• Sonuç bulunamadı

Türk-Alman Dostluk Anlaşması imzalanırken

ve Akdeniz’de savaş çıkması durumunda üç devletin yardımlaşacağı kararlaştırılmıştır (Sürgevil vd., 2012: 233). Nazi ordularının Türkiye’yi işgal edeceğinden korkulduğu günlerde ise 18 Haziran 1941’de Ankara’da Türkiye ile Almanya arasında bir dostluk ve saldırmazlık antlaşması imzalanmıştır (Ersel vd., 2003a: 14). Türkiye’nin yönetimi, tüm bu savaş süreci boyunca mümkün olduğunca dengeli bir tarafsızlık siyaseti yürütmeye çabalamış ve ülkenin bu büyük en az hasarla atlatması için uğraşmıştır. Winston Churchill ve Franklin D. Roosevelt Türkiye’nin savaşa katılmasını planlamışlar, Joseph Stalin de bu görüşü desteklemiştir. Türkiye’nin bu dönemdeki temel tercihi ise Orta Avrupa’da Sovyetler Birliği’nin olası ilerlemesine karşı koyabilecek güçlü bir Almanya’nın bulunması ve savaşın uzlaşma barışıyla sona ermesidir. 1945 yılına girerken Almanya’nın netice alabilecek bir kuvvet olmaktan çıkması üzerine, Türkiye 23 Ocak 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti. Ancak bu durum Türkiye’nin savaşa girmesi demek değildi (Sürgevil vd., 2012: 245). Türkiye’nin bu tutumunun asıl sebebi savaş sonrası San Francisco’da toplanacak olan konferansa katılabilmektir. Bu konferansta Milletler Cemiyeti yerine barışı koruyacak Birleşmiş Milletler adlı yeni bir örgüt kurulacaktır ve katılım şartı da Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmektir (Akşin, 2015: 235).

Türkiye Cumhuriyeti her ne kadar fiili olarak bu savaşta yer almasa da ekonomik, siyasi ve sosyal açılardan kaçınılmaz olarak etkilenmiştir. Dünyanın büyük devletlerinin dahil bu savaş sürecinde özellikle ithalat ve ihracatta büyük kesintiler

oluşmuştur. Pek çok ürün bulunamaz hale gelmiş ya da piyasadan çekilmiştir. Bu süreci yönetebilmek adına geçici vergi ve kanunlar uygulamaya konulmuştur. 18 Ocak 1940 Milli Korunma Kanunu (Ertuğrul, 2009:67) bu önlemlerin ilkidir. Ancak bu kanun halkın yaşamında bir iyileşme sağlamadığı gibi, Şükrü Saraçoğlu hükümeti tarafından (1942) fiyatlar serbest bırakılınca olağanüstü bir yükselmeyle karşı karşıya kalınmıştır (Ertuğrul, 2009:68). Çiftçi, tüccar, sanayicinin durumu iyileşmiş ancak dar gelirli kentlilerin durumu zorlaşmıştır (Akşin, 2015: 236). Böylece aslında savaş bir nevi kendi zenginlerini yaratmıştır.

Kasım 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu (Akşin, 2015: 236) ile bu durum düzeltilmek istenmektedir. Amaç, burjuvazinin sahip olduğu serveti bir kereliğine ağır bir şekilde vergilendirmektir. İnönü’nün Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’ni açarken yaptığı konuşmada, ekonomik faaliyetlerinin serbestliğinden yararlanarak ulusu soyma hakkının hiç kimseye ya da zümreye bırakılmaması gerektiğini vurgulaması (Ertuğrul, 2009: 68) bu kanunun çıkarılmasında etkili olmuştur. Ancak borçlarını bir ay içinde ödemeyen ya da ödeyemeyen kişilerin, önce toplama merkezlerine sonra da taş kırdırılmak üzere Erzurum Aşkale’ye gönderilecek olması yüz ağartıcı olmamıştır (Akşin, 2015: 236).

Haziran 1943’te ise bu sefer tarım kesimini vergilendiren Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu çıkarılmıştır. Çiftçilerin yetiştirdikleri ürünün %10’unu nakden ya da aynen ödemeleri istenen yasa, 1946’da yürürlükten kaldırılmıştır (Akşin, 2015: 237).

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren 23 yıl boyunca tek partili bir sistem ile yönetilmiştir. Çok partili sisteme geçiş de II. Dünya Savaşı sonrası diktatoryal yönetimlerin güçlerini kaybetmesi ve çok sesliliğin önem kazanmasının Türk siyasetindeki bir izdüşümüdür. Ancak 1946’da kurulan Demokrat Parti (DP), Cumhuriyet tarihinde ilk alternatif parti çıkarma girişimi değildir. İlk girişim 1923 yılında Nezihe Muhiddin önderliğinde toplanan feminist kadınların kurmak istediği Kadınlar Halk Fırkası olmuştur. Ancak henüz kadınların seçme ve seçilme hakları

olmadığı için bu partinin kurulmasına dahi izin verilmemiştir15 (Balcı ve Tuzak, 2017).

Daha sonra sırasıyla; 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası, Ahali Cumhuriyet Fırkası, Türk Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Partisi isimli girişimler olmuştur. Ancak bu partiler çeşitli sebeplerle ya feshedilmiş ya da partilerin faaliyetlerine müsaade edilmemiştir (Sürgevil vd., 2012: 263-264). 18 Temmuz 1945 yılında Nuri Demirdağ önderliğinde kurulan Milli Kalkınma Partisi ise Demirdağ’ın tutucu kişiliği sebebiyle İnönü tarafından yok sayılmıştır (Süregevil vd., 2012: 264, 268).

Demokrat Parti’nin kurulmasında öne çıkan birkaç itici güç dikkat çekmektedir. Bunlardan ilki İnönü’nün II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte muhalif bir partinin kurulmasını destekler yöndeki çeşitli açıklamaları olmuştur. İkincisi ise Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu girişimidir. Bu kanuna göre; devlet, topraksız ya da az topraklı çiftçiyi topraklandırmak için büyük toprak sahiplerinin topraklarını kamulaştırabilecekti. Tasarı görüşülürken en sert eleştirilerde bulunanların başında ise Aydın’ın büyük toprak sahiplerinden olan milletvekili Adnan Menderes yer almıştır (Akşin, 2015: 242). Üçüncü olarak da tarihimizde Dörtlü Takrir olarak anılan önergenin reddedilmesidir. Kars Milletvekili Fuat Köprülülü’nün evinde hazırlanan bu önergenin altında Köprülü dışında, İzmir Milletvekili Celal Bayar, İçel Milletvekili Refik Koraltan ve Aydın Milletvekili Adnan Menderes’in imzaları bulunmaktaydı (Tuna, 2015: 206). Bu önergeyle Türkiye’nin tek parti iktidarı, serbest seçimler, üniversite özerkliği, tek dereceli seçim, cumhurbaşkanının Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) başkanlığından ayrılması, basın hürriyeti konularının tartışmaya açılması istenmekteydi (Yüzbaşıoğlu vd., 2013: 130). Dörtlü Takrir’in parti grubunda reddedilmesi üzerine, Menderes ve Köprülü muhalefetlerine basın yoluyla da devam etmişlerdir. 21 Eylül 1945 yılında bu iki milletvekilinin partiyle ilişiği kesilmiştir. Bayar, 5 Kasım’da milletvekilliğinden, 2 Aralık’ta CHP’den istifa etmiştir. Koraltan ise 3 Aralık’ta partiden ihraç edilmiştir (Tuna, 2015: 208, 211-214). 7 Ocak 1946

15 Konuyla ilgili detaylı bilgi için bkz. Zihnioğlu, Yaprak (2016). Kadınsız İnkılap Nezihe Muhiddin,

tarihinde Demokrat Parti’yi kuran da bu dört isim olmuştur ve genel başkanlığa Celal Bayar getirilmiştir (Ertuğrul, 2009: 75).

4 Aralık 1945’te gerçekleşen Tan Olayı (Ersel vd., 2003a: 87), 1946 seçimlerine giderken Türkiye siyasetinde önemli bir kırılma noktası olmuştur. Birtakım gençler Rus ve komünist karşıtı sloganlarla sola yakınlığı ile bilenen Tan Basımevi ve sol yayın satan kitapçılara saldırmışlardır. Polisin bu olaylara seyirci kalması ise CHP tarafından kışkırtılmış olabileceği iddialarına yol açmıştır ve DP’ye soldan uzak durması için bir mesaj verilmiştir. Mart 1946’da CHP’nin solunda bulunan Sosyal Demokrat Parti, Aralık’ta Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi kapatılmıştır. 1947’de ise DTCF’de Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav ve Behice Boran aleyhinde solcu oldukları gerekçesiyle bir cadı kazanı kaynatılmış ve Boran dışındakiler yurtdışına kaçmak durumunda kalmışlardır (Akşin, 2015: 244).

CHP aslen 1947’de yapılması gereken seçimi, 21 Temmuz 1946’ya çekerek DP’nin yeterince örgütlenmesine izin vermemiştir. Buna rağmen; DP 465 milletvekilliği için 273 aday gösterebilmiş, 66 milletvekili çıkarmayı başarmıştır. 1946 seçimi tek dereceliydi, açık oy-gizli tasnif ve çoğunluk sistemi16 uygulanıyordu.

Seçimlerin çok da dürüst bir ortamda yapılmadığı ortadaydı ve bu durumda iki parti arasındaki gerginliğin sürmesine yol açmıştır (Sürgevil vd., 2012: 268).

1946 seçimleri sonucunda Recep Peker başbakanlığa getirilmiştir. Peker’in Türk lirasına yaptığı 7 Eylül Kararları olarak anılan devalüasyon büyük yankı uyandırmış ve DP ile aralarında gerilimin tırmanmasına vesile olmuştur. Sert muhalefet ve iktidar atışmalarının sonucunda, İnönü’nün de desteğiyle Peker’e karşı bir hareket (35’ler hareketi) başlatılmış ve sonucunda Hasan Saka hükümeti kurulmuştur. Bu durum dahi DP içindeki sertlik yanlılarına yetmemiş, parti yönetimi yumuşaklıkla suçlamışlardır. Mart 1948’de bu kişilerin parti üyeliğine son verilmesiyle de önce Müstakil

16 Açık oy-gizli tasnif, seçmenlerin oyu açıkta verdiği ancak sayımın gizli yapıldığı sistemdir. Çoğunluk

sistemi, seçim çevresi sayılan illerde bir oyla bile olsa önde olan partinin, o ildeki bütün milletvekillerini almasıdır.

Demokratlar grubu kurulmuş, sonra da Millet Partisi Mareşal Fevzi Çakmak genel başkanlığında kurulmuştur (20 Temmuz 1948) (Akşin, 2015: 245-246).

DP 20 Haziran 1949 tarihli ikinci büyük kongresinde, doğal hakları ihlal edilen vatandaşın meşru savunma yapabileceğine dair Milli Teminat Andı isimli bir bildirge ortaya çıkarmıştır (Ersel vd., 2003a: 150-151). Bu baskının da etkisiyle Şubat 1950’de seçimlere yargı denetimi getiren tasa kabul edilmiştir. Çoğunluk dizgesini kabul eden bu sistem, üç seçim boyunca CHP’nin aleyhine işlemiştir (Akşin, 2015: 247).

14 Mayıs 1950 tarihi Türkiye için bir dönüm noktası olmuştur. 25 yılı aşkın süredir ülkeyi yöneten CHP, bu seçimle iktidarı kaybetmiştir. Oyların %53,6’sını alan DP, çoğunluk dizgesi sayesinde 408 milletvekili çıkarmıştır. Oyların %40’a yakınını toplayan CHP ise ancak 69 milletvekili çıkarabilmiştir (Ertuğrul, 2009: 85). Bu sonucun ortaya çıkmasında iç ve dış kaynaklı pek çok sebebin etkili olduğu aşikardır. 22 Mayıs tarihinde ise Bayar, Cumhurbaşkanı seçilerek DP Genel Başkanlığı’ndan istifa etmiştir. Yerine Başbakanlığa atanan Menderes getirilmiş (Ertuğrul, 2009: 85), Koraltan da TBMM başkanı seçilmiştir (Ersel vd., 2003a: 178).

DP iktidara geldikten birkaç ay sonra, Kuzey Kore’nin Güney Kore’ye saldırmasıyla Kore Savaşı patlak vermiştir. Bunun üzerine Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Birleşmiş Milletleri dolayısıyla Türkiye’yi de peşine sürükleyerek bu savaşa müdahale etmiştir. Menderes Hükümeti ise bu durumdan Türkiye’nin NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü)’ya kabul edilmesi için yararlanmak istemiştir. Bunun üzerine, 25 Temmuz’da hükümet, Kore’ye 4500 kişilik askeri bir birlik gönderilmesini kararlaştırmıştır (Ersel vd., 2003a: 180).

1954 seçimlerine kadar gelen süreçte, Truman Doktrini, Marshall Planı, Avrupa Konsey üyeliği ve NATO üyeliği Türkiye’nin bir dönem yaşadığı yalnız sürece son vermiştir (Sürgevil vd., 2012: 270). Fakat bu madalyonun bir de diğer yüzü bulunmaktadır. Türkiye’yi özellikle Amerika ile yakınlaştıran birliktelikler, ülkenin ekonomik, siyasi ve askeri bağımsızlığına gölge düşürebilecek unsurlar da içermekteydi.

Süreç içerisinde DP iktidarı, ne yazık ki ismiyle uyumlu hareket etmemiş ve yeterince demokratik davranmamıştır. Akşin, 1950-1980 dönemini “kısmi karşı

devrim süreci” olarak adlandırmıştır. 1945’te başlayan ve 60’lara kadar sürmüş olan komünizm karşıtlığı fırtınası, 1954’ten başlayarak DP iktidarının basına, muhalefete, üniversitelere, yargıya uyguladığı baskılar düşünülecek olursa, demokrasinin yani özgürlüğün geri gittiğini kabul etmenin zorunlu olduğunu da belirtmiştir (Akşin, 2014: 409). 1954 seçimlerine yaklaşırken bu durum parti içinde dahi ciddi huzursuzluklara sebep olmuş, 19 milletvekili partiden ayrılmış ya da ihraç edilmiştir (Sürgevil vd., 2012: 270).

1954 seçimlerinden oylarını yükselterek çıkan DP (oyların %57’sini almıştır), aynı başarıyı 1957 seçimlerinde gösterememiş (oyların %48’ini almıştır); iktidarı elden bırakmasa da oylarında bir düşüş gerçekleşmiştir (Akşin: 2015: 251-253).

İktidara geldiği 1950’den itibaren ekonomik kalkınmayı birinci plana alan ve liberal ekonomik yapıyı destekleyen DP, sekiz yılın sonunda ülkeyi darboğaza sürüklemiştir. Bunun sonucunda IMF (Uluslararası Para Fonu) ve Dünya Bankası’nın dayatmaları kabul edilmek zorunda kalınmış, istikrar önlemleri alınmış, dolar 2.80 TL’den 9 TL’ye çıkarılmıştır (Akşin: 2015:253).

Görsel 4: 29 Nisan 1960, Hukuk Fakültesi ön bahçesi, Ankara (Şahinkaya, 2010: 103)