• Sonuç bulunamadı

2.3. TÜRKİYE’DE YOKSULLUKLA MÜCADELE

2.3.1. Türkiye’de Sosyal Politika Anlayışı

Sosyal politika kavramı, belirli toplumsal ve ekonomik düzen ve koşullar içerisinde sosyal güvenlik sistemlerini, sosyal sigortalara ilişkin karar mekanizmalarını, sosyal devlet niteliklerini belirleyen dönemsel politik ve ideolojik kararları içermektedir (Zırhlı, 2009:18).

Buğra (2008) sosyal politikanın çalışma ilişkileri ve çalışma hayatıyla ilgili düzenlemelerle, sağlık ve emeklilik politikalarıyla ve sosyal yardımlarla ilgili bir alan olduğuna vurgu yaparak, sosyal politikanın kapitalizmle eş zamanlı olarak ortaya çıktığını belirtmektedir (Buğra, 2008:1).

Görüldüğü üzere sosyal politika kavramı, sosyal devlet ve sosyal güvenlik kavramlarını da içeren şemsiye bir kavramdır.

Sosyal politikaya ilişkin uygulamalar sosyal koruma, sosyal devlet, refah toplumu vb. ifadelerle kavramsallaştırılmaktadır. Avrupa ülkelerinde ve Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) tarafından yapılan araştırmalarda sosyal koruma kavramına sıkça rastlanmaktadır. Sosyal koruma, devletin yurttaşları için olanaklı kıldığı sigorta ve diğer faydalar da dahil olmak üzere tüm koruma mekanizmaları olarak tanımlanmaktadır (Şener, 2010:2).

Sosyal devlet kavramı ise, sosyal görev ve sorumluluklar üstlenmiş, halkına insan ve şeref ve haysiyetine yaraşır maddi, medeni ve kültürel ihtiyaçları içeren asgari

refah şartları sağlamayı hedef almış, sosyal güvenlik müesseselerini kurmuş çağdaş bir devlet olarak tanımlanmaktadır.

Türkiye’de sosyal devlet anlayışına dair hükümler Cumhuriyet’in ilanından sonra ilk anayasa olan 1924 Anayasasında yer almıştır. 1924 Anayasasında devletin sosyal görev ve sorumluluklarını belirleyen açık hükümler bulunmamakla birlikte anayasanın 80’inci ve 87’inci maddelerinde eğitim ve öğretimin parasız yapılması konusunda kanuni düzenlemeler yapılmıştır.

1961 Anayasası’nda sosyal devletin dayandığı prensipler teminat altına alınmış ve devletin sosyal hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Anayasanın 41’inci maddesinde sosyal devlet olmanın yükümlülükleri “İktisadi ve sosyal hayat; adalete, tam çalışma esasına ve herkes için insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlanması amacına göre düzenlenir. İktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı demokratik yollarla gerçekleştirmek, bu maksatla milli tasarrufu artırmak, yatırımları toplum yararının gerektirdiği önceliklere yöneltmek ve kalkınma planlarını yapmak devletin ödevidir.” şeklinde açıklanmıştır. Bu hükümler ile 1961 Anayasasında sosyal devletin görevleri belirlenerek bu yolda izlenecek ekonomik, sosyal ve kültürel amaçlı politikaları tespit etmenin bir devlet görevi olduğu ifade edilmektedir.

1982 Anayasasında ise devletin bir hukuk devleti olduğu; kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunun sağlanmasının, kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak şekilde sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engellerin kaldırılmasının, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartların hazırlanmasının devletin temel görevi olduğu belirtilmiştir. Anayasanın üçüncü bölümünde sosyal devlet ilkesi altında devletin sosyal ve ekonomik görev ve sorumluluklarının neler olduğu açıklanmıştır.

Türkiye’nin sosyal bir devlet olduğu anayasalarda açıkça belirtilmiş olup, devletin bu konuda sosyal bir devlet olarak gerekenleri yapacağı Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar bütün anayasalarda genişleyerek yer almıştır (Kantarcı, 2010:76-78).

Sosyal devlet anlayışına paralel olarak gelişen sosyal güvenlik temel anlamıyla, sosyal bir riskle karşılaşan her bireye ve ailesine sosyal koruma sağlanması anlamına

gelmektedir. Ancak sosyal koruma risklerinin belirlenmesi o kadar basit değildir. Ülkenin ekonomik ve siyasal yapısı sosyal güvenlik politikalarının temel belirleyicisidir. Bu bağlamda sosyal güvenlik sistemleri ülkeden ülkeye değişiklik gösterebilir.

Çağdaş kapitalist ülkelerin sosyal güvenlik sistemleri, bireyin yaşamını olumsuz yönde etkileyen tüm riskleri değil, onun ekonomik güvencesini ilk anda sarsabilecek sosyal riskleri kapsamına almıştır. Güvence sağlanan bu riskler fizyolojik (hastalık, sakatlık, yaşlılık, analık), sosyoekonomik (işsizlik) ve mesleksel (iş kazaları ve meslek hastalıkları) nitelikli sosyal risklerdir. Çeşitli ülkelerin sosyal güvenlik sistemleri incelendiğinde, sistemlerin özdeş yönü bireylerin karşılaşacağı belirli sosyal risklere karşı yeniden dağıtım tekniğiyle ekonomik bir güvence sağlamaktır (Zırhlı, 2009:24- 25).

Sosyal güvenlik, ağırlıklı olarak sosyal güvenlik sistemlerinin uygulanmasıyla sağlanır. Sosyal güvenlik kavramının ikinci ayağını ise sosyal yardımlar ve sosyal hizmetler oluşturmaktadır.

Türkiye’de sosyal güvenlik sistemi kentli çalışanları temel alan bir yaklaşımla oluşturulmuştur. Devlet memurları ve çoğunlukla kamu iktisadi teşebbüslerinde olmak üzere büyük işletmelerde çalışan işçiler sosyal güvenlik sistemi içinde yer almıştır. Bu durum uzun yıllar toplumun önemli bir kesiminin özellikle kırsal istihdamın sistem dışında kalmasını beraberinde getirmiştir. 1990’lı yıllarda sosyal güvenlikte dönüşüm gerekliliği ortaya çıkmaya başlamış ve 2000’li yılların başında köklü değişiklikler yaşanmıştır.

Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminin gelişim süreci üçlü bir yapı oluşumunu beraberinde getirmiştir. Memurları kapsayan Emekli Sandığı, işçileri kapsamına alan Sosyal Sigortalar Kurumu ve küçük sanatkarı kapsayan Bağ-Kur bu üçlü yapının bileşenleridir. 2001 yılında gerçekleşen en önemli dönüşümlerden biri ise bu üç kurumun Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) altında birleştirilmesidir. Sosyal güvenlik alanında gerçekleşen bir diğer düzenleme ise nüfusun tümünü sağlık güvencesi altına almayı amaçlayan Genel Sağlık Sigortası (GSS)’dır.

Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminin uzun yıllar aile üzerinden tanımlandığı görülmektedir. İlk kurumsallaşma yıllarında aktif işgücünün çok küçük bir bölümünü kapsaması bunun en önemli göstergelerindendir. Sosyal güvenlik sistemi formel işlerde çalışan kayıt içine alınmış bireyleri temel almakta, şu veya bu nedenle çalışamayan bireyleri ise çalışana bağlı nüfus içinde değerlendirip hizmet vermekte ya da sistem dışında tutmaktadır. Dışarıda tutulanlara ilişkin sistemin dayanaklarından biri bireylerin yaşlılıkta bakımının, hastalıkta sağlık hizmetlerinin aile tarafından karşılanacağı öngörüsüdür. Bu öngörüyle bağlantılı olarak güçlü aile bağları, dayanışma ağları, kırsal nüfusun belirleyici olması, tarımda istihdamın yüksek düzeyde gerçekleşmesi bu sistemin işlemesine olanak tanımaktadır. Ancak ekonomik ve sosyal yapılanmanın değişmesiyle birlikte (kentsel nüfusun büyük ölçüde artması, kırsal istihdamdaki azalış, hizmet sektörünün gelişmesi, kayıt dışı çalışmanın yaygınlaşması, kırdan kente hazırlığı yapılmayan zorunlu göç, ekonominin istihdam yaratma kapasitesindeki sorunlar gibi) salt çalışanları hedef alan sistemin sosyal güvenlik sorunlarını çözemeyeceğini ortaya çıkarmıştır.

Türkiye’de bağımlı nüfusun ve enformel sektörde çalışanların oranının yüksek olması, bunun yanında işgücüne katılım oranının düşüklüğü, bireylerin sosyal güvenlik sisteminin dışında kalmasına dolayısıyla yoksullaşmasına sebep olmaktadır. Öte yandan çeşitli sebeplerle (işten ayrılma veya atılma gibi) sosyal güvenlik sisteminin dışında kalan bireyleri korumaya yönelik politikaların yetersizliği, bu durumdaki bireyleri de yoksulluğa itmektedir. Nihayetinde sosyal güvenlik sistemine dahil olduğu halde yoksul kalma eğilimine giren bireylerin (emekliler gibi) varlığı da söz konusu olabilmektedir. Bu noktalarda sosyal yardımların kullanımı gündeme gelmektedir (Şener, 2010:9-11).