• Sonuç bulunamadı

Kent, özellikle İstanbul bağlamında sürekli onun estetize ve düzen edilmiş tahayyülünden ayrılamaz bir noktada, ne planlamacıların kâğıt üzerindeki kararlarından ne de sermaye olarak görülen bir tezgâh anlatısından ibarettir. Tüm bu modernleşme örüntüleri içerisinde kent, gündelik hayatta mücadeleler ile aktörler arasındaki gerilimlerle bir mekân siyaseti sunar. Bu çalışma ile kentin bu siyaset içerisinde “tekinsiz” ile karşılaşmaları, korkunun getirdiklerini ve dönüşümleri ele alarak bugünün İstanbul’unda kentin dinamiklerini anlamanın önünü açması hedeflenmektedir.

Tekinsiz ve mekân kurgusunun, ev, beden ve kent özelindeki karşılıkları incelenmiş ve buradan hareketle İstanbul, Tarlabaşı özelinde modern örüntülerle değişen mahalle olgusu irdelenmiştir. Tekinsizliğin hem etimolojik hem de metafor alanında merkezi sayılan ev; mahzen arası, çatı katının oluşturduğu dikeylikte tekinsiz alanlar oluştururken, iç-dış arasını muğlaklaştıran, yatay çizgilerin hakim olduğu her türlü eve içkin müdahaleler, geleneksel ev, yuva bağlamından kopup modern dünyanın nesnesi haline gelen konuta karşı yabancılaştırır. Bilindik, tanıdık, aileye ilişkin, sıcak yuva olan ev, modern dünyanın tüm olumsuzlarının yüklenebileceği dahası tekinsizin en çok gözlendiği yer olmuştur. Bedenin Vidler’in deyimiyle uzuvlarından koparılmasıyla klasikten kökten bir değiş olduğunu ve ev, beden ve kent üçlemesinde yayıldığını aktarır.

Kent içinde öteki ile karşılaşmaya imkân veren kent, sırf bu durumu barındırmasıyla adeta korkulan bir yere dönüşmüştür. Mültecileri, göçmenleri veya her türlü yerinden edilenleri kent dışı alanlara itmenin veya kent içi alanlarda “hizmet-dışı” bırakılmaya çalışmanın yararsızlığı birkaç örnekle gösterilmeye çalışılmıştır. Neoliberal kentleşmeyle birlikte son yıllarda çoğalan kapalı siteler, İstanbul’da olduğu gibi diğer birçok kentte de izlenen bir yapılaşmadır. Kapalı site yerleşimleri, prestijli ofis-rezidans alanları gibi toplumsal dışlama üzerine işleyen her yerleşim biçimi, evin devamı olan mahalle olgusunun karşısında zayıf kalmakta, dahası kentsel ayrışmayı besleyen çatışma potansiyellerine de ışık tutmaktadır.

Kent içi mekânlara, Tarlabaşı’nda olduğu gibi güvensizlik söylemini öne sürüp, kent içinde veya çeperlerde, duvarlarla ve güvenlik sistemi ile korunan kente “kapalı” siteler, lüks ofis ve rezidanslar özellikle üst ve orta sınıfa hitap etmektedir. Korku ve güvenlik söylemleriyle ve olumsuz tüm durumlarla tanımlanan Tarlabaşı bölgesi yapılacak projelerle birlikte “iyileştirme” söylemleri ortak bir zemin içerisinde kullanılmaktadır. Zorunlu göçlerle birlikte kentleşme süreçleri, kentin tarihi merkezinde bir kesimin yerinden edilip yeni gelen göçmenlere de barınak alanı oluşturmuştur. Bu bağlamda gittikçe köhneleşmeye ve binaların bakımsızlığıyla birlikte “kentsel çöküntü” söylemlerine imkân vermiştir. Tarlabaşı bölgesinde gerçekleşen kentsel dönüşüm projesi ile mahalle sakinlerini yerinden ederek kentsel belirsizliğe fırlatıp atıyor (Yılmaz C., 2013). Dolayısıyla buradaki insanların tahliyesini gerektiren şeyin üretim imkânların da azalttığını Tanyeli’nin deyimiyle protezini yok ettiğini görmek gerekir. Şunu anlamak gerekiyor ki, aktörlere göre “zehirlenmiş bir prenses” olarak tabir edilen Tarlabaşı mahallesi kötü barınma koşullarına rağmen orada yaşayanlar için üretimin de olduğu bir yerdir.

Kentsel dönüşüm, iyileştirme ve yenileme projeleri çöküntü alanlarını “kamu yararı” altında tekrar kazandırmak gibi söylemler barındırsa da bu söylemlerin ne ölçüde gerçekleştiği ayrı bir diğer önemli noktadır. Sosyo-mekansal ayrıştırmalar ve damgalamalarla birlikte dışlanan mahalle sakinlerini farklı yöntemlerle tahliye edilmesine dayanan kentsel dönüşüm projelerine baktığımızda inşaat sektörünün yatırımlarının önü açıldığı görülmektedir (Ünsal & Türkün, 2014, s. 19).

Tarlabaşı, özellikle 1950’li yıllardan itibaren dinamik bir şekilde değişen ve değişmeye de devam eden nüfus yapısı, komşuluk ilişkileri, mekânsal özellikleri ile önemli ve irdelenmesi gereken bir bölge olmuştur. Aynı zamanda da kent içindeki merkezi konumu ile stratejik bir konuma da sahiptir. Kent çeperlerindeki gecekondu tiplemelerinden farklı olması ama bir yandan da “slum” özelliği göstermeye devam etmesi, tarih içerisinde önemli eşikler barındırması ve yenileme projesinin öznesi haline gelmesiyle birlikte muğlaklıklar diyarıdır adeta. Bu da Tarlabaşı’nın potansiyellerini oluşturmakta ve nasıl bir kentsel tekinsizlik inşasında rol aldığını anlamakta önemli bir araç haline gelmektedir. Pruitt-Igoe konutları ile Alexandras Bina Kompleksi orada yaşayanlar için projelendirilen ama bir şekilde başarısızlıkla sonuçlanan iki farklı örnektir. Bu örnekleri de ele alarak tekinsizliğin kentte

nasıl bir virüs gibi yayıldığının ve aşılması gereken eşikte ne gibi zorluklarının bulunduğunu anlamamız gerekmektedir.

Tarlabaşı Bulvarı kentsel bir eşik olarak her ne kadar karşılaşmalara imkân verse de bölgenin eğimli coğrafyası, yoğun trafik akışı, farklı kimliklere olan kültürel dışlanmalarla ne derecede bu duruma olanak sağladığı tartışılması gereken bir diğer konudur. Ancak yapılan görüşmeler ve literatürdeki anket sonuçlarının değerlendirilmesine göre, burada yaşayanlar sosyal dışlanma ile karşı karşıya kalmakta ve bu durum birçok noktada kendini göstermektedir. Tarlabaşı’nda ikamet edenler, sosyal dışlanmanın tezahürlerini oluşturan; politik, ekonomik, mekânsal ve kültürel dışlanma katmanlarının yükünü taşımaktadırlar. Yalnızca Tarlabaşı değil diğer yoksul ve “çöküntü” alanlarının kent mücadelesinde destek olmak ve dışlanma çemberini kırmak, kent içinde bir-aradalık üretmek için birincil adım sayılabilir.

Benzer Belgeler