• Sonuç bulunamadı

Türk Toplum Yapısı Tarihsel Süreci İçinde Konut Olgusu

1.2. Konut Olgusu

1.2.3. Türk Toplum Yapısı Tarihsel Süreci İçinde Konut Olgusu

Konut, pragmatik bir yarar nesnesi olmaktan çok kültürel bir anlam birimi olarak görülmelidir. Bir konutun pragmatik yararı, kullanımıdır. Kullanım bir etkinliği ortaya koymada yaralanılan nesne, yol ve yöntemlerdir. Konutun anlamı ise kültürlerin her türlü dinsel inanışlarının, değer yapılarının bir aynasıdır denilebilir. Örneğin, İslami inanışta konut, cami ve kent birbirlerine paralel, benzer yapıdadır. Erken İslami dönemde cami ve evlerin sadeliği, Allah’ın güç ve zenginliği karşısında kulun her zaman fakir olduğunun ifadesidir. Mobilyayla yığılmamış geleneksel Müslüman evinin iç mekânı, caminin iç mekânı gibi, sadeliğe, acizliğe işaret eder.

Sonraki İslami dönemlerde rengârenk halılarla süslenen cami ve ev zeminleri doğanın güzelliğini, çoğulluğunu, bereketi, bolluğu ve en sonunda cenneti simgelemektedir(Gür, 2000; 62, 63).

Türk toplum yapısı içinde ise, tarihsel olarak, çadır geleneği en bilinen konut türlerindendir. Yerleşik düzene geçtikten sonra dahi, çadır geleneği konut kültürüne yansımıştır. Evin girişinde, iki-üç yanı açık, basamakla çıkılan ve “örtme” olarak anılan açık odalar, çadır geleneğinin bir uzantısıdır. Ayrıca geleneksel Türk evlerinde odaların doğrudan avluya açılması, çadır sistemini anımsatmaktadır (Bayraktar, 2006;30).

Türk mimarisinin temel malzemesi kesme taştır. Özellikle Selçuklularda kesme taşın temel yapı taşları olarak, tuğla, mozaik, çini gibi süsleme malzemeleri kullanılmıştır (Bayraktar, 2006;31).

İslami değerleri benimsemiş, Osmanlı toplum yapısı, Türk toplum yapısının en uzun dönemini kapsaması nedeniyle ayrıca önem arz etmektedir. Osmanlı zamanında ev mimarisi ve adetler coğrafyanın sınırlamalarına tabi olmamıştır. Evler coğrafya ve mimari açısından eski bir medeniyetin Akdeniz tarzının özgün ürünleridir. Ahşap veya kârgir olan evlerin mimari üslubu farklı olsa da işlevleri ve mekânın kullanımı aynıdır. Harem-selamlık ayırımı her din ve her bölge için geçerlidir. Halk tipi ince duvarlı ahşap evlerde, karı-koca alçak sesle konuşur, aksi takdirde mahallelinin konuşulanlara ortak olması söz konusudur(Ortaylı, 2007; 105).

Ailelerin ikamet birimi olan odalar (haneler) birbirine bitişiktir. Birbirine art arda ilave edilmiş bu haneler birbirinden ayrı olarak, çok mahrem mekânlardır; her biri, sofa, hayat veya sergi denilen bir koridora veya ortak kullanılan bir odaya açılmaktadır. Sokağın, mahallenin bütün hanelerinde oturanların kamusal alanı olması gibi, bu koridor ve ortak odalar da bir hanenin bütün sakinlerinin kullandığı kamusal bir alandır(Duben, 2006; 113).

Tanzimat dönemine gelindiğinde, bu dönemin en çarpıcı değişikliği konak ve içindeki mobilya, döşeme olmuştur. Yeni mimari ve bahçe tanziminde sanıldığının aksine sırf Fransa ve Barok Avusturya değil; İran bahçeleri, İran resmi de etkili olmuştur.

Bu dönemde bir ailenin oturduğu ev mali vaziyetine göre düzenlenmektedir. Mimari ise, coğrafyaya göre farklılık göstermiştir. Genelde evlerde akarsu bulunmadığından mahalle hamamına çıkılırdı; hamam Türk hayatında özgün bir yeri olan alandır. Özellikle kadın hamamları kamusal bir platformdur(Ortaylı, 2007; 106). Osmanlı’nın son dönemlerinde konak veya saraya gösterişçi tüketim ekonomisinin girdiği görülmektedir. Özellikle kürk, mücevherat düşkünlüğü gibi hallerle toplumun benimseyeceği bir statü tercihi olmuştur. Böylelikle Batılılaşma, özel anlamda da modernleşme gayretleri sonucunda sosyo-kültürel, ekonomik, siyasal vb. alanda değişimler yaşanmış olmaktadır(Türkdoğan, 2008; 436).

Fakat avam halkın konaklarda dahi yaşamı, mütevazıdır; halk, küçük konakların yapımında mahalli malzeme kullanmış, dışarıdan işçi getirtilmekten mümkün mertebe kaçınmıştır.

Osmanlı toplum yapısında konut içinde, insanların günün yarısını mutfakta geçirdiği ve günün önemli olayının sofra olduğu belirgin bir biçimde kendini

göstermektedir. Bununla birlikte geleneksel aile sofrada fazla vakit geçirmez, hatta yemek esnasında konuşmaz. Sohbet yemekten sonra büyükler arasında çay kahve ile yapılmaktadır(Ortaylı, 2007; 115).

Türk toplum yapısında mekân ve konut bağlamında yaygın tavırlardan biri de, meydan, avlu veya sokak dizgesi oluşturma kaygısı taşımaksızın yerden bitiveren konut bölgeleridir. Batının cetvelle çizilmiş düzenli ve planlı konut ve kent yapısına karşılık Türk tipi konut ve mekân algısı daha özgürlükçü bir eylem alanına işaret etmektedir. Ancak bu durum yakın tarihlerde aşılmaya çalışılmaktadır(Gür, 2000; 35).

Tüm dünyada büyük değişimlerin yaşandığı 18.-20. yy.larda Türk toplum yapısı da, önceki dönemlere hiç benzemeyen farklı gelişmelere sahne olmuştur. Modernleşme sürecinin temel özellikleri olan “sürekli değişim” ve “geleneklerden kopuş”, Türk toplum yapısı içinde de kendini göstermiştir.

Böylelikle Türk konutu da değişim olgusundan payını almıştır: Türkiye’de modernleşme çabaları en ideal “örnek ” olarak güdümlü bir biçimde Batı’ya yönelmiş, Batılı yaşam biçimi bütün simge ve göstergeleriyle topluma aktarılmıştır. Başkentteki üst düzey bürokratların çoğunun İstanbul’dan gelmiş, Batı eğitimi almış kişilerden olması konut iç mekân örgütlenmesindeki değişimlerin en erken başkentte yaşanmasına neden olmuştur(Gür, 2000; 88, 89).

Batıda 15. yy.da temelleri atılan, 19. yy.da hızlı kentleşmenin etkisiyle çözüm yolu olarak ortaya çıkan toplu konut olgusu da bu dönemin gelişmelerinden biridir. Türk toplum yapısı içinde ilk örneği İstanbul’daki İngiliz azınlık için yapılmış olan Akaretler (1887) ve sonra Laleli’de Mimar Kemalettin’in Tayyare Apartmanlarıdır (1922). Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’da yine Mimar Kemalettin tarafından yapılan Vakıf Evleri (1927), Vakıf Apartmanı (1928–30), Batının etkisiyle “koridor” kavramına yönelen Işıklar, Hisarpark ve Anafartalar Caddelerinde kira evleridir. Işıklar caddesinde A.H. Koyunoğlu tarafından tasarlanan bir kira evi (1931) yaşama geçirilmiştir. Levantenler tarafından ise İstanbul’da Pera ve Galata Apartmanları inşa edilmiş ve apartman fikri daha sonra Müslüman Türk kesim tarafından da uygulama bulmuştur. Fakat bu dönemlerdeki ilk toplu konut örnekleri esnafa, küçük tüccara ve bürokratlara yönelik üretilen konut komplekslerini kapsamaktadır.

Modernleşme sürecinin kentinde dikkat çekici oluşumlardan bir diğeri ise, kenti kent olarak tanımamızı sağlayan caddeler ve bulvarlar olmuştur(Korat, 1997; 45). Türkiye’de 1920’lerden başlayarak hemen hemen bütün kent ve kasabalarda bir ”Cumhuriyet Meydanı”, “Hükümet Konağı” veya “Atatürk Bulvarı” oluşturulması kent tasarımı ile ideoloji arasındaki koşutluğa ilginç bir örnektir. “Cumhuriyet Meydanı” o dönem için merkezi devlet örgütünün bütün insanlardaki etkisinin standardize eden ve devlet algısını formatlayan bir mantığı işaret etmektedir(Korat, 1997; 101, 102).

Cumhuriyet dönemindeki gelişmeleri kısaca özetlemek gerekirse, 1923–30 döneminde konut sorunu, Ankara’nın başkent olmasıyla en fazla Ankara’da duyumsanmıştır. Bu dönemin konut politikası memur konutlarına yönelmiştir. Bu gereksinmenin karşılanması için ilk öngörülen hedefler arasında konut dokusunun alt yapısının kurulması, bunları gerçekleştirecek yönetim, finansman vb. sorunları çözecek örgütsel yapının oluşturulması sayılabilir (Gür, 2000: 115).

Aynı dönemi izleyen bu süreçte, Türkiye modernleşme çabaları sonucunda yeni konut bölgelerinde tasarlanan konutlarda geleneksel sofaların yerini yavaş yavaş koridorlar almaya, odaların işlevleri Batı’nın etkisiyle belirtik hale gelmeye başlamış, ıslak mekânlar bir araya toparlanarak koridorlar boyunca dizilmiştir. Cumhuriyet’in ilk yirmi yılında bahçeli evlerin varlığı hala belli oranlarda ifade edilirken, 50’li yıllardan sonra bitişik nizam apartmanlar baskın bir hale gelmeye başlamıştır.

1945 ve 80 yılları arasında kırsal alanlardan kentlere büyük bir göç başlamış ve apartman konutlar tüm ülkede yaygınlaşmıştır. Kentlerde birikmeye başlayan nüfusun konut gereksinimi çok katlı apartmanlarla karşılanmaya çalışılmıştır. Betonarme teknolojisiyle üretilen bağımsız apartman yapılarının çoğalması, yerleşmelerin görünümlerini ve kimliklerini bütünüyle değiştirmeye başlamıştır. Türkiye’de apartmanlaşma o derece yaygınlaşmıştır ki, göç nedeniyle nüfusunu kaybeden orta ve küçük çaplı yerleşmelerde bile apartmanlar yapılmıştır(Soysal, 1996; 53). Kentsel konut üretiminin ikinci yarısını oluşturan grup ise gecekondulardır. Devlet arazilerine yasa dışı bir biçimde yapılan bu derme çatma konutlarda kente yeni gelen kırsal kesim ve kente göre yoksul insanlar barınmaktadır(Soysal, 1996; 54). Gecekondulu alanlar için devlet eliyle çeşitli düzenlemeler yapılmıştır. Bu süreç aynı zamanda planlı dönemleri kapsamaktadır.

1960’ı izleyen yıllarda Türkiye’de planlı dönemlerin başlamasına karşılık göç de alabildiğine hızlanmıştır.

1963–1968 tarihlerini kapsayan I. Beş Yıllık Plana göre dar gelirlinin barındırılması bir devlet sorumluluğu olarak kabul edilmiş, gecekondulaşmanın önlenmesi için sosyal konut sunumunun artırılması amaçlanmış fakat öngörülen ilkelerden pek çoğu gerçekleştirilememiştir. Yine aynı tarihlerde çıkarılan 775 sayılı gecekondu yasası bu dönemin en önemli konut yasasıdır. Bu yasa iyileştirme, ortadan kaldırma ve önleme gibi üç temel ilke barındırır. Fakat yine de gecekondulaşmanın önüne geçilememiştir.

1968–1972 yılları II. Beş Yıllık Plan(BYP) dönemini kapsar. Bu dönemde kısıtlı kaynakların gelişen kentlerde kullanılması öngörülmüş, bazı bölgelerdeki sosyal ve ekonomik sorunlar görmezden gelinmiştir. Bu yıllarda oy potansiyeli yüzünden gecekonduların iyileştirilerek yasallaşması ilkesi benimsenmiştir. II. BYP’nin sonlarına doğru uygulama sürecindeki aksaklıklara rağmen toplu konut kuruluşu sayısında ve toplam konut üretimi sayısında artma saptanmıştır.

Bu sürece paralel, modern uygulamalar 70’li yılların sonuna dek sürmüş, geleneksel evlerin göz alıcı motifleri yerlerini düz sade duvarlara bırakmış, konut içindeki yaşam iyice anonim hale gelerek “üç oda bir salon”a endekslenmiştir.

III. Planlı dönemde 90.000 gecekondunun yıkımı planlanmış ancak gerçekleştirilememiştir.

IV. Plan dönemini kapsayan 1978–1983 yıllarında planlı dönem askeri bir darbe ile kesintiye uğramış ve uygulamadan kalkmıştır. Sadece devlet desteğiyle bir yerlere ulaşmanın güçlüklerinin fark edildiği bu dönemde konut kooperatifleri birlikleri kurulmuş, yerel yönetim- halk işbirliği aranarak yapılan yeni yerleşim projeleri bu dönemin en önemli girişimleri olmuştur(Gür, 2000; 115–119)

Dolayısıyla devlet konut sorununun çözümünde bütüncül ve devletçi bir politika benimsemediğinden parçasal önlem ve desteklerden sonuç alınamamış, 1980 askeri darbesinden sonra konut üretimi, devlet tarafından finanse edilen devlet personeli lojmanları dışında, hemen hemen tümüyle özel girişimcinin eline teslim edilmiştir.

Bu dönemde farklı olarak, modernleşmeye karşı bir özgürleşme stratejisi olarak Batı’da ortaya çıkan postmodern tavır Türkiye’de de yerelleşme bağlamında 80’li

yıllarda revaç görmüştür. Fakat yerelleşme gayretleri konut konusunda modern ve anonim iç mekânını tartışma dışı bırakarak tamamen dışa odaklanmış, naftalin kokan birçok görsel malzeme havalandırılarak yapılara yeniden giydirilmiştir(Gür, 2000; 89).

Yaşadığımız yüzyılda konut ve yerleşme düzeni geleneksel özelliklerini yitirmiş, onun yerine dünyada kabul gören evrensel çözümler temel alınmıştır. Barınma biçimlerini belirleyen ana konular artık ekonomik, politik ve toplumsal gelişmelerdir(Soysal, 1996; 49).

Günümüzde modernleşme eğilimi, toplumdaki temsilcileri olan bürokrat yönetici sınıfın talep ettiği kentsoylu yaşama tarzına yanıt vermek amacıyla ortaya çıkmıştır. Böylece benzerlerine Avrupa kentlerinde de rastlanabilecek bitişik apartmanlar, sıra-evler ve bahçe içinde banliyö evleri gibi yeni konut tipleri bu sürecin tipik konutlarıdır. Apartmanlar, birden fazla konut birimini ve çekirdek aileyi aynı çatı altında toplayan yapılar olduğundan günümüzde hala en yaygın konut tipidir. Sıra-evler ise çeşitli halk grupları ve dini cemaatlerin toplu girişimleriyle kurulan lojmanlardır(Soysal, 1996; 50).

Geçmişten günümüze konut, ihtiyaçlara göre belirlenip, şekillenen bir gerçeklik olsa da, günümüzde yerleşim planlarının oluşumunda “rant”, ekonomik ve politik yararlar belirleyici olmaya başlayınca, farklı doğal yapılara sahip olmasına karşın çoğunlukla yerleşmeler aynı yaklaşımlarla planlanmaktadır. Bunun sonucunda, öncelikle toplumların aile olarak, fertler olarak yaşadığı konutlarda sosyo-kültürel değerlerle söz sahibi olamadığı, plansız ve coğrafi avantajların göz ardı edildiği yerleşimler ortaya çıkmaktadır. Bu yağma boyutuna ulaşan yapılaşmalar, sosyal düzen ve sürekliliği sekteye uğratması, doğal dengeyi bozması yönüyle, beraberinde birçok sorunu da getirmektedir.

1.3. Kentsel Dönüşüm Olgusu