• Sonuç bulunamadı

POLİTİKASINDA YAŞANAN GELİŞMELER ve KÜRESELLEŞME MOBİLİZASYONLARI

Bu başlık altında Türkiye’de farklı dönemlere ait ekonomi politikalarından, büyüme verilerinden ve küreselleşme hareketlerinden bahsedilecektir. Cumhuriyetin ilk yıllarına ait veriler kısıtlı olduğundan ve çalışmanın üçüncü bölümündeki ampirik uygulama, verilerin sınırlılığı nedeniyle 1970-2013 dönemini kapsadığından,1970 öncesi dönem üzerindeki açıklamalar, 1970 sonrasına kıyasla ampirik verilerle desteklenme bakımından daha zayıf kalmıştır. 1980 sonrasında ise küreselleşmenin, tarih boyunca görülmemiş bir şekilde yüksek bir ivme kazanması ve ayrıca teknolojide yaşanan gelişmelerin, bu dönemdeki verilerin ayrıntılı bir şekilde oluşturulmasına önemli katkılar sağlaması, bu çalışmada son 40 yıllık dönemin detaylı grafik ve verilerle desteklenmesine imkan tanımıştır. Bu çerçevede Türkiye ekonomisi, 1923-1949 Dönemi; 1950-1960 Dönemi, 1961-1979 Dönemi, 1980-1993 Dönemi, 1994-2001 Dönemi, 2002-2013 Dönemi olmak üzere farklı dönemler itibariyle ele alınmaya çalışılacaktır.

2.2.1. 1923-1949 Dönemi

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kurtuluş Savaşı’nın ardından Osmanlı’dan kalan miras üzerine kurulmuştur. Bilindiği üzere savaş sonrası sosyal ve ekonomik darboğazlar yaşanmış, savaşın maddi ve manevi kayıplarını silmek için on yılların geçmesi gerekmiştir. Bu sıkıntılı yıllarda cumhuriyeti kuran çekirdek kadro, Osmanlı Devleti’nden kalan ekonomik sistemin birçok reforma ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Bu sebeple de mevcut darboğazların aşılabilmesi için öncelikle Batı tarzı ekonomi ve sanayileşme sistemlerinin ülke içerisinde kurulmasına öncelik verdi (Şahin, 2014:23).

53

Dolayısıyla devletin ilk yılları hakkında ihtiyaç duyulan reformların hayata geçirilmesi için çeşitli plânların yapılıp uygulanmaya çalışıldığı söylenebilir.

1923–1949 Dönemi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Osmanlı Devleti’nden kalan ekonomik yapıyı, uygulanan reformlarla Batı Dünyası’na entegre etmeye çalıştığı bir dönem olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda öncelikle devletin kurulduğu ilk yıllarda, yerli bir müteşebbis sınıfı oluşturulmaya çalışıldı. Ortaya çıkarılan bu zümrenin, liberal ekonomik sistemin motoru olan girişimcilik fonksiyonunu milli çıkarlar bağlamında yerine getirmesi umuluyordu. Zaten devletin kurucu çekirdek kadrosu da, 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’nde, “milli iktisat” kavramına vurgu yaparak bu niyetini açıkça ilan etmişti. 1929 krizine kadarki dönemde, bu plânların, uygulanan ekonomik hamlelere etkileri de bunu destekler niteliktedir. Örnek vermek gerekirse; özel sektörün gelişmesi için kurulmuş olan İş Bankası, bu amaç çevresinde hayata geçirilmiş bir kurumdur (Pamuk, 2015:180 -182).

1929 kriziyle birlikte, liberal ekonomik sistem sorgulanmaya başlandı. Dünyada bu dönemde krizden kurtuluşun reçetesi olarak görülen devletçilik akımına, Türkiye de katılmak durumunda kaldı. Bu bağlamda birinci ve ikinci kalkınma plânları oluşturuldu. Beşer yıllık süreleri kapsayan bu planlar, ekonominin ağırlıklı olarak devlet müdahalesiyle idare edilmesi esasına dayanıyordu. Bu bağlamda devlet eliyle gerçekleştirilecek sanayileşme planının, SSCB dışındaki ilk plânlı sanayileşme denemesi olduğu söylenebilir. Ancak uygulama aşamalarında dünya konjonktüründe yaşanan olumsuz olaylar sebebiyle bir takım problemlerle karşılaşıldı. Birinci plân uygulanmakla birlikte; ikinci plân, İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle tam olarak hayata geçirilemedi. Ancak 1930’dan 1939’a kadarki dönem incelendiğinde, GSMH’nin, bu dönemde üç kat arttığı görülür. Ayrıca kamu harcamalarındaki artış ise yaklaşık olarak dört kattır (Kayra, 2015a:261; Bahadır, 2003:96). Dolayısıyla bu dönemi, yeni kurulan Türkiye Devleti için bir ilk büyüme dönemi olarak da tanımlayabiliriz.

Bu ilk büyüme denemesinden sonra İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte ekonomi, yeni bir darboğazın içerisine sürüklenmiştir. Türkiye, savaşa katılmamış olsa da güvenlik sorunu nedeniyle askeri harcamalar arttırılmış ve ordu genişletilmiştir. Yetişkin erkeklerin askere alınarak işgücünün içerisinden çekilmesi,

54

üretimde önemli kayıplara neden olurken, vergilerin arttırılması zaten az olan üretimin daha da küçük bir kısmının toplumun elinde kalmasına sebep olmuştur. Ayrıca Türkiye’nin çeşitli ülkelerden sağladığı bazı girdi ve yatırım mallarının ithalatı, bu ülkelerin dış ticaretlerini savaş nedeniyle kısıtlamaları üzerine durmuştur. Bu da doğal olarak birçok malın üretilememesi anlamına gelmekteydi. Dolayısıyla devlet, öncelikli görevi olarak toplumun hayat standartlarını ekonomik açıdan asgari seviyede tutabilmek için, planlanan birçok projeyi bu dönemde askıya almak durumunda kalmıştır (Pamuk, 2015:199-200).

Savaşın bitmesiyle birlikte 1946 yılından itibaren hazırlanan çeşitli planlarla ekonomik reformlara devam edilmiştir. Bu bağlamda ilk olarak 1946 yılında, birinci ve ikinci beş yıllık sanayi planlarının bir devamı niteliğinde “İvedili Sanayi Planı” hazırlanmış ve sanayileşme sürecine devlet öncülüğünde kalındığı yerden devam edilmek istenmiştir. Bunu 1947 yılında “Vaner Planı” olarak da adlandırılan “Türkiye İktisadi Kalkınma Planı” izlemiştir. Bu plan ekonomik kalkınmanın dış borçlarla finansmanı, devletin ekonomideki müdahalelerinin azaltılması, özel girişimciliğe özendirilmesi gibi liberal iktisadi politikaların ağırlık kazandığı bir plandır. Ayrıca “Truman Doktrini”yle ABD’nin SSCB karşıtı anti-komünist propagandası bağlamında Türkiye’ye ve bazı devletlere askeri ve ekonomik yardımlar yapılmıştır. Yine koordinatörlüğünü ABD’nin yaptığı “Marshall Planı” kapsamında 1948 yılından başlamak üzere dört yıl süreyle ekonomik yardım sağlanmıştır. Ayrıca Türkiye’nin IMF’ye ve Dünya Bankası’na üyeliği de bu döneme ait önemli olaylardandır (Çoban, 2015:72-76). Bu hareketlilikten, politik küreselleşmenin hız kazanmaya başladığı sonucu çıkarılabilir. Çünkü dış kaynaklı yardımlar her ne kadar ekonomik yönlü gibi gözükse de, asıl amacın SSCB’nin dış politik alanını daraltma olduğu söylenebilir. Dolayısıyla Türkiye, bu yardımları kabul etmekle aslında uluslararası politik arenada bir seçim yapmakta ve siyasal çerçevesinin liberal demokrasiden yana olduğunun altını çizmektedir.

55

Grafik 2.1: Türkiye’de 1987 Sabit Fiyatlarıyla Kişi Başına GSYİH (1923-1950)

Kaynak: TUİK verileri kullanılarak tarafımızdan oluşturulmuş grafiktir

(www.tuik.gov.tr, 2016).

Batı dünyasıyla ekonomik ve politik alandaki tüm bu yakınlaşma çabaları ekonomik performans üzerinde olumlu etkiler meydana getirmiştir. Yukarıda Grafik- 2.1’de 1987 sabit fiyatlarıyla kişi başına GSYİH gösterilmektedir. Dikkat edilecek olursa veriler, 1923’ten 1947 yılına kadar genel olarak bir artış seyri içerisinde dalgalanmakla birlikte birbirlerine yakın değerlerde kalmıştır. Ancak 1948 ve sonrasında ise rakamların yüksek seviyelere tırmandığı görülmektedir. Ortaya çıkan yükseliş, Truman ve Marshall doktrinleri ile dışa açık diğer liberal planlar bağlamında değerlendirecek olursa, bu olumlu etki, dışa açıklığa ve dış yardımlara dayandırılabilir. Bir başka deyişle bu dönemde özellikle 1948-1950 yıllarında geliştirilen dış ekonomik ve politik ilişkilerin, büyüme üzerinde olumlu bir etki meydana getirdiği söylenebilir.

Grafik-2.2’de ise 1923-1949 Dönemi dış ticaret hacmi gösterilmektedir. Anlaşıldığı üzere dış ticaret hacmi 1923’ten 1949 yılına doğru artan bir seyir izlemiştir. Büyük bir ekonomik buhranın yaşandığı 1929 yılından krizinden itibaren bir düşüş yaşansa da sonrasında yeniden toparlanma süreci başlamıştır. Dikkat edileceği üzere İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1939 yılıyla birlikte ikinci bir kırılma daha olmuştur. Bunu daha önce açıklandığı üzere çoğunluğu Avrupa ülkesi olan, Türkiye’nin dış ticarette bulunduğu ülkelerin, savaşın başlamasıyla birlikte ihracatlarını durdurmasıyla açıklamıştık. Zaten görüldüğü üzere ithalat, ihracattan daha fazla değer kaybetmiştir.

200 400 600 800 1 000 1 200 1 400 1 600 1 800 2 000 1923 1924 1925 1926 1927 1928 1929 1930 1931 1932 1933 1934 1935 1936 1937 1938 1939 1940 1941 1942 1943 1944 1945 1946 1947 1948 1949 1950 1987 Sabit Fiyatlarıyla Kişi Başına GSYİH (TL) (1923-1950)

56

Grafik 2.2: Türkiye’de Dış Ticaret Hacmi (bin $) (1923-1949)

Kaynak: TUİK verileri kullanılarak tarafımızdan oluşturulmuş grafiktir

(www.tuik.gov.tr, 2016).

Tüm bunlara ek olarak Türkiye’de dış ticaret üzerinde farklı olayların da etkisi olmuştur. Bilindiği üzere 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması nedeniyle, 1929 yılına kadarki dönemde, bağımsız bir gümrük tarifesine sahip olunamamıştır. Doğal olarak bu da ithalatın sınırlandırılmasını imkânsız hale getirerek sürekli yüksek seviyelerde seyreden ithalat nedeniyle dış ticaret açık vermiştir. Daha sonra ise 1930 yılında çıkarılan “Türk Parasının Değerini Koruma Kanunu”yla birlikte, döviz işlemleri üzerinde sıkı bir kontrol mekanizması işletilmiştir. Ayrıca ithalata kota getirilmiş ve dış ticarette takas, kliring vb. uygulamalar benimsenmiştir. Alınan tüm bu önlemlerle birlikte 1940 yılında 33 milyon dolar seviyesindeki dış ticaret hacmi, 1946 yılına gelindiğinde 96 milyon dolara ulaşmıştır. Savaşa rağmen sağlanan bu başarı, savaşın uzun sürmesi ile bir takım istikrar önlemlerinin de alınmasını gerekli kılmıştır. Bu önlemler kapsamında 1946 yılında devalüasyona gidilmiş ve ayrıca ithalatta “miktar ve kontenjan tespiti” uygulaması kaldırılmıştır. 1947 yılında başlayan ve 1950’li yıllarda da devam eden süreçte ise dış ticarette liberalleşme mobilizasyonları önem kazanmış ve ihracatta tarım ürünlerine ağırlık veren dışa açık büyüme modeli uygulanmaya çalışılmıştır (Eren, 2015:211). Aslında Türkiye’de tarımla birlikte, hafif sanayi hamlelerine gidilmesi plânlanmıştı. Ancak Batılı Devletler, Türkiye için Karşılaştırmalı

0 100 000 200 000 300 000 400 000 500 000 600 000 1923 1925 1927 1929 1931 1933 1935 1937 1939 1941 1943 1945 1947 1949 B in D o lar ( $)

57

Üstünlükler Teorisi bağlamında tarıma dayalı bir büyüme modeli öngördüklerinden, Türkiye’de tarıma dayalı bir dış ticaret politikası modeli benimsenmiştir. Dış ticaret politikasındaki tüm bu gelişmeler, Cumhuriyet’in erken dönemlerindeki ekonomik küreselleşme hareketleri olarak gösterilebilir. Yine bu dönemde 1948 yılında başlayan ve 1952 yılına kadar devam eden süreçte, toplam harcama miktarındaki en büyük payı %44 ile “ulaştırma-haberleşme” sektörünün alması (Çoban, 2015:74), bu dönemdeki sosyal küreselleşme çabalarının erken dönem etkileri olarak da değerlendirilebilir.

2.2.2. 1950-1960 Dönemi

“Demokrat Parti Dönemi (DP)” olarak da adlandırabileceğimiz dönemde, 1950 Mayıs’ında iktidara gelen Demokrat Parti, genel olarak liberal ekonomi vurgusu yaparak devletin ekonomiye müdahalesini ciddi biçimde eleştiriyordu. Bu bağlamda ilk olarak uygulanan liberalleşme hamlelerinden biri, ithalatın %60 – % 65 seviyesinde serbestleştirilmesi ve fiyat kontrollerinin kaldırılması yönünde oldu. Ayrıca devletin ekonomiye müdahalesinin azaltılması amacı doğrultusunda özel kesimin gelişmesi için kredi faizleri düşürülerek girişimcilere destek olunmaya çalışıldı (Şahin, 2014:93).

Demokrat Parti Hükümeti’nin liberal politikalar gütmesinde, dünya konjonktüründeki genel durumun etkili olduğu söylenebilir. Bilindiği üzere 1950–1960 döneminde ABD ve SSCB’nin başı çektiği iki kutuplu bir dünya bulunmaktaydı. Bu iki ülke sadece askeri güç açısından değil ekonomik boyutta da diğer dünya devletleriyle kıyaslanamayacak potansiyellere sahipti. Sadece Japonya ve Avrupa bu iki kutuplu dünyada istisnai bir durum teşkil ederek yavaş yavaş yükselmeye başlayan devletler olarak görülmekteydi. Dünyaya ait bu genel çerçeve içerisinde ulusal çapta hizmet veren firmalar, hızla uluslararası şirketler haline dönüşerek, emek ve sermayenin uluslararası dolaşımını hızlandırıyorlardı. Ayrıca işçi hareketleri de önemli bir yükseliş seyri içerisindeydi (Kafaoğlu, 2004:114). Dolayısıyla çok-uluslu şirketlerin elde ettikleri ekonomik performans, menşei oldukları ülkenin dış ekonomideki başarısı olarak görülmekteydi. Bu bağlamda uluslararası ekonomik hareketliliğin temel motoru olan çok-uluslu şirketlerin, liberalleşme hareketlerine hız verdiği varsayılabilir. Doğal olarak bu durum da ülkelerin liberalleşerek, liberalleşmenin sağladığı nimetlerinden yararlanmak istemelerine neden oluyordu.

58

Türkiye de ekonomik yapısını kapitalist batı dünyası bağlamında şekillendirdiğinden, bu yıllarda dünya ekonomisinde trend haline gelmiş olan liberalizasyon akımlarından istifade yolunu aramaya başladı. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uygulanmaya çalışılan liberalleşme hamlelerinden sonra 1953 yılına gelindiğinde dış ticaretin açık vermesi üzerine ithalat kontrolü yapılmaya başlandı. 1954 yılında ise miktar ve kota kısıtları uygulaması yeniden devreye sokuldu (Karluk, 2014:645). Demokrat Parti Hükümeti’nin bu önlemleri almasında, yaklaşık dört yıldır yapılan yatırımlardan beklenen sonucun alınmamasının ve enflasyonun yükselmesinin de etkili olduğu söylenebilir. Hatta devletin içinde bulunduğu ekonomik durum o kadar zorlaşmıştı ki, 1954 yılında memur maaşlarının dahi ödenmesi dahi güçleşmişti. Ayrıca biriken dış borçlar da ekonomi üzerinde ciddi bir baskı oluşturmaya başlamıştı. Bunun üzerine 1958 yılında IMF ve Dünya Bankası’na başvurularak, bu kurumlarca yönetilen ekonomi programları uygulanmaya çalışıldı. Yine bu doğrultuda %69 oranında devalüasyona gidildi (Kayra, 2014:123; Eren, 2015:211).

Döneme ait açıklanan durumların bir kısmı, Grafik-2.3’te 1950–1960 dönemi dış ticaret verileri yardımıyla da açıkça gözlenebilmektedir. Grafikte, daha önce de belirtildiği üzere 1950 yılında uygulamaya konulan liberalleşme planlarıyla birlikte, ithalatta önemli artışların olduğu görülmektedir. İthalattaki bu artış 1952 yılına kadar yüksek seviyelerde seyretmiştir. Ancak dış ticaretteki açıkların kapatılamaması üzerine 1952 yılından itibaren ithalatı kısıtlayıcı önlemlerin getirilmesiyle ithalat da gerileme sürecine girmiştir. Dikkat edilirse gerileme 1958 yılına kadar sürmektedir. Çünkü 1953 yılından sonra üzerinde fazla durulmamış olan kambiyo kuru nedeniyle ihracatın gerilemesi, dışa bağımlılığın artması, döviz kaçakçılığının önüne geçilememesi gibi sorunların aşılması için ancak 1958 yılında devalüasyona gidilebilmiştir. Doğal olarak devalüasyonla birlikte de ihracat ve ithalat artmaya başlamıştır.

59

Grafik 2.3: Türkiye’de Yıllara Göre Dış Ticaret (1950-1960)

Kaynak: TUİK verileri kullanılarak tarafımızdan oluşturulmuş grafiktir

(www.tuik.gov.tr, 2016).

Dış ticaret verileri yanında büyüme rakamları da konuya ışık tutması açısından önem taşımaktadır. Bu bağlamda Tablo-2.1’de 1950–1960 Dönemi kişi başına GSYİH rakamları ve bu yıllara ait yüzdelik büyüme oranları gösterilmektedir. Dikkat edilirse 1950–1953 Dönemi’nde büyüme rakamları yüksek bir seyir izlerken, 1954 yılında –5,5 gibi negatif bir değer almış ve 1956’dan 1960’a kadar ise düşük seviyelerde dalgalanmıştır. İlk etaptaki yüksek seyirde, dış ekonomi politikasındaki liberalleşme rüzgârının payı olduğu söylenebilir. 1954 yılındaki negatif büyüme değerlerinde ise, daha önce açıklandığı üzere, ithalatın ihracattan fazla olması ve dış ticaret açıklarının kapatılamaması gibi durumların etkili olduğu ileri sürülebilir. Ancak 1950 yılında 1855 dolar olan kişi başına GSYİH, 1960 yılına gelindiğinde 2595 dolar seviyesine taşındığından, bu dönemde genel bir ekonomik büyümeden söz edilebilir.

0 100 000 200 000 300 000 400 000 500 000 600 000 1950 1951 1952 1953 1954 1955 1956 1957 1958 1959 1960 B in d o lar ($) ihracat ithalat

60

Tablo 2.1: Türkiye’de Sabit (1987) Fiyatlarla Kişi Başına GSYİH (TL)

Yıllar 1950 1951 1952 1953 1954 1955 1956 1957 1958 1959 1960 kişi b. GSYİH 1855 2039 2220 2402 2269 2385 2404 2511 2552 2595 2595 % büyüme 7,1 9,9 8,9 8,2 -5,5 5,1 0,8 4,5 1,6 1,7 0,0 Kaynak: (www.tuik.gov.tr) *

*Tuik verileri kullanılarak tarafımızdan türetilmiş tablodur.

Dönem, küreselleşme açısından değerlendirildiğinde Demokrat Parti Hükümeti’nin ilk dönem liberalleşme politikalarıyla birlikte ekonomik küreselleşmenin hız kazandığı söylenebilir. Ancak Grafik-2.3’te görüldüğü üzere, liberal politikaların uygulanmaya devam ettiği 1952 yılında ihracat ve ithalatta yakalanan olumlu değerlere, 1960 yılına kadar devam eden süreç boyunca yeniden ulaşılamadığı görülmektedir. Ayrıca 1952 yılındaki ithalat seviyesinin, ihracata göre daha yüksek seviyelerde bulunması, dönemin liberalleşme politikaları bağlamında değerlendirildiğinde; dış açıkların kapatılamaması nedeniyle ekonomik küreselleşmenin, ekonomik büyümeyi olumsuz yönde etkilediği sonucuna da ulaşılabilir.

Bu dönemde gerçekleşen sosyal küreselleşme haretketleri hakkında çok fazla ampirik veri bulunmayışı nedeniyle, ampirik verilere detaylı yorumlarda bulunmak pek mümkün gözükmemektedir. Ancak 1948 yılından 1952 yılına kadarki süreçte, toplam harcama içerisindeki en büyük payı %44 ile “haberleşme-ulaşım” sektörünün alması ve 1950-1960 döneminde kentleşme ve okur-yazar oranının %30 oranında artması (Kayra, 2014:116) gibi sebeplerle dönemin, sosyal küreselleşme açısından olumlu gelişmelere sahne olduğu varsayılabilir.

Politik küreselleşme açısından da döneme ait bazı önemli gelişmelerden bahsedilebilir. İlk olarak bu bağlamda Türkiye’nin NATO üyesi olması belki de en önemli politik küreselleşme hamlesidir. Bu büsbütün siyasi ve askeri bir durum gibi gözükse de; Batı menşeli ekonomik yardımların alınmasıyla, savunma harcamalarının bütçe üzerindeki yükü hafiflemiştir (Kayra, 2014:36).

61 2.2.3. 1961-1979 Dönemi

Bu dönem, ithalat yerine ithal ikamecilikle sanayileşmenin esas alındığı ve ekonominin seyrinde kalkınma planlarının etkili olduğu bir süreç olarak karşımıza çıkar. Beşer yıllık üç ayrı kalkınma planını içeren dönemde, 1950’li yılların sonunda ortaya çıkmaya başlamış olan ekonomik ve politik sorunların çözümüne yönelik tedbirler dikkati çekmektedir. Ancak her türlü önleme karşın dönem, yine bir başka ekonomik ve politik bunalımla son bulur (Kepenek, 2012:137).

Bu dönemde Türkiye’de uygulanan ekonomi politikalarının, dünya konjonktüründen önemli ölçüde etkilendiğini söyleyebiliriz. Bilindiği üzere bu yıllarda dünya genelinde “karma ekonomik sistem” hakimdi. Hatta ABD gibi ileri derecede kapitalist bir devlet bile karma ekonomik sistemi esas alan politikalarla ekonomisini yönlendirmekteydi. Bu yıllarda ülke ekonomilerinin başarısı daha çok büyüme rakamları, sanayileşme düzeyi ve gelir dağılımındaki adaletle ölçülmekteydi. Ayrıca uluslararası arenada önemli bazı olaylar meydana gelmekteydi. Bu bağlamda ticari ve finansal açıdan uluslararası hareketlilik artmış; Gelişmekte olan ülkeler, Birleşmiş Milletler’deki etkinliklerini artırmışlar; Vietnam’da Fransız ve ABD güçleri savaş pozisyonu almışlar; SSCB ise soğuk savaş politikaları paralelinde azgelişmiş ülkelerde etkinliğini artırmak için bir takım çarelere başvurarak mevcut gerilimi daha da artırmaktaydı. Böylesine karmaşık bir dönemde, 1960 yılında gerçekleşen darbeyle Demokrat Parti Hükümeti’ni devirerek yerine geçen askeri vesayet geçmişte bir dönem uygulanmış olan planlı ekonomi politikalarını Türkiye’de yeniden uygulamaya koyuldu. Çünkü bu dönemde, serbest piyasa ekonomisiyle küresel pazara entegrasyon pek mümkün gözükmemekteydi. Askeri vesayet de bu bağlamda anayasadaki düzenlemeleri gerçekleştirdikten sonra yeniden demokratik sisteme geçilmesini sağladı. Seçimler sonucunda iktidara gelen Adalet Partisi, öncelikli olarak uygulanması düşünülen ilk kalkınma planını devreye soktu (Kazgan, 2013a:78). 1961-1979 Dönemi’nde üç ayrı kalkınma planı devreye sokulmuştur: Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1963-1967), İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1968-1972) ve Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1973-1977).

Kalkınma planları, mevcut ekonomik yapıda olduğu kadar dış ticaret politikalarında da önemli değişiklikleri öngörüyordu. Bu bağlamda Birinci Beş Yıllık

62

Kalkınma Planı, ithal ikamecilik sebebiyle sağlanan imkânlardan tüm endüstri dallarının faydalanmasına yönelik olarak uygulanması mantığına dayanıyordu. İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı ise kuruluşlarındaki eksiklikler tamamlanıncaya kadar yeni endüstrilerin, ithalat kotaları ve gümrük politikaları ile korunmasını temel alıyordu. 1972 yılına gelindiğinde iki plandan da istenilen sonuçlar alınamadığı gözlemlendi. Teoride öngörülenlerle pratikte yaşananlar birbirlerinden çok farklıydı. Planlamada, malların yerli üretimi arttıkça aynı ürünlerin ithal edilenlerinin tespit edilmesi; yerli üretimin iç talebi karşılamasıyla birlikte de türdeş ürünlerin ithalatının yasaklanması kararlaştırılmıştı. Ancak ithal ikamesinin yüksek seviyelerde seyretmesi ihracatı düşürmüş ve 1970 yılına kadar da ihracatta kayda değer bir gelişme yaşanmamıştır. Bu çıkmazdan kurtulmak için hükümet, 1970 yılında ek bir istikrar paketini devreye sokarak %40 oranında da devalüasyona gitmiştir. Alınan bu önlemlerle birlikte 1973 yılına dek ihracat gelirlerinde ve işçi dövizi girişlerinde önemli artışlar yaşanmıştır. 1973 yılında ise Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı devreye sokulmuştur. Bu planla dış piyasalarda rekabet gücü elde etmesi beklenen endüstriler çeşitli teşviklerle geliştirilmeye çalışılacak ve ayrıca dış ticaretle ilgili kısıtlamalar kademeli olarak kaldırılacaktı. Ancak ithalatta önemli gelişmeler olmasına karşın ihracat düşük seviyelerde bir seyir izlemeye devam etti. Bu kötü performansla birlikte de 1977 yılına gelindiğinde doğal olarak dış ticaret açığı yüksek seviyelere çıktı. Bunun en önemli sebebi korumacılık prensibinin ithalatı engellemesi gerekirken daha çok ihracatı zorlaştıran bir yapıya bürünmesiydi. Ayrıca ithalata dayalı sanayi, ithalata bağımlılığı da beraberinde getirmiş ve işgücü yoğun teknoloji kullanımını engelleyerek işsizliğe zemin hazırlamıştı. Buna ek olarak aşırı enflasyonun görülmesi ve paranın, dış piyasalarda değer kaybetmesine karşın devalüasyona gidilmemesi gibi nedenlerle 1979 yılına gelindiğinde Türkiye’nin dış ticarette dünyanın kapalı ekonomilerinden birine dönüştüğü söylenebilir (Eren, 2015:212; İyibozkurt, 1990:149). Buraya kadar anlatılan hususlar, döneme ait dış ticaret verilerinin bulunduğu Grafik-2.4’te açık bir şekilde gözlemlenmektedir.

63

Grafik 2.4: Türkiye’de Yıllara Göre Dış Ticaret (1961-1979)

Kaynak: TUİK verileri kullanılarak tarafımızdan oluşturulmuş grafiktir

(www.tuik.gov.tr, 2016).

Tablo-2.2’de 1961-1979 Dönemi’nde 2005 fiyatlarıyla dolar bazında GSYİH rakamları verilmektedir. Grafik-2.5’te ise 1961-1979 dönemine ait kişi başına düşen GSYİH yüzdelik büyüme oranları gösterilmektedir. 1961 yılındaki ve 1978-1979 yıllarındaki krizin oluşturduğu negatif hareketlerin haricinde, ekonomide genel olarak büyüme eğilimi gözlemlenmektedir. Bu bağlamda Tablo-2.2’de görüleceği üzere, 1961 yılında 2315 dolar olan kişi başına GSYİH, 1977 yılında 4025 dolar olarak yaklaşık 1,7 kat artmıştır. Ancak daha sonra petrol krizi sebebiyle Türkiye’de döviz ihtiyacı giderek artmış ve dış borçların ödenememesiyle de 1977 sonrasında büyüme rakamlarında hızlı düşüşler başlamıştır. Ayrıca Şimşek (2001:85)’in belirttiği üzere 1974 yılında

Benzer Belgeler