• Sonuç bulunamadı

İnsanlığın hidâyet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm’in ilk müfessiri Hz. Peygamber’den (s.a.v) sonra sahabe, Rasulullah’tan öğrenilen bilgileri tabiuna, tabiûn nesli de bu bilgileri kendisinden sonra gelen etbâu’t-tabiîne aktarmışlardır. Kur’ân’ın dili Arapça olduğu için sahabe, âyetleri anlamakta fazla zorluk çekmemiş, bu dönemde yalnızca âyetlerde geçen bazı kelimelerin izahına ihtiyaç duymuşlardır.127

Kur’ân’ın nüzul döneminden zamansal ve mekansal olarak uzaklaşıldıkça fetihlerle genişleyerek yeni toplumları ve onların kültürlerini içine alan İslâm coğrafyasında, Hz. Muhammed’in vefatının ardından toplumda boy gösteren dini-siyasi fırkaların etkisi ve İslâm’a giren yeni toplumların Arap diline olan yabancılıkları gibi gelişmelerle âyetlerin anlaşılması ve yorumlanması noktasında ihtilaflar meydana gelmeye başlamıştır. Hz. Peygamber döneminde temeli atılan İslâm Devleti’nin sınırları, kendisinden sonra sahabe ve tabiun döneminde de giderek genişlemiş, fetihlerle birlikte büyüyen İslâm coğrafyasına katılan yeni beldelerde yönetici, vali, kadı ve öğretmenlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyaca binaen sahabiler, çeşitli memleketlere görevli olarak gidip buralarda ders halkaları oluşturmuşlardır. Fethedilen ülkelerde ortaya çıkan fitneler ve ihtilaflar sonucunda farklı görüşleri savunan her grubun kendini haklı göstermek için Kur’ân’a başvurması ve böylece yanlış te’viller yapılması, Kur’ân’ın doğru bir şekilde tefsirinin yapılmasını gerekli kılmıştır.128

Her insanın yaratılış ve fıtrat gereği farklı algı düzeyi ve yeteneklere sahip olmasının bir sonucu olarak, dinin zâhir ve bâtın boyutları bulunmaktadır. Müfessirler, dinî lafızların hepsinin zâhirîne göre anlamlandırılması veya aksine tümünün zâhir anlamından çıkarılıp bâtın anlamına ulaşmak için te’vil edilmesinin yanlışlığı

127 Halis Albayrak, Kur’ân’ın Bütünlüğü Üzerine, İstanbul: Şule Yayınları, 1996, s.114.

128 Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları,

32

konusunda ittifak etmişlerdir. Bununla birlikte hangi âyetlerdeki lafızların te’vil edilip edilmeyeceği konusunda ihtilafa düşmüşlerdir.129

İslâm düşüncesine büyük katkıları olan sistem sahibi müctehidler ve onların yolundan gidip yeni bakış açıları getiren alimler, Hz. Muhammed ve ashabının üzerinde durmadığı veya belli bir zaman sonra ortaya çıkmış olan bazı konularla ilgili farklı fikirler geliştirmişlerdir. Ancak bu düşünürler arasındaki mezhep ve görüş farklılıkları çeşitli yorumları ve zihnî karmaşayı da beraberinde getirmiştir.130 Bu zihinsel

bunalımdan payını alan kavramlardan biri de bu çalışmanın konusu olan meşîet kavramıdır. Tartışmanın gündeme geldiği ilk dönemlerde bu kavram kader konusuyla ilişkilendirilmiş ve Allah’ın mutlak iradesinin yanında insanın irade sahibi olup olmaması, hidâyeti ve dalâleti ekseninde ele alınan Allah-insan ilişkisi bu kavrama yüklenen anlamlar çerçevesinde yorumlanmıştır. Dolayısıyla meşîet kavramı ile ilgili âyetler, hicrî 2. ve 3. asırdan itibaren Allah’ın meşîeti, insanın iradesi gibi konularda tartışan kelam alimleri tarafından, kendi görüşlerini desteklemek amacıyla, Kur’ân’ın ilk muhataplarının anladığı manaların dışına çıkılarak yorumlanmıştır. Cebriyye, Kaderiyye, Mu‘tezile, Selefiyye, Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye gibi kelam ekollerinin Allah’ın sıfatları konusundaki yaklaşımlarına göre meşîet kavramı irade sıfatı ile ilişkilendirilerek bu hususta farklı anlayışlar öne sürülmüştür.131

İslâm düşünce sisteminde ortaya çıkan diğer tartışmalar gibi kader, ilâhî irade, insanın iradesi ve özgürlüğü konuları da siyasi ayrılıklarla birlikte ortaya çıkıp müslümanlar arasında derin fikir ayrılıklarına yol açmıştır. İnsanın fiillerinden doğan sorumluluğun Allah’a değil, kendi şahsına ait olması fikri başta Muâviye olmak üzere, kendi eylemlerini ilâhî kadere dayandıran Emevî halifelerinin çoğunu rahatsız etmiştir. Bu amaçla Emevîler döneminde yöneticiler, Cehm b. Safvân’ın öne sürdüğü, Allah’ın mutlak iradesinin insan iradesini hiçe saydığını savunan cebir görüşünü

129 İbn Rüşd, Faslu’l-makâl (Felsefe ve Din Uyumu), çev. Mevlüt Uyanık ve Aygün Akyol, Ankara:

Elis Yayınları, 2018, s.32.

130 Mehmet Aydın, Din Felsefesi, Ankara: Selçuk Yayınları, 1992, s.111.

131 Bkz. Abdülhamit Sinanoğlu, “Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’a izâfe edilen İrade ve Meşîet Kavramlarına

Yüklenen Geleneksel Anlamlar Hakkında Teolojik Bir Değerlendirme”, KSÜ İlahiyat Fakültesi

desteklemişlerdir ki bu anlayış insana gerçek manada fiil nisbet etmenin bile doğru olmadığını savunmaktadır.132

Tarih sahnesinde ilk kez Hâricîler’in Emevî yöneticilerinin bu cebrî tutumuna karşı durarak sorumluluğu insana yükledikleri belirtilmektedir. Bununla birlikte insanın fiillerinde özgür olduğunu kabul eden Kaderiyye, irade özgürlüğünün teorik olarak ilk savunucusu olmuştur. Daha sonra ortaya çıkan Mu‘tezile, Kaderiyye’nin bu görüşünü devam ettirmekle birlikte bu düşüncesini Allah’ın âdil ve hakîm sıfatlarına isnat ederek, özgür iradeyle seçilmeyip mecburî gerçekleştirilen fiiller nedeniyle insanları sorumlu tutup cezalandırmanın adalete, hikmete ve akla aykırı olduğunu savunmuştur. Sûfîler ise insanın fiillerinde tamamen özgür bir irade sahibi olması düşüncesini reddederek cebir görüşünü benimsemelerinden dolayı Mu‘tezile ile köklü bir fikir ayrılığı içinde olmuşlardır.133

Allah’ın iradesi karşısında insana mecazî anlamda ve zorunlu bir seçim hakkı tanındığını iddia eden Cebriyye ekolü, insanın sorumluluğunu ortadan kaldırarak insana verilmiş olan iradeyi hiçe saymıştır. Cebriyye’ye karşı bir düşünce hareketi olarak irade hürriyeti konusunda insanın kendi fiillerini yarattığını iddia eden Mu‘tezile’ye reddiyede bulunan Ehl-i sünnet’in geniş alanlara yayılmış bir kolu olan Eş‘arî kelamcıları, her ne kadar “kesb” teorisiyle orta yolu bulmaya çalışmış olsalar da bu konuda kaderci bir anlayışı benimsemişlerdir. Benzer şekilde Ehl-i sünnet’in diğer bir kolu olan Mâtürîdîlerin de orta yolu bulma çabalarına rağmen, Mutezilî tutumdan tam anlamıyla uzaklaşamadıkları görülmektedir. İtikadî görüşlerini tefsirlerine yansıtan müfessirler aracılığı ile de bu kaderci anlayış toplum içinde kolayca yayılmıştır. Meşîet konusu daha çok hidâyet ve dalâlet kapsamında tartışılmakta olup, insanın Allah’ın iradesi karşısında özgür bir iradesi olup olmadığı konusu problemin merkezini teşkil etmektedir.134 Bu probleme sunulan çözüm önerileri incelendiğinde Mu‘tezile’nin adalet, va’d ve vaîd ilkeleri doğrultusunda etkin bir insan irâdesini benimseyerek kulun kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu iddia ettiğini, Ehl-i sünnet’in ise her şeye güç

132 Mustafa Çağrıcı ve Hayati Hökelekli, “İrade”, DİA, 22, s. 383; Ahmet Akbulut, “Allah’ın Takdiri

Kulun Tedbiri”, AÜİFD, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 33 (1992): s. 135.

133 Çağrıcı ve Hökelekli, “İrade”, s. 383.

34

yetiren mutlak güç sahibi Allah’ın kudretine vurgu yaparak her şeyin O’nun irade etmesiyle mümkün olduğu görüşünde olduğu görülmektedir.135

Çalışmanın bu bölümünde, meselenin daha iyi kavranabilmesi için meşîet kavramının ve meşîetle ilişkili olan “ilim”, “irade”, “ihtiyar”, “hüküm”, “emir” ve “hikmet” kavramlarının sözlük ve ıstılâhî tanımları verildikten sonra, meşîet kavramına yönelik tartışmaların tarihî arka planına değinilerek Ehl-i sünnet alimlerinin meseleye yaklaşımı, Mu‘tezile’nin görüşleri ile mukayeseli olarak ele alınmıştır.