• Sonuç bulunamadı

GEREÇ VE YÖNTEMLER

ĠSTATĠSTĠKSEL ANALĠZLER

C: Sitozin; A: Adenin.

Lenf bezi metastazı varlığıyla da IRS-1, IRS-2 ve IGFBP-3 genotiplerinin özellikleri arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki elde edilmedi (Tablo 14-16).

Tablo 14. Ġnsülin reseptör substratı-1 genotiplerinin lenf bezi metastazlarına göre dağılımı

GENOTĠP Metastaz yok Metastaz var p

GG 63 13

>0,05

GA 13 2

AA 2 0

G: Glisin; A: Arjinin.

Tablo 15. Ġnsülin reseptör substratı-2 genotiplerinin lenf bezi metastazlarına göre dağılımı

GENOTĠP Metastaz yok Metastaz var p

GG 58 9

>0,05

DG 16 5

DD 4 1

G: Glisin; D:Aspartat.

Tablo 16. Ġnsülin benzeri büyüme faktör bağlayıcı protein-3 genotiplerinin lenf bezi metastazlarına göre dağılımı

GENOTĠP Metastaz yok Metastaz var p

CC 48 5

>0,05

AC 25 9

AA 5 1

30

Tablo 17-19’da IRS-1, IRS-2 ve IGFBP-3 genotiplerinin DTK’li olgularda TNM evrelemesine göre dağılımları sunulmaktadır. Yine her üçüne ait genotipik dağılımın TNM evrelemesini etkilemediğini saptadık.

Tablo 17. Ġnsülin reseptör substratı-1 genotiplerinin tümör-lenf bezi-metastaz evrelemesine göre dağılımı

GENOTĠP Evre 1 Evre 2 Evre 3 Evre 4 p

GG 52 5 5 3

>0,05

GA 12 0 3 0

AA 2 0 0 0

G: Glisin; A: Arjinin.

Tablo 18. Ġnsülin reseptör substratı-2 genotiplerinin tümör-lenf bezi-metastaz evrelemesine göre dağılımı

GENOTĠP Evre 1 Evre 2 Evre 3 Evre 4 p

GG 48 3 7 2

>0,05

DG 14 2 1 1

DD 4 0 0 0

G: Glisin; D:Aspartat.

Tablo 19. Ġnsülin benzeri büyüme faktör bağlayıcı protein-3 genotiplerinin tümör-lenf bezi-metastaz evrelemesine göre dağılımı

GENOTĠP Evre 1 Evre 2 Evre 3 Evre 4 p

CC 41 0 3 1

>0,05

AC 21 5 5 2

AA 4 0 0 0

C: Sitozin; A: Adenin.

Diferansiye tiroid kanserli olgularda yapılan incelemede kanserin gelişimi üzerine etkili olabilecek risk faktörleri (yaş, cinsiyet, VKİ, bel çevresi ve HOMA-IR) incelendi. Bu inceleme sonucunda, DTK gelişiminde ileri yaşın (p<0,001), cinsiyetin kadın olmasının (p<0,001) ve artmış VKİ’nin (p=0,03) etkili olduğunu tespit ettik (Tablo 20).

31

Tablo 20. Diferansiye tiroid kanseri geliĢimi üzerine etkili olan risk faktörleri

p Etki Faktörü Güvenirlik Aralığı

YaĢ <0,001 1,08 1,05-1,12

Cinsiyet <0,001 0,27 0,12-0,60

VKĠ 0,03 1,09 1-1,18

HOMA-IR 0,07 1,28 0,97-1,68

32

TARTIġMA

Diferansiye tiroid kanserleri en sık görülen endokrin tümörlerden biri olup, tedavi ve takip açısından genellikle iyi seyirlidir. Şu ana kadar DTK’lerin patogenezinde birçok genotipik değişiklik gösterilmiş olmasına rağmen (90-95), DTK’lerinde daha önceden

çalışılmamış olanIRS-1, IRS-2 ve IGFBP-3 gen polimorfizmlerini araştırmayı amaçladık.

Çalışmamıza katılan 93 DTK’lı olgunun 14 tanesi erkek (%15,1), 79 tanesi kadındı (%84.9). Literatürde DTK’nın kadın/erkek görülme oranı 2/1-4/1 arasında değişmektedir (2). Bu oran papiller ve folliküler karsinom için de benzerdir. Bizim çalışmamızda da 5,64/1 gibi literatüre yakın bir oran tespit edilmiştir.

Çalışmamıza katılan DTK’lı olguların yaş ortalaması 50,2±12,2 olarak tespit edilmiştir. Literatürde papiller tiroid karsinomun ortalama tanı yaşı kadınlarda 40, erkeklerde 44 olarak bildirilmiştir (2). Merhy ve ark.’nın (96) çalışmasında ise DTK’unda ortalama tanı yaşı 49 olarak saptanmıştır. Bir diğer çalışmada da, DTK için ortalama tanı yaşı kadınlarda 41, erkek hastalarda 46 olarak bildirilmiştir (97). Genel olarak papiller tiroid karsinomunun tanı yaşının 40-44, folliküler tiroid karsinomunun tanı yaşının ise 45-60 olduğu kabul edilmektedir (4,5). Çalışmamıza katılan DTK hasta grubunun yaş aralığı da literatürde bildirilen sonuçlarla uyumluydu.

Obezite; endometriyum, kolon, rektum, böbrek, pankreas ve tiroid gibi birçok kanserin artmış riski ile ilişkilendirilmiştir. Tiroid kanseri ile obezite ilişkisini açıklayabilecek mekanizma tam olarak belli değildir. Ancak obez insanlarda kanda artmış insülin, IGF-1, leptin ile azalmış adinopektin düzeyleri kanser gelişmesinde rol oynayabilir. AMP-aktive protein kinaz ve mammalian target of rapamycin (mTOR) gibi diğer tümör büyüme

33

düzenleyicilerinin de direkt veya indirekt olarak etki edebileceği düşünülmektedir. Ayrıca obezlerde normal kilolulara nazaran artmış subakut inflamasyonun da artmış kanser riski ile ilişkisi olabileceğine inanılmaktadır (98). Çalışmamızda DTK’li olgularımızın VKİ ve bel çevresini kontrol grubuna nazaran daha yüksek olarak saptadık. Kitahara ve ark.’ları (13), her iki cinsiyette de artmış bel çevresinin tiroid kanser gelişiminde önemli rol oynadığını tespit etmişlerdir. Normal bel çevresi ve VKİ’ye sahip olan kişilerle kıyaslandığında artmış bel çevresi ve VKİ’nin tiroid kanseri gelişimini iki kat arttırdığını göstermişlerdir. Peterson ve ark.’nın (14) sekiz çalışmadan faydalanılan bir derlemesinde de, VKİ artışı ile tiroid kanser gelişimi arasında ilişki olduğu bildirilmiştir. Bu derleme de, VKİ ile tiroid kanseri gelişim riskinin kadınlarda erkeklere göre daha fazla olduğu ifade edilmiştir. Yakın zamanda Kitahara ve ark.’nın (15) beş çalışmadan faydalanılarak yayınlanan derlemelerinde de, artmış VKİ ile tiroid kanser gelişimi ilişkilendirilmiş, obez olgularda aşırı kilolulara göre daha fazla tiroid kanser gelişme riski olduğu bildirilmiştir. Yine bir başka çalışmada da, normal kilolulara göre aşırı kilolu olgularda %30, obezlerde ise %40 tiroid kanser riskinin arttığı tespit edilmiştir (16). Yeni Kaledonya ve Fransız Polinezya halkında yapılan çalışmada VKİ arttıkça diferansiye tiroid kanser gelişme sıklığının arttığı ifade edilmiştir(17). Bu çalışmalarla

uyumlu olarak bizim çalışmamızda da VKİ’nin tiroid kanser gelişimi için risk faktörü olduğunu tespit ettik.

Diferansiye tiroid kanserli hastalarla kontrol grubu arasında açlık kan glukoz düzeyi ve insülin düzeyi açısından farklılık saptamadık. Ayrıca çalışmamıza katılan hasta grubuyla kontrol grubu arasında DM tanısı olanların sayısı açısından farklılık izlenmedi. Ancak insülin direncinin göstergesi olan HOMA-IR düzeyleri, DTK grubunda kontrol grubuna göre daha yüksekti. Avusturyalı yetişkinlerde yapılan değerlendirmede açlık plazma glukoz düzeyinin >95,4 mg/dl olması tiroid kanseri ile pozitif şekilde ilişkilendirilmiştir (99). Aschebrook- Kilfoy ve ark.’nın (100) yaptığı çalışmada ise, DM’nin varlığının DTK riskini arttırdığı yönünde hipotez ileri sürmüştür. Bu çalışmada DM’li DTK’lı kadınların papiller tiroid kanserinden ziyade folliküler tiroid kanseri açısından daha yüksek risk taşıdığı ileri sürülmüştür. Erkekler arasında ise, DM’nin varlığının tiroid kanser riskini arttırmadığı gözlenmiştir. Buna karşın yapılan bir başka çalışmada ise, kadınlarda plazma glukoz düzeyi arttıkça tiroid kanser gelişme riskinin azaldığı tespit edilmiştir (101). Kitahara ve ark.’nın (102) yaptığı çalışmada ise, çalışmamızdaki sonuçlarla uyumlu olarak, DM’un varlığı artmış tiroid kanseri ile ilişkili saptanmamıştır. Ayrıca tiroid kanseri ve insülin direnci arasındaki ilişkiyi inceleyen iki çalışmada yine çalışmamızla uyumlu olarak tiroid kanser gelişiminde

34

insülin direncinin risk faktörü olabileceğinden bahsedilmektedir (103,104). İnsülin direncinin tiroid kanserinden başka endometriyum, hepatosellüler, melanoma, kolorektal ve akciğer kanserinde risk faktörü olarak rol alabileceği üzerinde durulmaktadır (7-12).

Çalışmamıza katılan DTK’li hasta grubu ile kontrol grubu arasında trigliserid düzeyi açısından anlamlı bir farklılık izlenmedi. Ayrıca hasta grubumuzdaki kolesterol düzeyleri kontrol grubuna nazaran daha yüksek tespit edildi. Yapılan bir çalışmada tiroid kanseri ile kan glukoz ve VKİ arasında ilişki tespit edilmiş olmasına rağmen, trigliserid ve kolesterol düzeyleri ile tiroid kanseri arasında herhangi bir ilişki gözlenmemiştir (101). Ulmer ve ark.’ nın (105) yaptığı çalışmada, erkek ve kadınlarda yüksek trigliserid düzeylerinin tiroid kanseri gelişme riskini arttırdığı bildirilmiştir. Artmış serum trigliserid konsantrasyonlarının tiroid kanseri patogenezinde rol oynadığını ileri sürmüşlerdir. Borena ve ark. (106) da, artmış trigliserid düzeylerinin bazı kanser türlerinin gelişiminde relatif risk artışına neden olduğunu tespit etmişlerdir. Özellikle bahsedilen bu durum tiroid kanserlerinde erkek cinsiyet için geçerlidir.

Tiroid kanser olgularımızın anamnezlerinden 29’unda (%31,2) ailelerinde kanser hastalığı olduğu tespit edildi. Vlajinac ve ark. nın (107) yaptığı çalışmada, 177 tiroid kanserli hastanın 1. ve 2. derece akrabalarının 45’nin (%25.4) ailesinde malignite öyküsü olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca; 339 nonmedüller tiroid kanserli hastanın 1. derece yakınlarında yapılan çalışmada tiroid kanserli hasta yakınlarında kontrol grubuna nazaran %38 daha fazla kanser insidansı olduğu izlenmiştir (108). Yapılan başka bir çalışmada ise, 35 yaşından küçük olgularda, 1., 2. ve 3. derece akrabalarında tiroid kanseri varsa, o kişinin tiroid kanserine yakalanma riskinin üç kat fazla olduğu bildirilmiştir (109). Ancak Frich ve ark. (110) nonmedüller tiroid kanserli hastaların 1. derece yakınlarında kolon, böbrek ve meme kanseri insidansında artış izlenmediğini belirtmişlerdir. Bizim çalışmamızdaki oranın nispeten yüksek saptanmasının nedeni, aile anamnezindeki sorgulamayı 1., 2., 3. ve 4. derece akraba olmak üzere geniş tutmamızdan kaynaklandığını düşünmekteyiz.

Çalışmamızda incelenen olgulardan 90’ı (%96,7) papiller tiroid kanseri, 3’ü (%3,3) folliküler tiroid kanseri idi. Papiller tiroid kanserli olguların 31’i (%34,4) mikropapiller karsinom tanısı ile izlenmekteydi. Papiller tiroid kanser olgularının 54’ü (%60) klasik tip, 33’ü (%36,6) folliküler varyant, 22’i (%24,4) onkositik varyant ve biri de (%1,1) uzun hücreli varyant tanısı almıştı. Elboğa ve ark.’nın (111), 736 DTK’lı hastada yaptığı çalışmada, %87 ile en yüksek oranda papiller karsinom tespit edilmiş, ikinci sıklıkta %11 ile folliküler karsinom saptanmıştır. Papiller karsinomlar içinde en sık %31 oranında papiller klasik

35

varyant izlenmiştir. Muro-Cacho ve Ku’nun (20) yaptığı çalışmada da, DTK tipleri içinde papiller karsinom oranı %85, folliküler karsinom oranı %15 olarak bulunmuştur. Burgess (97), 1982-1997 yılları arasında yeni tanı konan 9053 tiroid kanserli olguların %65,8’nin papiller tiroid karsinomu, %17,8’nin folliküler tiroid karsinomu, %4,6’nın meduller tiroid karsinomu, %1,3’nün anaplastik tiroid karsinomu ve %10,6’nın da diğer tiroid karsinomlarına sahip olduğunu gözlemiştir. Merhy ve ark.’nın (96) 2001 yılında, DTK olgularda yaptıkları çalışmada ise, papiller karsinom %82, folliküler karsinom %11, onkositik hücreli karsinom oranı ise %7 olarak tespit edilmiştir. Leung ve ark. (112) ise, 1108 kişiyi kapsayan çalışmada, 14 uzun hücreli varyant papiller tiroid karsinomuna (%1.2) rastlamışlardır. Amerika National Cancer Data Base’den alınan bilgilere göre 1985-1995 yılları arasında tedavi edilen 53856 tiroid kanserli hastanın histopatolojik dağılımları; %80 papiller kanser, %11 folliküler kanser, %3 hurthle hücreli kanser, %4 medüller kanser ve %2 anaplastik kanserdir (3). Otopsi serilerinde papiller mikrokarsinom insidansı %25 olarak bulunmuştur (113). Yukarıdaki

oranlarla kıyaslandığında çalışmamızda değerlendirdiğimiz DTK’li olgularında benzer sıklıkta patolojik özellikler taşıdığı görülmektedir.

Papiller tiroid kanseri sıklıkla lenfojen yolla yayılmaktadır. Papiller tiroid kanseri olgularının tanı anında yaklaşık %50’sinde lenf bezi metastazı vardır. Hatta Japonya’dan bildirilmiş bir çalışmada mikroskopik olarak hastaların %84’ünde lenf bezi metastazı saptanmıştır (114). Elboğa ve ark.’nın (111) 736 DTK’lı hastada yaptığı çalışmada ise, hastaların 71’inde (%9,6) lenf bezi metastazı saptanırken, 653’ünde (%88,7) lenf bezi metastazı saptanmamıştır. Bizim çalışmamızda ise papiller tiroid kanserli olgularda lenf bezi metastazı saptanan olgu sayısı 15 (%16,1) idi. Çalışmalar arasındaki farklı oranların hasta sayısından ve uygulanan cerrahi işlemlerin farklılığından kaynaklanmış olabileceğini

düşünmekteyiz.

İyot-131 tedavisi iyi DTK’nın tedavisinde cerrahi sonrası fonksiyonel tiroid artıklarının, boyun ve uzak bölgelerdeki fonksiyonel metastazların ablasyonunda kullanılmaktadır. Elboğa ve ark.’nın (111) yaptığı bir çalışmada, DTK’lı hastaların yaklaşık %89’una RAİ tedavisi verildiği tespit edilmiştir. Bizim çalışmamızda ise DTK’li olgularımızın 44’üne (%47,3) takipleri sırasında RAİ ablasyon tedavisi uygulanmıştır.

Tiroid kanserinde en önemli iki prognostik faktör tanı anındaki tümörün evresi ve hastanın tanı yaşıdır (31,115-117). DTK’da uzun dönem surviyi etkileyen prognostik faktörlerin araştırıldığı bir çalışmada, genç hastalarda prognozun daha iyi olduğu bildirilmiştir (118). Sebastian ve ark. da (119) papiller tiroid karsinomunun prognozunu araştıran ortalama

36

sekiz yıllık izlem sürecini içeren çalışmalarında, 50 yaşın üstündeki hastalarda prognozun daha kötü olduğunu tespit etmişlerdir. Bizim çalışmamızda da, diğer çalışmalarla uyumlu olarak, TNM sınıflandırılmasına göre yapılan evreleme sistemine göre hastaların yaşı ilerledikçe hastalık evresinin de anlamlı bir şekilde arttığı gözlenmiştir.

Çalışmamızda DTK’lı olgularda sağlıklı olgulara göre IRS-1, IRS-2 ve IGFBP-3 gen polimorfizmlerinin sıklıklarının farklı olup olmadığını inceledik. Çalışmamızın sonucunda da her üç polimorfizm sıklığının gruplar arasında benzer olduğunu saptadık. Konu hakkında yaptığımız literatür incelemesinde ise, DTK’li olgularda daha önce IRS-1, IRS-2 ve IGFBP-3 polimorfizmlerini araştıran bir çalışmaya rastlamadık. IRS-1 ile ilgili yapılan çalışmalarda; endometriyum kanserli ve atipik hiperplazik hastalarda aktive artışı olduğu saptanmış ve endometriyum kanserli hastalarda IRS-1 aktivasyonun kötü klinik-patolojik özellikler ile ilişkili olduğu bildirilmiştir (120). Sekiz kolorektal kanserli hastanın doku örneklerinden yapılan değerlendirmede ise IRS-1 aşırı yapımı gösterilmiş (121). Meme kanserinde ise BRCA1 zararlı mutasyon ile IRS-1 arasında önemli bağlantı olduğu tespit edilmiştir (122). IRS-1’in malign mezotelyomada plevral hücre büyümesiyle ilişkili olduğu (123), malign epitelyal over tümerlerinin patogenezinde rol oynadığı (124), prostat kanseri gelişimiyle de ilişkili olduğu başka bir çalışmada bildirilmiştir (125). IRS-2 ile ilgi yapılan çalışmalarda; IRS-2 G1057D polimorfizminin endometriyal kanser, hepatosellüler kanser ve prostat kanseri gelişimi ile ilişkili olduğu ileri sürülmüştür (126-128). IGFBP-3 ile ilgili yapılan çalışmalarda ise; IGFBP-3 rs 2453839 varyant allelinin endometriyum kanseri riski gelişimini azalttığı saptanmıştır (129). IGFBP-3 transkripsiyonunun glioblastoma ve astrositomada artmış olduğu tespit edilmiştir (130). IGFBP-3 yapımının mide ile ilişkili tümörlerde arttığı, özellikle intestinal tipte bu yapımın daha yüksek olduğu saptanmıştır (131). Bazı kanser tiplerinde (osteosarkom, özofagus ve prostat) ise IGFBP-3 seviyesinin düşüklüğünün artmış mortalite ilişkili olduğu gösterilmiştir (132-134). Çalışmamızın sonucunda da, çeşitli maligniteler ile ilişkili olduğu ileri sürülen IRS-1, IRS-2 ve IGFBP-3 polimorfizmlerinin sıklığının DTK’li olgularda sağlıklı olgulara göre farklı olmadığını saptadık. Ayrıca çalışmamızda, IRS-1, IRS- 2 ve IGFBP-3 polimorfizmlerinin DTK tümör evrelemesi ve lenf bezi metastazı üzerine herhangi bir etkisi olmadığını saptadık. Bu nedenle her üç polimorfizmin DTK patogenezinde rol oynamadığını düşünmekteyiz.

Sonuç olarak; DTK’li olgularda insülin direnci yolakları ile ilişkili polimorfizmlerden daha çok obezite ve HOMA-IR artışının önemli olduğunu tespit ettik. Yaşam tarzı değişimleri

37

ile sağlıklı kilolara ulaşılmasının dolayısıyla insülin direncinin azaltılmasının diferansiye tiroid kanser gelişiminin azaltılmasında önemli rolü olabileceğini düşünmekteyiz.

38

SONUÇLAR

Çalışmaya Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Endokrinoloji Polikliniği’nden ve İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Endokrinoloji Polikliniği’nden takip edilmekte olan 93 hasta ve 111 sağlıklı birey alındı. Çalışmada bireylerin antropometrik ölçümlerine, kan glukoz, lipit profili ve HOMA-IR düzeylerine bakıldı. Ayrıca hasta ve sağlıklı bireylerde insulin direnç gen polimorfizm sıklığı değerlendirildi. Çalışmamızın sonuçları:

1. Çalışmamızda DTK’li olgularımızın VKİ, bel çevresi ve kolesterol düzeyleri kontrol grubuna nazaran daha yüksek olarak saptanmıştır.

2. DTK’lı hastalarımızla kontrol grubu arasında açlık kan glukoz, insülin, trigliserid düzeyleri ile DM tanısı olanların sayısı açısından fark izlenmemiştir.

3. İnsülin direncinin göstergesi olan HOMA-IR düzeyleri, DTK grubunda kontrol grubuna göre daha yüksektir.

4. Tiroid kanser olgularımızın anamnezlerinden 29’unda (%31,2) ailelerinde kanser hastalığı olduğu tespit edilmiştir.

5. Çalışmamızdaki olgularımızın 90’ı (%96,7) papiller tiroid kanseri, 3’ü (%3,3) ise folliküler tiroid kanseri idi. Papiller tiroid kanserli olguların 31’i (%34,4) mikropapiller karsinom tanısı konmuştu. Ayrıca; papiller tiroid kanser olgularının 54’ü (%60) klasik tip, 33’ü (%36,6) folliküler varyant, 22’si (%24,4) onkositik varyant ve biri de (%1,1) uzun hücreli varyant tanısı almıştı.

6. PTK’li olgularda lenf bezi metastazı saptanan olgu sayısı 15 (%16,1) idi.

7. DTK’li olgularımızın 44’üne (%47,3) takipleri sırasında RAİ ablasyon tedavisi uygulanmıştı.

39

8. IRS-1, IRS-2 ve IGFBP-3 polimorfizm sıklığının DTK’lı olgularla sağlıklı olgular arasında fark olmadığını saptadık. Bu üç polimorfizmin DTK patogenezinde rol oynamadığını düşünmekteyiz.

9. DTK’lı olgularda IRS-1, IRS-2 ve IGFBP-3 polimorfizmlerden daha çok obezite ve HOMA-IR artışının önemli olduğunu düşünmekteyiz.

40

ÖZET

Tiroid kanserleri endokrin malignensiler içerisinde en sık gözlenen malignensidir. Çoğunluğu tiroid folliküler hücrelerden köken alan, iyi diferansiye folliküler ve papiller tiroid kanserlerinden oluşur. Tiroid kanserinin patogenezinde diğer kanserlerde olduğu gibi genetik değişimler ve bazı çevresel faktörler temel rol oynamaktadır. Bu nedenle birçok solid tümör patogenezinde rolü olduğu düşünülen, ayrıca diferansiye tiroid kanserli hastalarda şu ana kadar çalışılmamış olan insülin reseptör substrat-1, insülin reseptör substrat-2 ve insülin benzeri büyüme faktörü bağlayıcı protein-3 genotiplerinin tiroid kanseriyle olan ilişkisini incelemek, ayrıca obezite ve insülin direnci gibi bazı çevresel faktörlerin diferansiye tiroid kansere olan etkisini araştırmayı amaçladık.

Çalışmaya diferansiye tiroid kanser tanısı olan 93 hasta (79 kadın, 14 erkek) ve 111 sağlıklı kontrol olgusu (63 kadın, 48 erkek) alındı. Tüm olguların antropometrik ölçümleri, insülin direnci göstergesi olan homeostatik model değerlendirme sonuçları, lipidleri, tiroid fonksiyon testleri kaydedildi. Ayrıca insülin reseptör substrat-1, insülin reseptör substrat-2 ve insülin benzeri büyüme faktörü bağlayıcı protein-3 gen polimorfizmleri polimeraz zincir reaksiyonu ve restriksiyon fragmant uzunluk polimorfizmi yöntemleri kullanılarak belirlendi.

Diferansiye tiroid kanserli olguların insülin direnci göstergesi olan homeostatik model değerlendirme sonuçları, vücut kitle indeksi, bel çevresi ve kolesterol düzeyleri kontrol grubuna nazaran daha yüksek saptandı. Diferansiye tiroid kanserli hastalarla kontrol grubu arasında açlık kan glukoz, insülin, trigliserid düzeyleri ile Diabetes Mellitus tanısı olanların sayısı açısından fark izlenmedi. İnsülin reseptör substrat-1, insülin reseptör substrat-2 ve insülin benzeri büyüme faktörü bağlayıcı protein-3 polimorfizm sıklığı; diferansiye tiroid

41

kanserli hastalar ile sağlıklı olgular arasında farklı değildi. Ayrıca bu polimorfizmlerin; lenf bezi metastazı ve tümör evrelemesine etkisi olmadığı gözlendi.

Diferansiye tiroid kanser patogenezinde; insülin reseptör substrat-1, insülin reseptör substrat-2 ve insülin benzeri büyüme faktörü bağlayıcı protein-3 polimorfizmlerinin rol oynamadığını saptadık. Ancak diferansiye tiroid kanser gelişiminde; obezite, insülin direnci göstergesi olan homeostatik model değerlendirme sonuçları artışının, ileri yaş ve kadın cinsiyetin önemli olduğunu tespit ettik.

42

INVESTIGATION OF INSULIN RESISTANCE GENE

Benzer Belgeler