• Sonuç bulunamadı

Ceren Şahin: Hayatınızı anlatır mısınız?

Sunay Akın: Benim hayatım Terzi Tuncay’ın hayatı. Trabzon’da Terzi Tuncay yaşardı.

Kentin en iyi terzisi. Herkes ona elbise diktirmek istiyor; fakat işler dolu. Sipariş kabul edemiyor. Dolu... Yetiştiremiyor... Terzi dükkanından dışarı çıkamıyor. Bir gün on altı yaşında bir genç kız geliyor. Yanında annesi... Bordo bir kumaş almış. Ceket diktirmek istiyor. Terzi Tuncay onun isteğini kabul ediyor; çünkü kız çok güzel.

Yalandan yere provaya çağırıyor. Daha çok görsün diye… Dikiliyor o bordo renkli ceket.

Üç tane düğmesi var. Ben ortanca düğmesiyim. İlk düğme de burada oturuyor işte.

(Gülüşmeler…) Bir de alt düğme var. O da şu anda Sofya’da. O kadar. Ben kendimden o kadar söz ediyorum. Bordo bir ceketin ortanca düğmesiyim.

Benim kitaplarımda yaşam öyküm yok; çünkü önemli olan bir şairin, yazarın ya da sanatçının, her neyse, kendi hayatı değil; ortaya çıkardığı eserlerdir, insanlığa kattığı değerlerdir. Onlarla tanınayım daha iyi…

C.Ş. : Meslek olarak niçin edebiyatı seçtiniz?

S. A. : Edebiyatı meslek olarak seçmedim. Seçmemem için her şey vardı önümde. Çok zordur edebiyatçı olmaya karar vermek; çünkü edebiyatçı olmaman için herkes sana karşıdır. Önünde koca bir duvar vardır. Ha, bunun haklı nedenleri de vardır. Kaygılıdır insanlar, anneler, babalar… ‘’Ya bizim çocuk yazıyor, ne olacak bunun hali?’’ Çünkü edebiyatçılar zor. Edebiyatçı olmak isteyen pek çok insan başaramamış, kaybolup gitmiş. Başarabilen çok az. Kaygı duyuyor tabii insanlar. Sonra ülkem bunu istemiyor, ne yazık ki! Ne yazık ki, istemiyor! Edebiyatçıya verilen değer yok. Sanatçıya verilen değer yok daha doğrusu. Dolayısıyla bir meslek değil; yani edebiyatı meslek olarak seçmek… Bilmiyorum bu bir seçim mi? Ama bir kararlılık. Kararlılık… Şöyle yanıtlayayım: İstiridyenin içine bir kum taneciği girer. Hayvan bundan rahatsız olur.

Bir salgı salgılar kum taneciğinin etrafında. Salgılar, salgılar… Ve bir inci oluşur. İşte edebiyat da böyle. Galiba benim içimde bir kum taneciği vardı. O beni rahatsız etmesin diye bir salgı çıkardım; yani yazdım, yazdım… Sonra insanlar buna ‘’edebiyat’’ dedi.

C.Ş. : İlk şiirinizi kimin için yazdınız?

S. A. : Ben, Türkçeyi öğrendiğimden beri şiir yazdığımı biliyorum. Örneğin; ilkokul birinci sınıfta, sonlara doğru İsmet İnönü için şiir yazmıştım; çünkü babam çok severdi

İsmet İnönü’yü. Onunla çekilmiş bir fotoğrafı vardı. Hep böyle baş köşesine asardı.

Hep İsmet İnönü ile olan anılarını anlatırdı. İlk şiirimi ona yazdım aslında.

C.Ş. : Kimi şairler, yazarlar; yazmaya başlamadan önce düşünürler saatlerce. Bazı yazarlar da televizyonda ya da yolda gezerken gördükleri şeylerden esinlenip yazmaya başlarlar. Siz hangi şekilde yazdınız?

S. A. : Yazmak, taşıran damladır. Hani, bir kaba, musluktan damlalar damlar, damlar, damlar; birikir, birikir... Sonra biri taşar ya, işte o zaman yazmaya karar verirsiniz;

ama o damla, o kaba düşen ilk damladır; yani ne zaman başlar? Ne zaman biter? Bir bütün bence.

Fakat ben, öyle oturup masada düşünenlerden değilim. Masaya oturursam, yazarım.

Yazmayacaksam, oturmam. Bekletirim, gezerim, düşünürüm… Oturduğum an, o yazılacak. Benim yazı masam bir ameliyat masası gibidir. Yazıyı oraya koydum mu o ameliyat bitecek.

C.Ş. : Yazdıklarınıza benzeyen ya da yazdığı gibi yaşayan bir yazar mısınız?

S. A. : Sanırım, bu soruya rahatlıkla ‘’evet’’ diyecek birkaç kişiden biriyim; çünkü bu çok önemli bir soru; fakat sanatla uğraşmak bir hayaldir. Yani “gibi yapmak”, gibi, gibi…

Bu yüzden, eserleriyle sanatçının birebir örtüştüğünü de düşünmemek lazım; yani örtüşmüyorsa hayatı yazdıklarıyla, bu bir çelişki aslında; çünkü sanat hayal dünyası.

Ancak benim yazdıklarım örtüşüyor gibi; çünkü ben, edebiyatın bir aydınlanma olduğuna inanıyorum.

Edebiyatçılar, ışık taşıyıcılarıdır. Işık, karanlığa götürülür. Aydınlıkta durana verilmez. Karanlıkta daha güzel davranmak için... Benim ülkem kararıyorsa giderek, insanlık kararıyorsa, yazdıklarımız aydınlatmalı dünyayı ve yaptıklarımız… Ben galiba buna ‘’evet’’ diyebilecek birkaç insandan biriyim.

C.Ş. : Düz yazılarınızda bile şiirin tadını elden kaçırmamayı nasıl başarıyorsunuz?

S. A. : Teşekkür ederim. Ben Almanya’da Essen Üniversitesi’nde bir gösteri yaptığımda tarihi anlatıyorum; edebiyatı, coğrafyayı, sosyolojiyi, felsefeyi, psikoloji, sanat tarihini… Slaytlar eşliğinde, müziklerle… İlk değil bu etkinlik. Bir Alman profesörü geldi, bana parmak sallayarak bir şeyler söylüyor. Dedim: ‘’Kızdırdım mı adamı?’’ Anlamıyorum Almanca’yı. Tercüme ettiler, şunu söylemiş bana: ‘’ Senin yaptığın haksızlık; çünkü sen, tarihi çok iyi anlatıyorsun. Herkes gelip bana diyor ki: ‘Hocam biz sizden bu kadar güzel tarih dinleyemiyoruz.’ Ama haksızlık; çünkü sen bir şairsin…’’

Evet gerçekten öyle. Bana bir jest, iltifat yapıyor. Bunu da çok hoş bir şekilde yapmıştı. ‘’Sen bir şairsin…’’ Evet, galiba benim düz yazılarımdaki en büyük farklılık; o yazılarda da şair kalemini, duyarlılığını hissettirmem herhalde.

C.Ş. : Bundan yola çıkarak size şair mi denmesini istersiniz, yazar mı?

S. A. : Ben hiçbir zaman ‘’bana şu densin’’ demiyorum. Bu beni ilgilendirmiyor. Şair miyim, yazar mıyım, müzeci miyim, meddah mıyım?... Sahnede bir şeyler yapıyorum, radyo, televizyon programları yapıyorum… Ben etiket peşinde değilim. Sevdiğim şeyleri yapıyorum. Ben böyle mutluyum. Televizyona çıkıyorsun, yazıyor altında ‘’Sunay Akın’’.

soruyorum: ’’Sunay, sen bunları yapmasaydın, hayat bir şey kaybeder miydi? Evet, kaybederdi! Öyleyse yap!’’ Ben de yaptım.Aslında bunları yaparken şu kimlik, bu kimlik…

Hiç böyle bir tasam olmadı.

C.Ş. : Şiirlerinizde ve yazılarınızda çoğunlukla Nazım Hikmet’ten bahsediyorsunuz.

Niçin onu seçtiniz?

S. A. : Çünkü o, büyük bir aydınlama çağı. Geçtiğimiz yüzyılda, edebiyatta bana bir isim söyle. Edebiyatın her dalında ilk Nazım Hikmet! Büyük bir aydınlanma çağı. Çok büyük bir insan. Her zaman, haksızlığa, yanlışlığa karşı çıkmış, her yerde. Türkiye’de de, gittiği Sovyet ülkelerinde de; her yerde... Hiçbir zaman iktidar yanlısı olmamış.

Sanatçılar, iktidarları eleştirirler. Zaten ilerleme, genişleme eleştiri ile olur. Kim yapacak bunları? Sanatçılar… Ama eğer, iktidarın yanlışlıklarına, kendi çıkarları için sesini çıkarmaz, onlarla uyum içinde olursa, o sanatçı bitmiş demektir. Görevini yapmıyor demektir. Nazım Hikmet bunu yapmadı. Her zaman eleştirdi. Hem de bunu eserleriyle, şiirleriyle yaptı; yazılarıyla… Nazım Hikmet aynı zamanda, sinemacıydı biliyor musun? Mümtaz Osman vardır. Muhsin Ertuğrul’un çektiği bütün filmlerini, bütün senaryolarını yazan Mümtaz Osman… Öyle biri yok. Nazım Hikmet’in takma adı.

Türk sinemasını var eden de odur, tiyatroyu da…Tiyatro oyunları vardır, gazete yazıları vardır, romanları vardır…

C.Ş. : Sizce gençler sizi niçin bu kadar seviyor?

S. A. : Gençler beni niye bu kadar seviyor? Dün Manisa’daydım. Celâl Bayar Üniversitesi’nde. Diyorlar ki: ’’Burası kuruldu kurulalı bu kadar büyük bir kalabalık görmedi.’’ İki kez gösteri yaptım ve ikincisine vali de, belediye başkanı da, oradaki ne bileyim kuvvet komutanları falan da gelmişlerdi öncülük için ve dediler ki: ’’İlk kez Manisa’yı yönetenlerle öylece rahat iç içe geçtik. Bunun nedeni herhalde ürettiklerim.

Yani dedim ya, ben bir aydınlanmacı olarak görüyorum kendimi; ışık taşıyıcısı… Eğer avucunda ışık varsa, insanlar onu kabul ederler.. Neyin ışık olup olmadığını bizim insanımız çok iyi biliyor. Ben insanları horlamadan, aşağılamadan, bilmediğim konularda demeç vermeden, ürettiklerimle buluşuyorum. Demek ki, bunların hayat için gerekli olduğuna inanıyor ve dinlemeye geliyorlar, almaya geliyorlar, okuyorlar. Herhalde bu...

C.Ş. : Beni dinleyip sorularımı yanıtladığınız için teşekkür ederim…

S. A. : Ben teşekkür ederim. Çok güzel bir söyleşiydi. Gerçekten çok güzel sorulardı.

Kutlarım seni. Bir yazara; hem yaşadığı dönemi sordun, hem ülkesini, hem eserlerini, hem de hayatını... Mükemmel… Umarım seninle ileride, genç bir kız olarak, bir gazete ya da bir haber kanalının üyesi olarak yeniden karşılaşırız…

Ceren ŞAHİN 7/F

Benzer Belgeler