• Sonuç bulunamadı

2.3 AVRUPA BİRLİĞİ’NE ADAYLIK SÜRECİNDE SİYASİ KOŞULLULUK

2.3.2 Siyasi Koşulluluk ve Elitler

AB’nin değerlerini, normlarını ve kurallarını yayarak ortaya koyduğu dönüştürücü gücünün aday ülkelerde dönüşüm ve uyuma yol açması beklenmektedir. Ancak bu süreç aday ülkelerdeki uyuşmazlıklardan, dirençten ve siyasi gelişmelerden bağımsız olarak işlememektedir. Bu anlamda AB’nin aday ülkeler

298 Pridham, 2002b, s. 959. 299 Pridham, 2005b, s. 6.

üzerindeki dönüştürücü gücü söz konusu ülkelerin ulusal düzeninden etkilenmektedir. Ulusal özellikler, AB normlarının yayılması sürecinin şekillenmesinde belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu nedenle Cowles, Caporaso ve Risse, Avrupalılaşma etkisini “ulusal renklerin etkili olduğu bir iç uyum süreci” (domestic adaptation with national colours) şeklinde nitelendirmektedir300.

Bu doğrultuda Gourevich’in ikinci-imgenin tersine çevrilmesi (second-image reversal) yaklaşımı doğrultusunda uluslararası etkinin önemli olduğu, ancak iç yapının da önemli bir ara değişken olarak incelenmesi gerektiği düşünülmektedir. Pravda, bu durumu şu şekilde açıklamaktadır: “...uluslararası ve ulusötesi faktörler, demokrasinin konsolidasyonu sırasındaki gelişmeleri koşullandırabilir, sınırlandırabilir, teşvik edebilir; ama nadiren nihayetinde bunları belirleyebilir... Uluslararası faktörler dış etkiyi ve bunun kabulünü koşullandırırken, nihai olarak bunun demokratik konsolidasyon üzerindeki etkilerini belirleyen ulusal bağlamdır”301. Bu nedenle çeşitli normların ulusal düzeye aktarılmasını açıklamaya yönelik çalışmalarda, normun aktarıldığı bağlamın da dikkate alınması gerekmektedir.

Avrupalılaşma, birörnek ya da doğrusal bir süreç olmayıp inişli çıkışlı interaktif bir süreçtir. Bu açıdan Avrupalılaşmanın ilgili ülkenin ulusal bağlamı ile ilişkisi hem genel olarak hem de sürecin inişli çıkışlı döngüselliğinin anlaşılması açısından büyük önem taşımaktadır. Bu açıdan Avrupa düzeyi ve ulusal bağlam arasındaki bağlantının açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Dış teşvikler ile ulusal bağlam arasındaki etkileşim, ülkelerin Avrupalılaşma şekillerini etkilemektedir. Dış koşullar AB stratejilerinin özelliklerine ilişkindir. Ödüllerin büyüklüğü ve inandırıcılığı ve meşruiyet bu kapsamda değerlendirilebilir. İç koşullar ise aday ülke kaynaklı koşullardır (maliyetler, veto oyuncuları, uyum-rezonans)302.

300 Cowles, Caporaso and Risse, s. 1.

301 Engin Erdem, “When Domestic Meets with International: The Political Transformation of Turkey,

1997-2004”, Social Science Research Network, 2007,

http://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_id=1013126 (19.09.2009).

302 Diğdem Soyaltın, Does Candidate Status Matter? Unpacking the Relationship between

Europeanization and Conditionality in Turkey and Serbia, MA Dissertation, Lund University,

Avrupalılaşma sürecinde AB’nin etkisi politikalar düzeyinin ötesine geçmekte ve siyasi ayrımlaşmalar, partiler, demokratik meşruiyet şekilleri ve kimlik oluşumu gibi farklı alanlara yayılabilmektedir. Böylece aday ülkelerde Avrupalılaşma, ulusal siyasette Avrupa gündemi için alan yaratmakta ve siyaseti yeni bir bağlama taşıyabilmektedir303. Grabbe304, AB koşulluluğunun aday ülkelerde yönetişim üzerindeki etkisine ilişkin olarak üç temel faktörden söz etmektedir. Bunlar; katılım öncesi süreçteki uyum hızı, ulusal elitlerin AB etkisine açıklığı ve aday ülkelerde kurumsal ve politika değişiklikleri gerektiren AB gündeminin geniş boyutudur. Kulahcı305 ise, bu faktörlerin dışında aday ülkenin göstereceği uyum açısından AB’nin baskısına verilen parti temelli tepkilerin de önemine dikkat çekmektedir. Bu bağlamda siyasi elitlerin rolü vurgulanmaktadır. Özellikle yönetimde bulunan siyasi partilerin AB koşulluluğuna yönelik tavrı belirleyici olmaktadır.

AB’ye adaylık sürecinde Avrupalılaşma ve koşulluluk, AB ve ulusal politika arasında hiyerarşik bir ilişki modelini beraberinde getirse de, esasen aday ülkelerin AB koşullarına uyumu tam olarak doğrusal bir şekilde gerçekleşmemektedir. Ulusal hükümetlerin AB’nin taleplerine etkin bir şekilde cevap verip vermemesi aday ülkenin Avrupalılaşma sürecinde önemli bir rol oynamaktadır. Bunun yanısıra süreç, siyasi ve ekonomik çıkarları olan diğer iç aktörlerce, hükümet dışı kuruluşlarca ve belli bir ölçüde kamuoyu tarafından da etkilenmektedir. Analitik olarak bir taraftan AB ile ulusal hükümet düzeyinde etkileşim yaşanırken diğer taraftan ise ulusal hükümet ve politika oluşturma ortamı arasında bir etkileşim yaşanmaktadır. Bu

303 Kıvanç Ulusoy, “The Changing Challenge of Europeanization to Politics and Governance in

Turkey”, International Political Science Review, Vol. 30, No. 4, 2009, s. 365.

304 Grabbe, 2001, ss. 1014-1015.

305 Erol Kulahcı, “EU Political Conditionality and Parties in Government: Human Rights and the

Quest for Turkish Transformation”, Journal of Southern Europe and the Balkans, Vol. 7, No. 3, 2005, s. 387.

açıdan bir aday ülkede elitlerin siyasi koşulluluğa yaklaşımı ve tepkileri, iç baskılarla etkileşimleri Avrupalılaşma sürecinde önem taşımaktadır306.

Elitlerin söylem ve eylemleri, AB’nin taleplerinden ve koşullarından, bu koşulların kısıtlı sürelerde yerine getirilmesi gerekliliğinden, üyelik müzakerelerindeki baskılardan ve ayrıca ulusal hükümetler üzerindeki iç baskılardan etkilenmektedir. Avrupalılaşma çabaları ile ortaya çıkan yapılanmaların değişik elit grupları için değişik sonuçları olabilmektedir. Koşulluluk, siyasi elitler, ekonomik elitler (aralarındaki ilişki), bürokratik elitler, yargı elitleri gibi elit gruplarını farklı şekillerde etkileyebilmektedir. Bir anlamda AB, koşulluluk üzerinden aday ülkelerin elitleri üzerinde de zorlayıcı bir etki gücü kazanmaktadır. Esasen AB koşulluluğunun etkisi otomatik olmayıp, değişik elitlerin bu koşulluluğa vereceği cevaplara bağlıdır307. Bu nedenle elitlerin genel olarak Avrupalılaşma ve AB koşulluluğu ile ilgili düşünceleri, değerlendirmeleri ve tutumları önem taşımaktadır.

Siyasi elitler, AB koşulluluğu ile iç uyum arasındaki ilişkide önemli bir yere sahiptirler. Özellikle anahtar elit konumundaki siyasi elitler, koşulluluğa uyum sürecinde temel aktörlerden birisi olarak hareket etmektedirler. Bu elitlerin, uyum için gerekli önlemleri alma veya uyumu engelleme şeklindeki tutumları siyasi koşulluluğun işleyişinde belirleyici olabilmektedir. Koşulluluk siyasi elitlerin cevap vermesi gereken bir “dış etkendir”. Ancak elitler koşulluluğa bir boşluk içerisinde cevap vermemektedirler. Elitlerin yaklaşımları, uyumun çıkarlarına ne derece uygun olduğuna ilişkin değerlendirmelerine ve normatif pozisyonlarına bağlı olarak şekillenmektedir. Her ne kadar sonuçsallık mantığı koşulluluğun işleyişinde etkili olsa da, bunlar normatif yaklaşımlardan tamamen bağımsız değildirler308.

306 Geoffrey Pridham, “Political Elites, Domestic Politics and Democratic Convergence with the

European Union: The Case of Romania During Accession”, The Journal of Communist Studies

and Transition Politics, Special Issue on European Union: Enlargement and After, Vol. 23, No. 4

2007a, ss. 525-526.

307 Geoffrey Pridham, “Between Rhetoric and Action: Reflections on Romania's European Union

Accession and Political Conditionality - The Views from Brussels and Bucharest”, Romanian

Journal of European Affairs, Vol. 6, No. 3, 2006b, ss. 1-4.

Sonuçta, AB’nin taleplerine siyasi elitlerin verdiği tepkiler koşulluluğun işleyişini doğrudan etkilemektedir. Özellikle iktidardaki siyasi liderlerin kararları ve parlamentodaki siyasi elitlerin yaklaşımları, AB’nin taleplerine uyum şekilleri açısından belirleyici olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında özellikle yasal düzeydeki uyumun büyük ölçüde elitler tarafından yönetilen bir süreç olduğu varsayılabilir. AB’ye katılım sürecinde AB ile doğrudan iletişimin önemli bir kısmı siyasi elitlerce, özellikle hükümet elitlerince gerçekleştirilmektedir. Katılım sürecinin, resmi düzeyde AB ile ulusal elitler arasında yürütülen müzakerelere dayanması bu durumu güçlendirmektedir. Bu süreçte aday ülkelerde baş müzakereci ve ekibi, katılım hazırlıklarından sorumlu bakanlar ve idari görevliler Brüksel ile doğrudan temas kuran çekirdek grubu oluşturmaktadır309.

Diğer taraftan, çıkar grupları, büyük iş örgütlenmeleri, hükümet dışı örgütler ve diğer sivil toplum örgütleri gibi aktörlerin de Avrupalılaşma sürecinde önemli rolleri olmaktadır. Bu aktörler, “değişim aktörleri” (change agents) olarak davranabilmekte ve bu şekilde siyasi elitler üzerinde Avrupalılaşmaya yönelik baskı yapabilmektedirler. Öte yandan, bazı aktörler ise uyum süreci üzerinde veto edici etkide bulunabilmektedir. Bu kapsamda Avrupalılaşma sürecinde kurumlar gibi aktörler de “iç düzeydeki aracılar” olarak işlev görmektedirler. Ulusal düzeydeki aracılık rollerinin yanısıra siyasi partiler ve hükümet-dışı kuruluşlar gibi aktörler, ulusötesi bağlantıları yoluyla da bütünleşme faaliyetlerinin bir parçası haline gelebilmektedirler.

Bu tezde aday ülkelerin siyasi koşulluluğa verdiği tepkilerin-diğer bir deyişle gösterilen uyumun (compliance)- büyük ölçüde siyasi elitler tarafından yönlendirildiği varsayımından hareket edilmektedir. Bu anlamda siyasi elitler, siyasi koşulluluğa verilen tepkilerin somutlaşmasında belirleyici bir rol oynamaktadırlar. Siyasi elitlerin/aktörlerin rasyonel hesaplamaları ve normatif yaklaşımları AB’nin

aday ülkelerden katılım öncesinde karşılamasını beklediği koşullara uyum şekli açısından son derece önemlidir310.

AB’nin teşvik ettiği düşünce ve standartların aday ülkeler tarafından benimsenmesi siyasi elitlerin AB’nin taleplerinin “sonuçlarını” ya da “uygunluğunu” nasıl değerlendirdiği ile yakından ilgilidir. AB koşullarına siyasi muhalefet bulunması ya da AB’nin taleplerinim uygunluğunun açık bir biçimde sorgulanması AB koşulluluğunun meşruiyeti açısından sorunlara yol açmaktadır. Siyasi aktörlerin AB taleplerine kaşı çıkmaması ve kamuoyu önünde bunlara karşı bir duruş sergilememesi durumunda ise meşruiyetin yüksek olduğu varsayılabilir. Gergana Noutcheva311, iç aktörlerin çoğu zaman siyasi koşulluluğa bütünüyle uyumsuzluk cevabı vermek yerine tam uyum olmasa bile belli ölçüde uyum gösterme seçeneğini tercih ettiklerini belirtmektedir. Bugüne kadar olan tecrübeler, aday ülkelerin AB’ye üyeliğin gerektirdiği dönüşüm sürecinin maliyetlerinin farkında olmalarına rağmen üyelik perspektifi için çabaladıklarını göstermektedir. Hiçbir aday ülke açık bir şekilde kriterlere uyum sağlamayı reddetmemiştir. Ayrıca bugüne kadar katılım öncesi yol haritası verildikten sonra üyelik perspektifini kaybeden bir aday ülke de olmamıştır.

Aday ülkelerin Avrupalılaşma sürecinde gösterdikleri uyum, çıkara ya da normlara dayalı olabilmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta aktörlerin uyumu maddi veya sosyal faydalar için mi yoksa “yapmaları gereken doğru şey” olduğuna inandıkları için mi sağladıklarıdır. Çıkara dayalı uyum ile normlara dayalı uyumu birbirinden ayırt etmek genellikle güçtür çünkü katılım öncesi süreçte çoğu zaman her ikisi birlikte işlemekte ve birbiriyle çelişmekten ziyade birbirini tamamlamaktadır. Koşulluluğunun uyum üzerindeki etkilerini ölçmek için maliyet- fayda hesaplamalarına ilişkin argümanları dikkate alınmalı ve kazanç ve kayıplara ilişkin dengenin ne şekilde algılandığı anlaşılmaya çalışılmalıdır. Diğer taraftan

310 Gergana Noutcheva, EU Conditionality and Balkan Compliance: Does Sovereignty Matter?, PhD

Dissertation, University of Pittsburgh, Pittsburgh, 2006, s. 17.

sosyal öğrenme temelli yaklaşımlar açısından iç aktörlerin özellikle AB taleplerinin meşruiyeti konusundaki düşünceleri önem taşımaktadır.

Demokratikleşme sürecinde dış ve iç etkenler arasında karmaşık bir etkileşim yaşanmaktadır. Bazı durumlarda uluslararası faktörler ve ulusal faktörler arasındaki sınırları belirlemek oldukça zor hale gelmektedir. Bu nedenle, bu faktörler arasındaki iki taraflı etkilerin araştırılması önem taşımaktadır. Böyle bir araştırma, siyasi seçimler ile yapısal faktörlerin bütünleştirilmesini ve demokratikleşme sürecinin değişik aşamalarındaki dinamiklerin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Bu bağlamda aday ülkelerdeki katılım baskısı ile ulusal politika arasındaki interaktif etkileşim önem taşımaktadır312. Böyle bir yaklaşımın önemli bir boyutunu ise iç aktörlerin, siyasi koşulluluğa ve koşullara bakışı oluşturmaktadır. Çünkü siyasi koşulluluğun işleyişi, büyük ölçüde iç aktörlerin, koşulluluğa vereceği tepki ve cevaplara bağlıdır. Bu kapsamda iç aktörlerin AB idealine bağlılığının da belirleyci bir etken olduğu unutulmamalıdır.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

AVRUPA BİRLİĞİ’NDE SİYASİ KOŞULLULUĞUN GELİŞİMİ, SİYASİ ELİTLERİN ROLÜ VE GENİŞLEME SÜREÇLERİ

PERSPEKTİFİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ 3.1 KOŞULLULUĞUN GELİŞİMİ VE AVRUPALILAŞMASI

Uluslararası koşulluluğun başlangıçtaki gelişimi çok taraflı veya iki taraflı yabancı kaynaklı yardımlar ve kalkınma yardımlarına bağlı olmuştur. Bu tür koşulluluk, büyük ölçüde batı dünyasının gelişmekte olan ülkelere sağladıkları yardımlarda uygulanmıştır. Esasen, kalkınma yardımlarının kökeni sömürgecilik dönemlerine kadar uzanmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren, yardımların dağıtımı ile yardım sağlayan aktörlerin ileri sürdüğü koşullar arasındaki bağlantının giderek güçlenmesi ile koşulluluk uygulamaları daha karmaşık bir hal almıştır.

Kalkınma yardımları, iki kutuplu dünya sisteminde uluslararası güç oyununun önemli bir unsuru haline gelmiştir. Yardımlar, gerek ABD liderliğindeki batı bloğu gerekse SSCB liderliğindeki doğu bloğu açısından önemli bir dış politika aracı haline gelmiştir. Sömürgecilik, sömürgecilik sonrası ve Soğuk Savaş dönemlerinde yardımlar, büyük güçlerin güvenlik çıkarlarının korunması ile yakından ilişkilidir. Yardımların verilmesinde normatif ve çıkara dayalı sebepler birbirinden ayırt edilebilse de, genel olarak yardımları veren aktörlerin çıkarlarının birincil, bu yardımları alan aktörlerin çıkarlarının ise ikincil olduğu kabul edilmektedir. Bu durum, koşulluluğu uygulayan ile buna tabi olan aktörler arasındaki güç asimetrisinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır313.

1960’larda ve 1970’lerde sömürgeci ülkeler ikili yardımlarını eski sömürgelerine yönlendirmişlerdir. Ticari ve insani geleneklerin ve Birleşmiş Milletler (BM) çerçevesindeki uluslararası taahhütlerinin sonucu olarak sömürgeci tarihi olmayan ülkeler de uluslararası yardım vermeye başlamıştır. Yardımlar, kuzey-

güney ilişkilerinin şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Her ne kadar 1970 ve 1980’lerde siyasi koşulluluğun etkinliği düşük olsa da, 1990’lardan itibaren bu yöntemin kullanımı ve popülaritesi giderek artmıştır. Bu gelişmede; uluslararası sistemin giderek güçlenen çok taraflı niteliği, uluslararası alanda askeri müdahalelerin maliyetinin artması ve uluslararası aktörlerin saldırgan olmayan politikalar izleme eğilimi gibi farklı faktörler etkili olmuştur314. Koşulluluk tek taraflı ya da çok taraflı nitelikte olabilmektedir. Soğuk Savaş boyunca tek taraflı uygulanan koşulluluk politikaları yaygınken, 1990’lardan bu yana AB, NATO, AGİT gibi uluslararası kuruluşların uyguladığı çok taraflı koşulluluk modelleri ağırlık kazanmıştır315.

Bu çerçevede çalışmanın bu bölümünde uluslararası koşulluluğun İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomik koşulluluktan siyasi koşulluluğa uzanan gelişimi genel olarak incelendikten sonra, siyasi koşulluluğun AB’nin üçüncü ülkelerle ilişkilerinde ve genişleme politikası perspektifindeki gelişimi ayrıntılı bir biçimde değerlendirilecektir. Burada amaç, AB’nin genişleme politikası çerçevesinde dinamik bir politika aracı olarak siyasi koşulluluğun ne şekilde kullanıldığının ortaya konulmasıdır.

3.1.1 Ekonomik Koşulluluktan Siyasi Koşulluluğa

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batı kaynaklı yardımların ve koşulluluk politikalarının gelişimini inceleyen Olav Stokke316, birinci kuşak ekonomik koşulluluk ile ikinci kuşak siyasi koşulluluk arasındaki ayrımı ortaya koymuştur. Birinci kuşak koşulluluk, 1970’lerin başlarında gelişmekte olan ülkelerde, özellikle Latin Amerika ve Afrika’da Sahara altı ülkelerinde, hızla büyüyen ekonomik kriz sonucunda Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası tarafından başlatılan yapısal uyum programları çerçevesinde gelişmiştir. Bu kuruluşlar, IMF’nin 1968 yılında oluşturduğu resmi koşulluluk ana hatları doğrultusunda, dış borcu yüksek gelişmekte

314 Viljar Veebel, “European Union’s Positive Conditionality Model in Pre-Accession Process”,

Trames, Vol. 13, No. 3, 2009, ss. 208-209.

315 Veebel, s. 209. 316 Stokke, ss. 1, 7-9.

olan ülkelere verecekleri kredileri bu ülkelerde ekonomik reformlar yapılması koşuluna bağlamışlardır. IMF’nin analizlerine göre; gelişmekte olan ülkelerin yaşadığı krizin temelinde aşırı bütçe açıklarına ve enflasyona yol açan kamu harcamaları ve aşırı değerlenen paralar gibi etkenler bulunmaktaydı. Bu nedenle söz konusu ekonomik reformlar, ilgili ülkelerde neoliberal bir perspektifle makroekonomik yeniden yapılanmayı, piyasa liberalizasyonunu, mali ve idari reformları ve bütçe dengesini teşvik etmeyi hedeflemiştir.

1980’ler boyunca dış yardımlar ve buna bağlı olarak koşulluluk uygulamaları hızlı bir artış göstermiştir. Bu süreç büyük ölçüde IMF tarafından yönlendirilmiştir. Esasen uluslararası siyasi eğilimler ile dış yardım siyaseti arasında her zaman yakın bir ilişki olmuştur. 1980’lerde bu ilişki daha da güçlenmiştir. Bu dönemde Soğuk Savaş’ın da etkisiyle dış yardım rejiminin siyasi ve güvenlikle ilgili konularla bağlantısı artmış ve siyasi yönelimler dış yardım politikaları ile her zaman olduğundan daha da yakından ilgili hale gelmiştir. Bu ortamda dış yardım sağlayan aktörler arasındaki koordinasyon ve birbiriyle kesişen alanlarda koşulluluk uygulamaları artmıştır. Koşullar, neo-liberal ekonomik politikaların gerektirdiği tüm alanlara yayılmıştır317.

1990’ların başında Batının yardım koşulluluğunda komünizmin çöküşünün yarattığı siyasi olanaklardan yararlanmaya yönelik paradigmal bir geçiş yaşanmıştır. Soğuk Savaş’ın bitişiyle ortaya çıkmaya başlayan yeni dünya düzeninde Batı devletleri diğer ülkeler ile olan ilişkilerinde siyasi normlara öncelik vermeye başlamışlardır. Böylece neoliberal ekonomik politikalarını tamamlayıcı şekilde Batının siyasi normlarının da diğer ülkelere yayılması gündeme gelmiştir. Bu kapsamda özellikle demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, sivil haklar gibi normlar ön plana çıkmıştır. 1990’lı yıllarda resmi kalkınma yardımları giderek artan bir biçimde bu alanlarda siyasi ve idari reformlar yapılması koşuluna bağlanmış ve Stokke’nin ikinci kuşak koşulluluk olarak adlandırdığı “siyasi koşulluluk” ağırlık kazanmıştır.

317 Peter Gibbon, “The World Bank and the New Politics of Aid”, Political Conditionality, Ed. Georg

Esasen siyasi koşulluluk gündemi, Soğuk Savaş yılları boyunca kısıtlı bir ölçüde de olsa oluşmaya başlamıştır. Kalkınma yardımlarının insan haklarına ilişkin koşullara bağlanması 1975 yılına kadar uzanmaktadır. Bu tarihte ABD Kongresi böyle bir bağlantıyı dile getiren bir düzenleme yapmıştır. Hollanda’da benzer bir şekilde 1979 yılında dış yardım politikasını insan haklarının korunması anlayışı ile düzenlemiştir. 1980’ler boyunca benzer gelişmeler artmıştır. Bununla birlikte Soğuk Savaş’ın koşulları altında bu anlayışın uygulamaya geçirilmesi pek de mümkün olmamıştır. Bu dönemde daha çok güvenlik kaygıları ile hareket edilmiş ve insan hakları ve demokrasi gibi konular arka planda kalmıştır. Ancak Soğuk Savaş’ın bitmesi ve uluslararası ideolojik ortamın değişmesi ile birlikte uluslararası alanda demokrasi teşviki ve insan haklarının korunmasına gibi yaklaşımlar ön plana çıkabilmiştir. Bununla birlikte bu yeni dönemde de demokrasi ve insan hakları ile güvenlik kaygıları ve ekonomik çıkarların karşı karşıya geldiği durumlar zaman zaman politika ikilemleri oluşturmaya devam etmiştir. Batı ülkelerinin stratejik ve ekonomik çıkarları gereği bazı ülkelerin insan hakları ihlallerini görmezden gelmesi eleştiri konusu olmuştur. Bu konuda sıkça verilen bir örnek Batının Çin’e yönelik politikalarıdır318.

Diğer taraftan, ikinci kuşak siyasi koşulluluk birinci kuşak ekonomik koşulluluktan bağımsız olarak ortaya çıkmamıştır. Yapısal uyum programlarının özellikle Afrika’da ekonomik toparlanma anlamında beklenilen sonuçları vermemesi ikinci kuşak koşulluluğu destekleyen bir anlayışın oluşmasına yardımcı olmuştur. Bu anlayış; ekonomi politikası reformlarının siyasi ve idari reformlarla bütünleştirilmesi gereğini gündeme getirmiştir. Bu anlayışın ardında, aslında ekonomik kalkınma ile demokratik gelişimin bağlantılı olduğu düşüncesi yatmaktadır. Bu düşünce ekonomik ve siyasi koşulluluk arasındaki ilişkiyi desteklemiştir319. Koşulluğun her iki şeklinin ortak özelliği, uluslararası örgütlerin veya diğer aktörlerin belli ülkelerde sistematik değişim gerçekleştirmeye yönelik taleplerini içermeleridir. Diğer taraftan ikinci kuşak koşulluluk, yardım alabilmek için karşılanması gereken koşulların kapsamını

318 Georg Sorensen, “Introduction”, Political Conditionality, Ed. Georg Sorensen, Frank Cass,

Benzer Belgeler