmaz yeni gelen ben olduğum için benim merhaba demem lazımmış ilkin anlaşılan… İlerde merdiven bölmesinin dibindeki masadaki sarhoş, çeneli garsonla tartışmaya başladı, içki istiyor, garson vermiyor getirmiyor, adam anlaşılan adam akıllı sarhoş, halinden de belli oluyor zaten; uzunca boylu, gözlerinin altı şişmiş, burnu kıpkırmızı, bakıyor ama bir şey görmüyor pek. Tartışma artınca bu sefer patron olacak her halde, esmer, kırpık bıyıklı birisi geldi, önüne bir tabak mezeyle bir küçük şişe şarap

98

koydu… Adam bir yudum içti evvela, garsona bir hayli atıp tuttu, garson hiç aldırmıyor, o aldırmayınca bu sefer ortaya laflar atmıya başladı… Ben, diyor, yakarım adamı; yerim, toz ederim adamı ben. Lafları kimseye karşı değil, ama adamın yüzü benim karşımda oturana olduğundan bu tehditler onun ensesinde şamar gibi patlıyor adeta! (Burak, 2009a, s. 19-20)

Burak şu cümlelerle başladığı ve gözlemciliğini bir kez daha kanıtladığı “Otur Niyazi!..” isimli hikâyesinde meyhanede eğlenen insanları anlatır:

Ben lokantanın (ismi lokantadır ya, aslında meyhanedir) dipteki mutfak tarafına yakın masalarından birinde tek başımayım. Önümdeki masada dört beş kişi var, yine dibe yakın benim sağıma gelen masada Despina ile iki adam oturuyor. Despina’nın yüzü kapıya dönük. Yanındaki esmer, bıyıklı biri, 30-35 yaşlarında kadar, karşılarında da kırmızı yüzlü birisi, daha genç. Hiç konuşmuyor, gözlerini bardağına dikmiş oturuyor öyle; ilerideki masalarda da birkaç kişi, meyhanenin tenhaca akşamlarından biri… Ben gazetelerimi okuyorum her zamanki gibi, yalnız olduğu akşamlar yaptığım gibi her zaman… (Burak, 2009c, s.36)

Cihat Burak, “İmroz” isimli hikâyesinde de yine bir gün bir meyhanede tanık olduğu kişi ve olayları anlatmıştır. Bu hikâyesinde meyhane hayatında tanıştığı renkli kişilikleri konu edinmesi hikâyelerinin zenginliğini arttırması bakımından önemlidir.

Meyhanede tanıştığı bir kişiyle yaşadıklarını şöyle hikâyeleştirmiştir:

Meyhane tenha; tezgahta ayak üstü içen kısık sesli bıyıklı adam, benim arkamda Vasil’le dolaşan yaşlı Rum, bir de ben varız… Yaşlı Rum: -Haydi vre zevzek, dedi, “zevzeki” sen de, ben otururmuşum, sen oturursun asıl, kukluçkasın (kuluçkasın) sen!; -Kuluçka hindide olur be, dedi Vasil: -Üsküdarlı Vasil derler bana, erkes (herkes) tanar (tanır) beni; sen gözünü aç, çalışırım ben; senin gibi oturmam, bir oraya bir buraya (gidiş geliş taklidi yaptı yine). Ben tutamıyorum kendimi gülüyorum, Hüseyin Efendi de (meyhaneci) gülüyor, tezgahtaki adam da gülüyor… Nihayet dişsiz Rum ayağa kalktı, benim omuzlarımın oynamasından güldüğümü anlamış olacak, masanın yanına geldi, iki eliyle Vasil’e nah sana yaptı, sonra dişsiz ağzında kelimeleri eze eze: -Haydi bre zevzeki sen de, dedi, sen koşarsın burda, ben var atölye elimde deri çıkarım aşağı, çıkarım yukarı günde on kere, otuz kere… Bok çıkarsın, diyor Vasil baluk (balık) kavağa çıktı haberin yok senin! Artık adam Vasil’i bırakmış bana anlatıyor şimdi: -Ben var, diyor “ortopedik” atölye, ne böyle yan basanlar var, onlara pabuç yaparız… Nasıl yan basanlar? diye soruyorum, adam araştırıyor etrafını; Vasil’in ayaklarını gözü kesti; “na işte böyle” diyecek, ama eliyle tarif etti, sonra: -Na işte noyle yan basanlar (ortopedik ayakkabusu), sonra var ani (hani) duztaban, onlara da yaparız… Vasil kayboldu ortadan, galiba Cumhuriyet’e “çakmaya” gitti… Adam anlatıyor: -Ep (hep) geliyorlar istiyorlar yeni model bir şeyler, ani (hani) var Menderes’in hostes, o da geliyor. (Burak, 2009a, s. 123)

99 3.2.2.8 Portre

Daha önce Cihat Burak’ın yaptığı portrelerde özellikle üstünde durduğumuz husus resmi yapılan kişilerin salt dış görünüşünün değil, karakterinin de tuvale aktarılmasıydı. Cihat Burak’ın günlük hayatta karşılaştığı karakterleri konu ettiği hikâyeleri de sayıca fazladır. Bu hikâyelerinde tıpkı resimlerinde olduğu gibi karakterlerin iç dünyalarına odaklandığını söylemek doğru olacaktır. Edremit’te bulunduğu yıllarda karşılaştığı Mesude isimli bir kızdan “Deli Kız” hikâyesinde şöyle söz eder:

Bir gün yine O’nu gördüm; siyah bir çarşaf giymişti bu sefer, ayaklarında sivri topuklu rugan iskarpinler vardı, alnına doğru çarşafın altından beyaz bir dantela sarkıtmıştı. Simsiyah, cımbız görmemiş kalın kaşlarının altında çekik gözleri birer siyah zeytin parlaklığındaydı; Yunan heykellerindeki kadar güzel çekme burnu, nar çiçeği renginde, aralarından kusursuz bembeyaz dişleri görünen etli dudaklarının üstünde bir san’at eseri gibiydi, belki de böylesine bir burnu Fidyas bile kazımamıştı mermere!.. Kenarında iri kara bir ben’i olan kuvvetli çenesini çarşafla sımsıkı sarmıştı… İpek hışırtıları içinde geçti yanımdan; gözlerinden ateş saçılıyordu sanki. (…) Gözleri baygınlaşıyor, oturduğu yerde sallanıyordu. Ne yapsam acaba şimdi diye düşünüyordum. Mesude’ye içki mi ısmarlasam, ama zaten zil zurna sarhoş; küçücük yer burası, ya her akşam gelmeye kalkarsa, ya rezalet çıkarırsa!... Süngü bakışlar yine dikilmişti üstümüze.

Sarhoş Nuri işin kötüye varacağını anlamış, geldi garsonla birlikte çektiler aldılar Mesude’yi karşımdan, ben sesimi çıkartamadım, ne yapacağımı bilemiyordum; eğer daha cesaretli olsaydım, belki de ömrümün en güzel içkisini içecektim eğer o akşam bu zil zurna sarhoş kızla…

(Burak, 2009c, s.29-30)

Cihat Burak, “Eşek Nuri Efendi” isimli hikâyesinde tiyatro ve operetlere dekor yaptığı yılları anlatır. Eski Beyoğlu yaşamını da kendine has özlem dolu sözlerle anlattığı bu hikâyede Eşek Nuri Efendi’yi tasvir ettiği şu cümleler sanatçının hem gözlem yeteneğinin bir kanıtıdır hem de onun karakterlerini oluşturmasındaki başarısını göstermesi açısından kıymetlidir:

Eşek Nuri Efendi tiyatronun girişindeki gişe kulübesinin üstünde yatardı, dekor yaparken sabahladığımız için yatıp kalkışını görmüşümdür. Yatağı, yastığı yorganı gişenin damında denk halinde bürülü durur, aşağıdan bakınca görülmezdi, yatacağı zaman gişenin arkasına saklı merdivenini çıkarıp, gişenin damına çıkar, örtüsünün üstüne yatağını serer, yorganını yastığını yerleştirir, merdiveninin çeker yukarı alır, mışıl mışıl uykusuna dalardı herhalde!.. Bu son derece terbiyeli, her lafını sözünü, evet efendim, başüstüne efendim, diye bitiren fakir ama temiz giyimli, hafifçe gaga burunlu, çok seyrek saçlı, sinek pisliği bıyığı ağzının içine kaçacakmış gibi duran bu sessiz sedasız insan neden eşek dendiğini anlamazdım bir türlü. Bir gün sordum: -Lutfullah Bey, dedim, neden bu adama eşek diyorlar, eşeğe benzer bir tarafı

100

yok!.. Ah Cihatçığım dedi, o bir anırır ki hiçbir eşek onun gibi anıramaz, dişi eşek anırır gibi anırdığı zaman erkek eşekler yüklerini boşaltır buna koşarlar, erkek eşek gibi anırdığı zaman dişi eşekler buna koşarlarmış. Çanakkale muharebelerinde askerliğini yaparken, o zaman Liman von Sanders Paşa moral günleri yaparmış, bu bir anırmış madalya verdirmiş Paşa, o kadar beğenmiş; bunu vaktiyle sakalar maaşa bağlamışlar!.. Maaş mı verirlermiş, anırsın diye mi?.. Yok canım anırmasın diye, çünkü anırdığı zamanlar sesinin ulaşabildiği yere kadar bütün saka eşekleri çifte atmaya başlar, su tenekelerini tepetaklak edip buna koşarlarmış, anırmasın da işleri bozulmasın diye aralarında para toplayıp maaşa bağlamışlar. Ağzım açık kalmıştı, peki Lutfullah Bey, anırsa da bir dinlesek, anırtamaz mıyız diye sordum. Anırmaz dedi, kafasını kessen anırmaz, milyon versen anırmaz, içinden gelecek, o zaman ancak!.. Eşek Nuri Efendi işiyle meşgul gidiyor geliyor, gerektiği kadar konuşuyor, kimseyle arkadaşlığı samimiyeti yok, akşamları merdivenini dayayıp yatağını yapıp içine giriyor, ne düşünür kim bilir!.. Bir gün anırdı, sahnenin altındaki salonda oturulmuş konuşuluyordu ben onun orada olduğunun farkında bile değildim; iş küçük hıçkırık gibi bir sesle başladı, herkes susmuş gürültü dinmişti, herkes kulak kesilmişti çıt çıkmıyordu, evvela aletlerin ısınmaları gibi bir iki hırıltı, ondan sonra en acıklı iç çekmeler, âdeta yalvarmalar, bir nevi ağlamalarla karışık muhteşem bir anırma. Hangi eşek olsa yükünü boşaltır koşar doğrusu diye düşündüm, herhalde hiçbir primanonanğtenor ve bariton bu boşluğu bu kadar dolduramamıştır diye düşündüm. Sakaların hakkı varmış adamı maaşa bağlamaya, Liman von Sanders Paşa da boş adam değilmiş doğrusu.

Anırma bazen neşeli bazen şikayetlerle dolu devam etti, arasıra iç bayıltıcı hıçkırıklar, sonra tırladı, öyle sanıyorum ki bu tırlama Eşek Nuri Efendi’nin hayatında attığı en güzel imzasıydı!..

(Burak, 2009c, s. 81-82)

Bu örnekte de görüleceği gibi Burak, gözlemci tavrıyla hikâyelerinde yer verdiği karakterlerin gerek dış gerekse de içsel özeliklerini büyük bir başarıyla yansıtmayı başarmıştır. Böylece sanatçının tasvir yeteneğini de söz konusu örneklerde başarıyla uyguladığı görülür.

3.2.2.9. Kadın konulu hikâyeler

Cihat Burak’ın hikâyeleri incelendiğinde kadın temasına sık sık yer verildiği görülecektir. Sık sık ailesindeki ve hayatındaki kadınları anlattığı “Anneannem”,

“Kurbağa” gibi hikâyelerinin yanı sıra, onları “Denizin Sevgilisi” gibi hikâyelerde fantastik kurgunun bir parçası olarak işler. Ayrıca Burak, “Çorap Çizgisi”, “Yürüyor Abi!”, “Asfaltta” gibi hikâyelerinde kadının güzelliği üzerinde durarak, kadın vücuduna duyduğu hayranlığı dile getirir. Adı geçen hikâyelerde kadınlar, erotik bir bağlamda ele alınır.

101

“Çorap Çizgisi” hikâyesinde postanede gördüğü bir kadından nasıl etkilendiğini şu cümleleriyle ifade eden Burak kadın vücuduna duyduğu hayranlığı açıkça gözler önüne sermekten çekinmez:

Hiç bu kadar güzel kadın bacağı gördün mü? Diyorum kendi kendime içimden… Arkası dönük; mektup gişesinin önünde memurla konuşuyor. Kumlu gri pardesüsünün içinden iki son derece muntazam ve güzel bacak sivri topuklu pabuçlarının üstünde vazo içindeki iki çiçek gibi yükseliyor. Ne içeri ne dışarı bir kaykılma eğrilik yok, dümdüz; bilekleri ne öyle yarış atlarınınki kadar ince kuru ne de lobut gibi insanın midesine oturan cinsinden; dümdüz, muntazam iki bacak… Çoraplarının çizgisi milimetresi milimetresine tam ortada; ne sağa ne sola kaçmış.. Gözlerimi alamıyorum. Mektubu attım, yüzünü dönse de görsem diye postahanenin holünde aylak aylak dolaşıyorum, gişe memuruyla konuşması uzuyor, yabancı olacak herhalde… Saçları başındaki küçük takke gibi şapkasının kenarlarından kıvır kıvır çıkmış, boyu ortadan uzunca. Ama bacakları nefis! (…) Tekrar geriye açılıp bacaklarını seyrediyorum; dümdüz, muntazam; insanın etekliğin altındaki baldırlarını öpesi geliyor… Ne biçimli şeyler… Zihnimde o bacakları yukarılara doğru tamamlamıya çalışıyorum… Beli ince olmalı, öyle görünüyor. (Burak, 2009, s.51-53)

Sanatçı “Mihar” adlı öyküsünde bir süre evli kaldığı kadın hakkında söyledikleriyle kadına farklı bir açıdan bakar:

Hey Allah’ım nasıl anlatayım? O değil, değil o. Kadın erkeğin dişisi değil. Erkeğin dişisi olur mu? Bilmem! Ama kadın erkeğin dişisi değil. O başka birşey, başka bir yaratık, tesadüfen benzemiş; o kedi gibi ağaçlarda dolaşan, yerlerde sürünen, sıcacık tüylü birşey. Elleri, ayakları var, parmakları var; fakat o başka bir şey; ben O’nu anlıyamam, onlar anlaşılmaz; her şeyi bilerek dünyaya gelirler, hiçbir şey öğrenmeden giderler, öğrenmelerine lüzum yoktur zaten…

Onlar rahimdir, gözlerinin içinden rahimleri insanın gözünün içine gözünü dikerek bakar.

Onlar O’dur işte, rahimlerini düşünürler; kafataslarının içinde çöreklenmiş rahimleri yatar. Ben kadınları severim, her şeyi severim ben, her şeyi merak ederim. (Burak, 2009a, s.103)

“Denizin Sevgilisi” isimli birtakım fantastik olaylarla dolu hikâyesinde sevdiği kadını kaybettiği anı şu cümlelerle ifade eder:

Birden, kapılardan biri ardına kadar açılarak bütün camlar büyük bir şıngırtıyle kırıldı, ocağın üstündeki lamba rüzgardan sönerek elle tutulacak kadar boyu bir karanlık geniş salonu doldurdu. Koridora açılan kapıya doğru atılmıştım. İşte o zaman gözlerimin önünde tüylerimi

Birden, kapılardan biri ardına kadar açılarak bütün camlar büyük bir şıngırtıyle kırıldı, ocağın üstündeki lamba rüzgardan sönerek elle tutulacak kadar boyu bir karanlık geniş salonu doldurdu. Koridora açılan kapıya doğru atılmıştım. İşte o zaman gözlerimin önünde tüylerimi