• Sonuç bulunamadı

Sihir-Bilim İlişkisi

Belgede Klasik Türk edebiyatında sihir (sayfa 122-150)

3. SİHİR ÇEŞİTLERİ, SİHRİN MOTİF VE İŞLEVLERİ

4.2. Sihir-Bilim İlişkisi

Sihir ve büyünün, bilim ve teknolojiyle ilişkisinin olup olmadığı önemli bir tartışma konusu olmuştur. Büyüyü antropolojik yönden ilk kez ele alan E. B. Tylor

Primitive Culture adlı kitabında ilkel kabile mensuplarının büyü ile olaylar arasında

kendilerine göre bir sebep sonuç ilişkisi kurduklarını belirtmiş ve büyüyü sahte bilim olarak nitelendirmiştir. Daha sonra J. G. Frazer, ünlü The Golden Bough adlı eserinde Tylor’ın büyü, bilim ve din hakkındaki görüşlerini geliştirerek büyünün sahte bilim olduğu yönündeki görüşünü benimsemiştir. Büyünün ilkel bir bilim olduğu, bilimin ortaya çıkması ve gelişmesine yardım ettiği görüşünü ileri sürmüştür. Bütün dinlerin kaynağının büyü olduğunu söyleyen Frazer, büyünün din ve bilimle olan ilişkisini birer olgunlaşma aşaması olarak yorumlamıştır (Tanyu, 1995: 501- 502).

Eserlerinde daha çok büyüye inanışın psikolojik sebepleri üzerinde duran Malinowski de büyü bilim ilişkisinde Tylor ve Frazer gibi büyüyü sahte bilim olarak nitelendirmiştir. “Büyü, her zaman insani içgüdülere, ihtiyaçlara ve faaliyetlere sıkı

sıkıya bağlı belli bir amacı olması bakımından bilime akrabadır. Büyü sanatı pratik hedeflere ulaşabilmeye yönelmiştir; bütün diğer sanatlar ve beceriler gibi o da

123

kuramla etkili olabilmesi için eylemde kullanılması gereken biçimleri belirleyen bir ilkeler sistemiyle yönlendirilir.” Büyü tılsımları, ayinleri ve büyü araçları

incelendiğinde bunların bir dizi genel ilke tarafından belirlendiği tespit edilmiştir. Bilim gibi büyünün de geliştirdiği özel teknikler vardır. Büyüde yapılan bir şey hiç olmamış kılınabilir ya da verilen zararlar düzeltilebilir. Büyü gücünün etkisinin karşı büyüyle kesin olarak ortadan kaldırılması mümkündür. Bu özellikleri göz önüne alındığında büyü ile bilim arasında bazı benzerlikler gözlemlenmektedir. Bu benzerlikler nedeniyle Frazer gibi Malinowski de büyüyü sahte bilim olarak nitelendirmektedir. (Malinowski, 2000: 143).

“İnsan, bütün toplumsal ve dünyasal çabalarıyla, bütün başarı ve mutluluk

amaçlarıyla, bir yarışma, kıskançlık ve kötülük atmosferinde hareket eder. Çünkü mutluluk, servet, hatta sağlık görece kavramlardır; komşunun daha çok hayvanı, daha çok karısı, daha çok gücü varsa ve sağlığı seninkinden daha yerindeyse, insan sahip olduğu her şeyde ve bulunduğu her durumda kendini bastırılmış hisseder. İnsan doğası öyle biçimlenmiştir ki, bir başkası başarısız olduğunda arzuları sanki kendisi başarılı olmuş kadar tatmin edilir. İstek ve karşı isteğin, ihtiras ve kötülüğün, başarı ve kıskançlığın bu sosyolojik oyunu, büyü ve karşı büyü ya da ak ve kara büyü oyununa denk düşer.” (Malinowski, 2000: 85-86).

Marcel Mauss: “Büyü teknolojiye bağlandığına benzer tarzda bilime de

bağlanır. O yalnızca uygulamalı bir hüner değil, aynı zamanda bir fikirler deposudur da. Kendisinin ana çıkış kaynaklarından biri olan bilgiye büyük bir önem yükler. Aslında büyü söz konusu olduğunda, bilgi iktidardır… Hızla bitkilerin, metallerin, görüngülerin, varlıkların ve genelde yaşamın bir tür dizinini oluşturdu ve astronomik, fiziksel ve doğa bilimlerin ilk bilgi deposu haline geldi. Yunanistan’da büyünün astroloji ve simya gibi belli dallarının uygulamalı fizik diye adlandırıldığı bir gerçektir. Büyücülerin physikoi adını alması ve physikos sözcüğünün büyünün eşanlamlısı olması bundandır.” (Aktaran: Kingsley, 2002: 226-227).

“Bilim ve din” üzerine yapılan kimi modern çalışmalarda konunun farklı yaklaşımlarla ele alındığı, kimi çalışmalarda bilim ile dinin bir uzlaşma içerisinde gösterildiği (Bkz.: Barbour, 2004)1, kimi çalışmalarda ise bilim ile din arasında bir

1

Ian G. Barbour, hem fizikçi hem de teologdur. Bilimle din arasında diyalog çalışmalarını başlatmıştır. Bilim-din ilişkisini dört kategori altında inceleyerek yeni bir model geliştirmiştir. Çağdaş

124

çatışma olduğu tezinin ortaya atıldığı (Bkz.: Sagan, 2010)1 görülür. İslam âlimleri ise “Yaş ve kuru ne varsa Kur’ân’da vardır.” (Kur’an-ı Kerim, En’am, 6/59) mealindeki ayetten yola çıkarak bilim, fen ve teknoloji alanındaki ilerlemelerin peygamberlerin mucizeleri yoluyla Kur’an’da bulunduğunu söylerler. Bunlardan konumuzla ilgili olarak Hz. Süleyman’ın mucizeleri ispirtizma alanında insanı teşvik ederek varılabilecek son noktaya işaret eder.

Din ve bilimin karşılıklı düşmanca iddialarıyla büyü âleminin ikiye ayrılmasından önce dünya hakkında bilgi toplamak ve bunları sentezleyip kullanabilmek tamamen büyücünün göreviydi (Kingsley, 2002: 226). Lynn Thorndike de konuya aynı bakış açısından yaklaşarak büyücülerin belki de ilk deney yapan insanlar olduğuna dikkat çeker ve büyü ile bilimin gelişimleri sırasında birbiriyle bağlantılı olduklarını ileri sürer: “Bence büyü ile deneysel bilim, gelişimleri

sırasında birbiriyle bağlantılıydı; büyücüler belki de ilk deney yapanlardı ve birlikte incelenirse, hem büyünün hem de deneysel bilimin tarihi daha iyi anlaşılabilir.”

(Aktaran: Burton ve Grandy, 2005: 78). Deney ve gözlemlerden yararlanması büyüyü bilime akraba yapar. Fakat yine de sihir ve büyünün bilim teknikte olduğu gibi doğru temellere, gözlemlere dayandığı, doğruluğunun belgelerle kanıtlanabildiği pek söylenemez. Nitekim sihirbaz ve büyücü başarısızlık hâlinde karşı bir büyünün yapılmış olması, tılsımlı sözlerin eksik söylenmesi gibi nedenleri sebep göstererek farklı bir büyüye başvurmakta, dolayısıyla sihir ve büyüye olan inanç ve güven sarsılmadan devam edebilmektedir.

Büyü ve bilim arasında her ne kadar bazı benzerlikler bulunsa da araştırmacılar bu iki disiplinin farkları üzerinde de ayrıca durmuşlardır. Bunlardan Goldenweiser, Lehmann ve Malinowski başarısızlık halinde büyüye olan inancın sarsılmadan devam etmesi; başarısızlığın karşı büyü yapılması, kurallara yeterince uyulmaması gibi başka etkenlerde aranmasını büyüyü bilimden ayıran önemli bir fark olarak kaydederler. Büyünün başarısı; tılsımın iyice ezberlenmesi, ayinin eksiksiz yerine getirilmesi, büyücüye konmuş tabulara ve kurallara kesin olarak bilimsel teorilerle bilim arasında ciddi bir ilişki olduğunu savunmakta ve bu ilişkiyi geliştirdiği model çerçevesinde ortaya koymaktadır. Çatışma, bağımsızlık, diyalog, uyum; dört kategori. 1999’da dini düşüncenin gelişmesinde gösterdiği kakılardan dolayı ünlü Templeton ödülünü kazandı.

1

Carl Sagan, bilim ve din arasında bir çatışma olduğu tezini savunarak bilimle dini rakip olarak görmekte, kendisi de bilim tarafında yer almaktadır. Yazara göre en değerli şey bilmektir, bilimdir. Eserde sahte bilim olarak nitelendirilen büyü, cadılık eleştirilmektedir.

125

uyma başta olmak üzere zor koşullara tabi kılınmıştır. Bu koşullardan herhangi birinin yerine getirilmemesi büyüyü başarısızlığa uğratır. Hatta bunların en mükemmel biçimde uygulandığı durumlarda bile büyünün etkisi yok edilebilir. Çünkü her büyüye karşı bir de karşı büyü mevcuttur. Örneğin Melanezya’da sağlık ve hastalık gibi belli büyü çeşitlerinde çift formüller vardır. Bir hastalığa neden olan tılsımı öğrenen bir büyücü, bu kötü büyünün etkisini tamamen ortadan kaldıran formül ve ayini de birlikte öğrenir. Bir büyünün işe yaramaması bellek eksikliği, yapılıştaki özensizlik ya da bir tabunun ihmal edilmesi olarak yorumlanabilir. Büyünün başarısızlığı bunlardan başka olarak bir başkasının karşı büyü yapmasıyla açıklanır (Malinowski, 2000: 85-86; Tanyu, 1995: 502).

Bilim, ilkel halkların ilkel bilgisi olarak ortaya çıktığında da olduğu gibi günlük yaşamın normal deneyimine dayanır; insanın varlığını sürdürmek ve güvenliğini sağlamak için doğaya karşı verdiği mücadelede edindiği bir deneyime, gözlemlere dayanır ve akılla belirlenir. Büyü ise özel duygu deneyimlerine dayanır. Bilim; deney, gözlem ve aklın geçerli olduğu kanısına dayanırken büyü, umudun boşa çıkmayacağı ve isteğin yanıltmayacağı inancında temellenir. Bilimin kuramları akıl ve mantıkla, büyününkiler ise isteklerin etkisi altında oluşan düşünceler zinciriyle belirlenir. Malinowski; bilimin dünyevi alanı kurduğunu, büyünün ise gelenekler, mitler ve tabularla çevrili olarak kutsal alanın bir yarısını oluşturduğunu düşünür (Malinowski, 2000: 88).

Sonuç olarak büyü, bilimlerdeki gelişmelere katkıda bulunmuş ve insanın tabiata hükmetmesinde itici bir güç olmuştur. Simyanın kimyayı, astrolojinin astronomiyi doğurması gibi sihir ve büyü de bugünkü bilim ve teknolojiyi hazırlamıştır.

İnsanlar genel olarak bilimsel düşünceden yoksun oldukları dönemlerde akıl erdiremedikleri, sebep sonuç ilişkisini kurup bilimsel olarak açıklama getiremedikleri olağanüstü durum, olay ve olguları sihir ve büyü olarak değerlendirmişlerdir. Klasik Türk edebiyatı metinlerinde insanların bu tutum ve yaklaşımlarını gösteren örneklere rastlamak mümkündür. İnsanlar akıl erdiremedikleri, açıklayamayıp hayrette kaldıkları durumları peri işi ya da cadı sihrine bağlarlar1:

1

Bugün yurtiçi ve yurtdışından pek çok turistin gezdiği Nevşehir ilimizde bulunan Peribacaları’nın adlandırılışı da bu bağlamda düşünülebilir. Oluşumu o dönem insanı için bilimsel olarak

126

Ta‘accüb kıldılar idüp te’emmül Bu kudret işe irmedi ta‘akkul

Hekîm âhir eyitdi var-ısa bu Ya perrî fi‘lidür ya sihr-i câzû

Manisalı Câmî, Muhabbetnâme/2622-2623

Hatta bugün bilimsel gerçekliği ispatlanmış olan mıknatısın demiri çekmesi de ‘bir çeşit sihir olarak algılanmıştır:

Çâresi sihr ögrenüp âhen-rübâ olmak gerek Bildüŋ ey dil çün kim anuŋ göŋlini âhen durur

Ca‘fer Çelebi Divanı, G44/3

“Matematik öğretileri büyü için öyle zorunludur, onunla öyle yakınlığı vardır

ki, onlar olmadan büyü yaptığını ileri sürenler bütünüyle yoldan uzaklaşmıştır, boşa kürek çekerler; istedikleri etkiyi elde edemeyeceklerdir.” (Von Nettesheim, 2009:

19). Agrippa’ya göre bir büyücünün doğal felsefe ve matematikte uzman olması, aritmetik, müzik, geometri, optik, astronomi gibi bilimleri ve bunlardan kaynaklanan mekanik sanatları bilmesi gerekir (Von Nettesheim, 2009: 20).

Geometri ile optiğin ortaya çıkardığı şaşırtıcı kimi hâller bu konularda bilgisi olmayan kişilerce şeytan işi ya da mucize olarak adlandırılmaktadır. Oysa bunlar doğal ve matematiksel bir iştir. Aynı şekilde ağır demirin mıknatıs etkisiyle yukarı çekilmesi ya da havada asılı durması da şaşılacak bir şey değildir (Von Nettesheim, 2009: 21). Kimi içbükey, kimi sütun biçiminde olan aynalar havada eşyanın benzerlerini üretir. Bunlar uzaktaki gölgeler gibi görünür. Agrippa, Doğu’dan Roma’ya götürülen yağmalar arasında içinde silahlı adamlardan oluşan orduları gösteren camların olduğunu yazar: “Birtakım saydam camlar belli otların suyuna

batırılıp yapay ışıkla aydınlatıldıklarında çevrelerindeki bütün havayı görüntülerle doldurur. İçinde güneş parlayan karşılıklı aynaların nasıl yapılacağını ben biliyorum. Bununla yansıtılan bütün şeyler millerce uzaktan görünür.” (Von

Nettesheim, 2009: 20). Bu durumda varlık, durum ya da olayların sihir veya büyü oluşu çok da nesnel şartlara bağlı görünmemektedir. İnsanlar, içinde bulundukları açıklanamayan bu doğal yapıların halk tararafından peri işi olarak görülmesi sonucunda “peribacası” olarak adlandırılmış olması mümkündür.

127

zamanın gerekleri, hatta ruhsal ve psikolojik durumlarının etkisi altında aslında sihir olmayan bir şeyi de sihir olarak algılayabilmektedirler. Farklı asırlarda yaşamış farklı insanlar, hatta aynı zaman diliminde yaşamış insanlar üzerinde sihir ve büyü algısı birbirine tamamen zıt bir durum sergileyebilmektedir.

Sihir ve büyünün geçmiş asırlarda hemen her toplumda insan hayatı üzerinde günümüzdekinden çok daha güçlü bir etkiye sahip olduğu tartışılmaz. İnsanoğlu, bilim ve teknoloji alanındaki ilerlemeler sayesinde sihir ve büyüyü unutmuşa benzese de aslında geçmiş asırlarda sihir ve büyünün üzerine aldığı insanı ve doğayı değiştirme, dönüştürme hedefini günümüzde bilim ve teknoloji üstlenmiştir. 21. asırda bilim ve teknoloji harikalarının sihir ve büyüden geri kalır yanı bulunmamakla birlikte bilim bu şaşırtıcı işlere bilimsel bir ad koymakla bu olağanüstülükleri halkın hatta çocukların bile diline düşürmekle bilinir hâle getirmiştir. Ya da insanlar aslında hakikatini bilmeseler de bilimsel olarak adı konulan bir olay ya da durumu kanıksar hâle gelmişlerdir. Ayrıca reklam, hipnoz, telkin gibi artık bilimsel bir adı olan yöntemlerle insanlar kolayca etki altına alınabilmekte, insan davranış ve düşünceleri istenilen yönde manipüle edilebilmektedir. Bu yolla, modern çağların eskiyi aratmayan sihirleri kötü ellerde daha can yakıcı, etkili bir silah olabilmektedir.

4.2.1. Sihir-Tıp İlişkisi

Başta nazar değmesi, delilik, cin ve kötü ruhların uzaklaştırılması olmak üzere hastalıkların tedavisinde hemen her çağda ve toplumda çeşitli sihirsel tekniklerin kullanıldığı bilinmektedir. Sihir ve büyü eski Mısır, Yunan, İran ve Mezopotamya uygarlıkları başta olmak üzere birçok kültürde sağaltım amacıyla çok yaygın olarak kullanılmıştır (Bkz.: Sihrin Tarihçesi, s. 39-65). Eski Türklerde bir ruh uzmanı olan şamanın en önemli görevi, insanları kötü ruhların olumsuz etkilerinden korumak, başta nazar ve cin çarpması olmak üzere ruhlara dayandırılan kötü hâlleri onlardan uzaklaştırmak üzere afsunlar yapmaktır. Bu yönüyle şaman bir hekimden farksızdır (Bkz.: Eski Türklerde Sihir, s. 57-65).

Sihir tekniklerinden biri olarak kabul edilen, bünyesinde sihirsel uygulamalar olduğu gözlemlenen simyanın tıp bilimine bakan yönleri vardır. Aslında simyacının kullandığı malzemeler doktorların kullandıklarından farklı değildir. Hele de simyacı arınma ve ölümsüzlük hedefinden uzaklaşıp yalnızca uzun ömür için çalışırsa her ikisi arasındaki paralellik daha açık olarak kendini gösterir (Eliade, 2002a: 33).

128

Çin’de M.Ö. 1. yüzyıla tarihlendirilen bilinen ilk simya metnine göre simya işlemi adak adama gibi bazı dinsel törenlerin yapılmasını gerektirir. Elde edilen altın yenecek bir şey olarak değerlendirilir ve ömrü uzattığına inanılır. Simya sayesinde ulaşılan yeni ve kutsal yaşam kutsanmışlarla doğrudan iletişim kurulmasını sağlar (Eliade, 2002a: 12-13).

Simya işlemiyle elde edilen altın doğal altından değerlidir. Aslında doğal altının da büyüsel erdemleri vardır fakat simya altınının en önemli özelliği yenilip içildiğinde ilaç gibi uzun yaşamaya neden olması ve insanı ölümsüz kılmasıdır (Eliade, 2002a: 13).

“Altın toz beş sindirim organına girdiğinde,

Sisin ve rüzgârın yağmur bulutlarını dağıttığı gibi dağılır… Beyaz saçlar siyahlaşır;

Düşen dişler yeniden çıkar.

Titrek ihtiyar istekli genç bir erkek olur; Çökmüş yaşlı kadın yeniden genç bir kız olur; Sureti değişen, yaşamın tehlikelerinden kurtulur,

(Cennetlik) İnsan-ı kamil unvanına kavuşur.” (Eliade, 2002a: 14).

“Görüldüğü gibi Çinli simyacının amacı çok açıktır. Altını zengin olmak için

istemez. Hatta çok miktarda elde etmeye de çalışmaz. Yalnızca birkaç gram altınla yetinir, amacı bunları “iksir”e, yani ölümsüzlüğe ulaşmasını sağlayacak sıvıya dönüştürmektir.” (Eliade, 2002a: 14). Zaten Çin’de bol miktarda bulunan altın hiçbir

zaman değerli ve tılsımlı bir maden olarak görülmemiş, buna karşın zincifre tarih öncesi dönemlerden beri Çinliler için çok değerli ve önemli olmuştur. (Eliade, 2002a: 24).

4.2.2. İlimler Arasında Sihrin Yeri

Sihir bir ilimdir, uygulamaya dönük olmasıyla da bir sanattır. Hiçbir ilim esas itibarıyle kötü olmamakla birlikte özellikle bazı ilimler kötü kişilerin elinde, kötüye kullanılmak suretiyle olumsuz sonuçlar doğurduğu için netice itibarıyla kötü olarak değerlendirilir. Elmalılı Hamdi Yazır, Bakara suresinin 102. ayetinin tefsirinde Hârût

129

ile Mârût’a indirilen ilmin esasen yüksek bir ilim olduğunu, bunun insanlar tarafından kötü işlerde kullanılmasının küfür olarak nitelenen sihri ortaya çıkardığını savunur: “Aslında her bilgi böyledir. Hadd-i zatında ilmin hepsi hürmete şâyandır.

Fakat büyüklüğü ölçüsünde ve ilim olması bakımından hayra ve şerre müsaittir. İlim ne kadar derin ve ne kadar ince ve yüksek olursa, şer ve fitne ihtimali de o nisbette büyük olur. Bundan dolayıdır ki, hakikatin kendisi olan hak dini ve doğru yolu isbat ve destek için Allah tarafından lutfedilen mucizeler ve kerametler, diğer ilimler, hikmetler ve fenler bahane edilerek âlemde ne kadar küfürler, ilhad ve melanetler yayılmıştır. Aslında bunların hepsi, küfür ve haram olan sihir cinsine dahil edilebilir. Bu ise ilmin, bizzat kendisindeki ilmî niteliğinden dolayı değil, ortaya çıkardığı pratik sonuçları dolayısıyladır. İlimler iyiye kullanılırsa zehirlerden ilaç yapılır, kötüye kullanıldığı takdirde de ilaçlardan zehir elde edilir. Hatta bundan dolayı, birçok din âlimleri, gerek bu âyetten, gerek genel olarak ilim hakkındaki diğer âyetlerden şu sonucu çıkarmışlardır: Özünde haram olan hiçbir ilim yoktur. Hatta şerrinden korunmak için sihir bile öğrenmek haram değildir. Ancak yapmak haramdır ve hatta küfürdür. Nitekim âyette önce sihir öğretimi mutlak olarak küfür gibi gösterilmiş iken ve mâ yüallimâni cümlesiyle bu mutlaklık şarta bağlanmıştır. Hasılı sihrin niteliği asıl pratik açıdan ve amelî bakımdandır ve sihir tatbikî bir ilimdir, bir şer ve tezvir sanatıdır. Bu sanat pratikte ve tatbikatta bazı hakiki bilgilere dayalı olabilir ve o bilgilerin kötüye kullanılması ile sihir yapılır. Mesela; bugün elektrik konusu önemli bir bilim dalı, çok önemli bir tekniktir. Bunun kötüye kullanılmasından ve şerre alet edilmesinden dolayı tatbikatta bundan birçok sihirler yapılabilir. Lakin bunun böyle olmasından dolayı, elektrik ilminin hadd-i zatında bir sihir olması lazım gelmez.” (Yazır (1), 1992: 370-371). Aynı açıdan bakıldığında

şarap kötü olduğu için değil insanların çoğunda kötü kullanma neticesinde kötü sonuçlara yol açtığı için yasaklanmıştır: “İnsanların çoğu kötü ve hoşa gitmeyen bir

karakterde olduğu için hepsine içkiyi haram etmişlerdir.” (Ahmed Eflâkî (1), 1986:

167).

İbn-i Haldun, “Haram olmakla birlikte sihrin sâbit olduğu malumdur.” (İbn Haldun, 1977: 1199) der. Sihrin bir ilim olduğu konusunda Kâtip Çelebi, Taşköprülüzâde İsâmeddin Ahmed gibi Osmanlı bilginlerinin eserleri başta olmak üzere, şairlerin eserlerinde de yeteri kadar bilgi bulmak mümkündür.

130

“Bu ilim sebebi gizli olan ve birçok akıl için ortaya çıkarılması zor olan bir

şeydir, gerçeği ise kişilerin hile ile kendisine boyun eğdiği ve böylece sihir yapan kişiden ortaya çıkan sözlere ve işlere kulak verdiği her şeydir, bu takdirde bu ilim feleklerin hallerinin ve yıldızlarının durumlarının, özel bir şekilde bunların her birinin yer ile ilgili işler ile ve üç doğuş zamanı ile bağlantısının tanınmasından bahseden bir ilimdir, bunun sebebi de bu bağlantı ve karışımdan illetleri ve sebepleri gizli olan enteresan işlerin acayip sırların ortaya çıkmasıdır, yani sihir yapan kişi feleğin durumlarından ve yıldız araştırmalarından, üç doğuş zamanının birbirine uyumlu olduğu vakitler hakkında birleştirme ve yerleştirme yapar, böylece etkisi büyük ve sebebi gizli olan enteresan durumlar ve garip işler ortaya çıkar, akıllar bunlara şaşar ve üstadların düşünceleri bunların gizliliğini çözmekten aciz kalır. Bu ilmin yararı ise bunu yapmaktan sakınmaktır, çünkü şeriat bakımından bu iş haramdır, ancak peygamberlik iddia eden bir sihirbazın uzaklaştırılması için olması durumunda haram değildir, bu durumda çalışarak onun uzaklaştırılmasına gücü yeten bir kişinin bulunması zorunlu olur, bundan dolayı bilginlerden birisi şöyle demiştir: ‘Sihir ilminin öğrenilmesi farz-ı kifayedir, çoğu kimseler de yapmaksızın onun öğrenilmesini mubah kabul etmiştir, ancak bu yalancı peygamberin uzaklaştırılmasına tahsis edilirse mubahtır, peygamberlik iddia eden kişi ile karşılaşma ise kılıç ile olur’.” (Kâtip Çelebi (2), 2007: 788).

Kenzü’l Cevahir adlı eserde sihir ile ilgili olarak şu bilgiler kayıtlıdır: “Bu bir

ilimdir, bundan ruhla ilgili yeteneğin ortaya çıkması sağlanır, gizli sebepler sayesinde bu ilimle enteresan işler yapılabilir, yararı ise uygulamak için değil de sakınmak için bilinmesidir, bunun uygulanmasının haram olması konusunda anlaşmazlık yoktur, ancak sadece bilinmesinin mubah olduğu açıkça bellidir, hatta bazı araştırıcılar peygamber olduğunu iddia eden bir sihirbazın ortaya çıkışının varlığından dolayı bunun farz-ı kifaye olduğu görüşünü benimsemiştir, böylece ümmet içinde onu ortaya çıkaran ve engelleyen kimseler var olur, aynı şekilde bu ilim sayesinde öldürülenler bilinir ve kısas olarak bunu yapan da öldürülür.” (Kâtip

Çelebi (2), 2007: 788).

Kâtip Çelebi, bilginlerin sihir metotları konusunda görüş ayrılığına düştüklerini belirterek bu metotları şu şekilde sıralar: 1. Hint metodu, nefsin arındırılması iledir. 2. Nabat metodu, bazı uygun zamanlarda büyüler yapmakladır. 3.

131

Yunan metodu, feleklerin ve yıldızların ruhaniyetinin emir altına alınması iledir. 4. İbrani, Kıft ve Arap metodu anlamı bilinmeyen bazı isimlerin söylenmesi iledir.

Belgede Klasik Türk edebiyatında sihir (sayfa 122-150)

Benzer Belgeler