• Sonuç bulunamadı

2. KÜLTÜR

3.2. SANATI ve ESERLERİ

Fehîm orta hacimli, mürettep bir Dîvân’a sahiptir. Dîvân’da 17 kaside; Mûsâmmat olarak 16 kıt’a, 1 tanzîm, 3 terkîb-i bend, 1 tercî-i bend; 293 gazel; 56 tane de rubai vardır. Yazdığı kasidelerden 5.’yi IV. Murad’a, 6. ve 7. ‘yi Mısır Valisi Eyyüb Paşa’ya, 8.’yi de Mısır Dizdarı Mehemmed Ağa’ya sunmuştur.

Sunulan dört kasideden sadece ikisinde bir beklentide bulunur. Böylece şairin şiirini bir kazanç kapısı olarak görmediği, para ve mevki talebi yüzünden değil de mizacının bir gereği olarak yazdığı söylenebilir (Üzgör, 1991:13; 17).

Nitekim kendisi de, methiyeler yazılarak alınan bahşişlerin şairleri kısıtladığını düşünür. Bunu dilencilikle eş değer görür. Çünkü gönülden değil de isteğe bağlı olarak şiir yazma durumu vardır. Bu yüzden kendisinin şair ama dilenci olmadığını, dilenci olsa bile lütuf ve ihsanı zenginlerden değil de güzellerden istediğini belirtir. Çünkü kendisi cennet elinden gitse dahi diline hayıflanma ve pişmanlık bulaştırmayan kanaatkâr bir şairdir. Onun mal ve mülk ile bir ilişkisi yoktur.

Ben şâ‘irem ammâ degülem pek cerrâr Cerrâram u agniyâyı itmem bîzâr Her ne talebüm var ise dilberdendür Peydâ nigeh-i lutf u nihân bûs u kinâr

Benem ol şâ‘ir-i kâni ki cennet çıksa destümden Zebânum eylemem âlûde efsûs u nedâmetden

K 15/38

Şair yazmış olduğu terkib-i bentlerden birincisinde rakibi durumunda olan Türk şairlerini eleştirir. Ona göre, bir rezil şair bu kavme şiir okuduğunda, o alçak kimseler birbirlerine işaret edip saraca “Katıra arpa al, zira yine para kalmamış” diyerek güya zarafet gösterirler. Şaire göre Rûm’da bu kavimin elinde, rezilliği şair kadar kabûl eden bir kimse yoktur.

Bir şâ‘ir-i rezîl ki bu kavme şi‘r okur Birbirine idüp o le'îmân işâreti Serrâce derler estere yine şâ‘ir al Zîrâ yok akça deyü ederler zarâfeti Ammâ ki hak elinde bu kavmün ki Rûm’da Şâ‘ir kadar kabûl eder yok rezâleti

Tkb 1/3/5-7

Şair için diğer şairler birer haydut gibidir. Has şairin kıymetini bilmezler; söyledikleri şiirler yeni kelimelerle perişan bir hâldedir, bir inci dizisi olan şiirden anlamazlar. Yani belagattan bîhaberdirler. Dilencilik yaparak ihtişamdan, gösteriş ve kudretten bahsederler. Diğer taraftan çarşılarda, kendilerince şairliğin ne olduğunu herkese göstermek üzere sarıklarını çarpıtıp yana yatırarak yürürler (Tkb. 1/4/3-6). Hatta şair öfkesi yüzünden, onları eşeğe benzetir ve onlarla ortak oluşundan, aynı işi yapıyor olmaktan haya ettiğini dahi ifade eder.

Âr eylerem şerîk-i harân olduğum meger Îsâ gibi kaçam feleke bu makâmdan

Tkb 1/4/7

Şiirlerinde kendi şairliği, şairlik yeteneği veya şairlik gücü hakkında, “kalemi ejderha dili gibi kullanan bir şair, benzersiz söz söyleyen bir büyücü” ifadelerini kullanır. Kendi şairliği için: “pâk-hayâl, pür-zûr, şûh, sâhir, sihr-sâz, sihr-âsâr, pâdişâh-ı memâlik-i nâzm, naz-pîrâ, bülbül-i elvân-nağam-ı gülşen- i feyz, maânî ikliminde sâhib-nizâm, gazel-perdâz, şâir-i nâzük, pârsâ-yı harem-i deyr-i mecâz-ı aşk, şâir-i kâdir-beyân-ı sihr-pîrâ, şâir-i kâni, merd-i

bî-bâk, mutrıb-ı bezm-i fenâ, bülbül, herze-gerde-i âlem-i aşk, şâir-i meşhûr, şâir-i mümtâz, bülbül-i rengîn-terennüm, reşk-i Meryem, nakkâş-ı suver-kâr-ı sanem-hâne-i aşk, sehhâr, şâir-i mestâne-i ferzâne, şâir-i rast-sühan, i‘câz-ı nazm ile mümtâz, mu’ciz-tırâz-ı dehr, andelîb-i bahâr-ı ma’ânî, şehriyâr-ı diyâr-ı ma’ânî” gibi sıfat, benzetme ve övgü dolu sözler söylemiştir.”(Kaplan, 2001: 272).

Sebk-i Hindî akımının tesirinde kalan şair bu akımın öncülerini ve üstatlarını okuyacak, onlardan etkilenecek ve Klasik Türk Edebiyatı’nda hemen her durumda görülen mukayese etme ile kendisini onlardan üstün görecektir. Şairi Sebk-i Hindi akımı içinde en çok etkileyen şüphesiz Dîvân’ını istinsah ettiği Örfî’dir. Şair Örfî’nin Şiraz’da doğmasına da değinerek onun şiirde yapmış olduğu yeniliği beğendiğini ifade ettiği beyitte “Ey yeni bir ruhani neşe olan Şirazlı Örfi’nin şiiri! Merhaba!” demekte ve Örfî’nin şiirini inceliğin puthanesi olarak görmektedir. Şair Örfî’nin tabiatını da incelik sanatı olan tezhibin üstadı Mânî’nin tasvirlerinin aynası olarak göstermektedir. Bu yüzden onun Acem diyarında bir misline dahi rastlanmaz. Ancak Rûm’da Örfî’ye benzeyen, onun gibi bir tabiata ve şiir gücüne sahip olan Fehîm yaşamaktadır.

Merhabâ şi‘r-i Örfi-i Şîrâz Ki odur turfa keyf-i rûhânî Şi‘ri büt-hâne-i nezâketdür Tab‘ı mir'ât-ı sûret-i Mânî

K 17/42-43 Misli yokdur Acem’de gerçi Fehîm Rûm’un Örfi’ye nazîr benem

G 206/16

Aşağıdaki beyitte şair kendini Örfî ve Tâlib gibi Sebk-i Hindî Tarzı’nın öncülerinden biri gibi görmektedir.

Bu şiirin en önemli özelliklerinin de akıcılık, bize yabancılık hissi vermeyecek kadar duygu ve hislerimize hitap etmesi, anlaşılmaz olması ile orijinallik olduğu da böylece ifade edilmiştir (Erkal, 2009: 202).

Ya Örfî’dür ya Tâlib ya Fehîm üstâd-ı kâmildür Selîs ü âşinâ bir şâ‘ir-i şi‘r-ı garîb olsa

G 254/5

Şair rakibi olan şairler ne kadar kendilerini Hakânî olarak görseler de şiir beylerinin gerçek hakanı benim, demektedir. Hatta şair nükteli söz söyleyen usta şair Hâkânî’nin kendinden önce ölmesini kıskançlığa bağlar ve ondan üstün olduğunu belirtir (K 17/39; G. 206/13). Şiir gücüyle kendisi için Örfî veya Hâkânî’yim desem uygundur diyen şair yazmış olduğu şiirlerle Örfî’nin şehri Şiraz ve Hakânî’ninki olan Şirvan’da Anadolu ve Mısır’a gıpta ile bakıldığını söylemektedir.

Ya Örfî’yem ya Hâkânî disem bu tab ile câ’iz Ki itdüm Rûm u Mısr’ı gıbta-geh Şîrâz u Şirvân’a

K 7/58

Şair Sebk-i Hindî’nin etkisinde kalmış ve bu akımın şairleri ile kendisini mukayese etmiştir. Şair, yaptığı işin bilincinde ve realitenin takipçisidir. Cahiliye dönemini görüp İslam ile şereflenen ünlü şairlerden Sahbân’ın eski tarzının hükümlerini kendi şiirinin ve yeni tarzın ortadan kaldırdığını söyler. Yine zamanında çok büyük üne sahip olmuş ve bu ünü ile birçok şairi tesiri altında bırakmış olan Selmân ve Zahîr’e yer verdiği beyitte büyük üstat olmak için öğretmen olarak kendi tabiatının yeterli olacağını söyler. Bunun için Selmân ve Zahîr’e ihtiyaç duymadığını belirtir.

Nüsha-i tâzem eyledi mensûh Köhne tarz-ı kelâm-ı Sahbân’ı

K 17/40 Bana üstâd-ı kül yeter tab ‘um N’eyleyim ben Zahîr ü Selmân’ı

K 17/38

Şair “Hakani, Şahi ve Melik tarzları eskidi şimdi yeni yetişen Fehîm’in Sebk-i Hindî tarzında yazmış olduğu şiirlerden oluşan taze divanını görün de yeni tarz şiiri anlayın.” demektedir.

Köhne oldı resm-i Hâkânî vü Şâhî vü Melik Şimdi nev-peydâ Fehîm’ün tâze dîvânın görün

G 182/9

Yine İran bölgesinin 11. yüzyılın ilk çeyreğinde vefat eden şairi Nizâmî’nin eski tarz şiiri için “ Ey Fehîm! Eğer Nizâmî övünerek “Şiir ülkesinin

meliki benim!” derse yine de benim şairlik kudretimin en basit bir taklitçisi bile olamaz. “diyerek kendini şiir yönünden ondan üstün görmektedir.

Melikü’l-mülûk-ı nazmam dese fahr idüp Nizâmî Yine tab‘umun Fehîmâ olamaz kemîn tufeyli

G 285/7

Sebk-i Hindî’nin öncülerinden ve önemli temsilcilerinden olan Fehîm şiirlerinde şairliğini, şairin özelliklerini, şiirden ne anlaşılması gerektiğini veya kendisinin ne anladığını ifade etmeye çalışır (Kaplan, 2001: 272). Bu bilgilerden hareketle şairin Sebk-i Hindi hareketi, şiir, şairlik gibi konularda ciddi olarak düşündüğü akla gelmektedir.

“Fehîm, şiirleri için, “ bâğ-ı manâ, güher-i tab’, gevher, mü’cize, sihr,

mu’ciz, cevher, bahr-ı nazm, misalât-ı beyân-i vâki‘, i’câz-i nazm, i’câz, pür- efsun, sihr-i şi’r, mu’ciz-tırâz-ı dehr, şâhid-i sihr, güher, şi’r-i metîn, tâze, büt- nigâr-ı ma’nî, şâhid-i şîve-kâr-i ma’nî, şebnem-i lâle-zâr-i ma’nî, bî-nazîr, güftâr-i hâkîmâne, cevher-i iksir, ma’nî-i şeydâ, dür-i nâsüfte, medîha-gevher- i çeşm-i siyâh, sihr-i helâl, şekker-efşân, nükte-ver, nükte-elvân, nev-tarz, nev-âyîn, dür-nazm, cevâhir-i eş’ar” gibi ifadeler kullanmıştır.” (Kaplan, 2001:

275-276).

Düşüncelerinden en önemlisi şiirinin yeni olmasıdır. Yani şair ne yaptığının bilincindedir. Nev-tarz veya taze kelimelerini şiiri için kullanır.

Nev-tarz u nev-âyînene bak şi‘r-i Fehîm’ün Taklîd-i zebân-ı köhen-i mâ-selef itme

G 268/7

Şair aşağıdaki beyitlerinde şiirinin şekil yapısının ve görünüşünün yeni olduğunu ifade eder. Bununla da övünür. Yani şiirin ifade güzelliği de şair için çok önemlidir.

Oldı tab‘um nüsha-i âyîne-i feyz-i ecel Ol sebebden sûret-i şi’r-i metînüm tâzedür Gülbün-i lafza degül ma‘nî târvet-yâb ise Ey Fehîm itme ta‘accüb kim zemînüm tâzedür

G 94/5-6 Söylemen tab-ı Fehîm’ün niydügin bîgâneye

Âşinâyân-ı suhan hüsn-i beyânından bilür G 112/7

Onun şiirinde fesahat ve belagat önemlidir. Bu yüzden “Ben, sözünü, iyi söz söyleme kabiliyeti ve pürüzsüz söz söyleme ile mucize hâline getiren, sihir tertipleyen güçlü anlatışlı o şairim.” der.

Benem ol şâ‘ir-i kâdir-beyân-ı sihr-pîrâ kim Kelâmum eyledüm mu‘ciz fesâhatle belâgatden

K 15/30

Edebi sanatları kullanımına da önem veren şair bu alanda da mahir olduğunu ifade eder (Kaplan, 2001: 276). Zira edebi sanatlar da Sebk-i Hindi akımı içerisinde önemli bir yere sahiptir. Çünkü şairler manayı sade ve normal bir ifade ile aktarmaktan ziyade dolaylı, sanatlı ve anlaşılmaz bir yoldan anlatmayı isterler. Bu da onları edebi sanatlara ve yeni mazmunlar üretmeye sevk eder (Bilkan – Aydın, 2007: 136; Babacan, 2010: 252).

Teşbîh ü isti‘ârene tahsîn senün Fehîm Çok şâ‘irün bu şi‘r-i pür-efsûn sükûtıdur G 70/5

Ona göre şiir güzel duyguları ifade etmelidir. Bunu dışında yazılan ve satılan şiirler amacın dışındadır (K 17/57). Şiir ıstırabın meydana getirdiği sözlerden mürekkeptir. Bu ruh hâli içindeki şairin güzel eserler meydana getireceğini düşünür (K 3/19). Böylece şair, kendi mutsuzluğu ile başkalarına hayat verecektir (Erkal, 2009: 203). Nitekim bu hâl de Sebk-i Hindi’nin önemli bir özelliğidir. Çünkü bu akımda ıstırap teması ön plana çıkar. Şairler sıkıntı, karamsarlık, huzursuzluk, hayat karşısında teslimiyetçilik gibi özellikler sergilerler (Bilkan ve Aydın, 2007: 135; İpekten, 2004b: 63).

Düşen her katre çeşm-i girye-nâk-i kilk-i şûhumdan Misâl-i tohm-ı gül-âbisten olur verd-i handâna

K 7/59

Şaire göre şiir kısa olmalı, az sözle çok şey anlatılmalıdır (K 6/17). Bu açıdan şair Sebk-i Hindi akımının da özelliklerinden birini ifade etmiş olmaktadır (Erkal, 2009: 204). Bu da şiirde orijinal manalar, anlam katmanlarına ve ifade derinliğine sebep olur (Bilkan ve Aydın, 2007: 132-133: İpekten, 2004b: 62; Babacan, 2010: 202;259-260). Şair yeniliklere açıktır ve

şiir konusunda taassubu kabul etmez. Beyitte şair ben bu gelenekçi şairlerin taassupları gibi taassup gösteremem Talip tarzında kalem oynatırım, demektedir.

Ragm-ı ehl-i ta‘assub eyleyemem Tarz-ı Tâlib’de hâme-cünbânî

K 17/46

Şair şiiri tabiatın bir parçası olarak görür. Var olan her şeyin şiire yansıyabileceğini düşünür. Aşağıya aldığımız rubai ile de bunu bir çeşit misal vermiş olur ki şairin şiir konusunda ne kadar uç noktalarda seyrettiği de görülür.

Fünûn-ı şi‘re mu‘tâd olduğumdan çarh ider bîdâd Bilür cüz-i tabî‘atdür geçilmez çünki âdetden

K 15/29 Nâgâh seher-veş açılup şalvârı

Hurşîdinün eyledi zuhûr envârı Bedr içre Fehîm olsa hilâl etme aceb Seyr eyle şikâf-i cüfte-i dildârı

R 55

Sebk-i Hindi’nin en önemli özelliklerinden biri olan yeni manalar bulma, taze hayallere yer verme, şairin de en çok önemsediği hususlardandır. Bu dönem şairleri gelenekten gelen pek çok ifadeyi farklı yönlere sevk etmiş ve onlara gelenek içinde yeni manalar yüklemişlerdir. Bu yüzden şairler yaratıcı olmalı, kendine has ifadeler bulmalı, kendi ruhundan şiirine bir şeyler aksettirmelidir (Erkal, 2009: 205; Bilkan – Aydın, 2007: 1320133; İpekten, 2004b: 64 ). Taze mazmun bulma, yenilik şair için çok önemlidir. Şair Talib-i Amül ve Senaî’ye yeni mazmunlarda sırdaş olduğunu onlar gibi ince ve manası hemen kavranmayan şiirler yazdığını, onları anladığını ifade eder.

Gülbün-i lafza degül ma‘nî tarâvet-yâb ise Ey Fehîm ta‘accüb kim zemînüm tâzedür

G 94/6 Tâlib-i Âmül ü Senâyî’ye

G 206/10 Garîk-i lücce-i âlâm olup dem-besteyem ammâ Ne cevherler çıkarmakda dilüm deryâ-yı fikretden

K 15/32

Şair mucize sözlü sihirbaz ve şuh bir şair olduğunu, bunun için de ne büyücüye, ne de efsaneye ihtiyacının olduğunu belirterek eski ifade tarzının dışına çıkmayı arzuladığını, böyle bir yol çizmeye çalıştığını ifade etmiş olur. Hatta kendisine yeni ifadeler bulmakta çok fazla güvenen şair, kendisinden başka yeni mazmunlar kullanan şuh tabiatlı bir şairin var olup olmadığını sorar.

Sâhir-i mu‘ciz-kelâmuz şâ‘ir-i şûhuz Fehîm Ne füsûna râgıbuz ne mâ’il-i efsâneyüz

G 134/5

Ben Fehîm-i şûh-tab‘ı anmayun insâf edün Var mıdur bir tâze-mazmûn şâ‘ir-i nâzük-mizâc

G 29/7

Şair kabiliyet feyzinin kendisinde bittiğini ifade ettiği aşağıdaki beyitte ilmin çok olduğunu ancak bunları öğretecek bir üstadın olmayıp ilim öğrenmeye kabiliyeti olan öğrencilerin de meydanda görünmediğini belirtir ki burada kastettiği şey şiir olarak da düşünülebilir; çünkü üstat kelimesi sanat alanında üstün mertebedeki insanlar için de kullanılır. Bu açıdan şair şiiri bir ilim olarak da değerlendir.

Feyz -i isti‘dâd hatm olmuş meger sende Fehîm İlm çok üstâd yok şâkird-i kâbil nâ-bedîd

G 40/7

Sebk-i Hindî’nin bir özelliği olarak soyut kelimelerin somutlaştırıldığı görülür. Bu tür ifadeye alışılmamış bağdaştırmalarda yer verilir. (Babacan, 2010: 181-182) Öztekin; alışılmamış bağdaştırmanın algısal derinliği, meydana gelişi, şiir dili ve alışılmamışlık, kelimelere yeni mana verme hususuna değindiği makalesinde Klasik Türk Şiiri’nde mana ve hayal derinliğinin, Sebk-i Hindî ile ön plana çıktığını ifade eder. Kelimelerin taşıdıkları anlam yükünün ağırlaştırılarak, içinde vasıf tamlamalarının da yer aldığı zincirleme izafet tamlamalarının kurulduğunu; söyler. Bunun da akımın bir uzantısı olarak meydana çıkan yeni hayalleri ifadede zaman zaman anlam

kapalılığının görülmesine neden olduğuna değinerek şiirde alışılmamış benzetmeler kullanılarak anlamda derinliğe gidildiğini ifade eder. Soyut kavramların somut unsurlarla verilmesinde semantik bir uyum sağlanıp dilde ve üslûpta incelik ve zarafetin yerleştiğini belirtir. Bu hususa Fehîm’den de şu örneği verir (Öztekin, 2009: 521-522; 526):

Fehîm-i Kadîm, aşağıdaki beytinde geçen “deryâ-yı âteş-hîz” yani “ateş veren deniz” tamlamasının anlamsal açılımını, ateşin kızıllığı ile şarap ve sevgilinin yanağının rengi arasında ilgi kurarak göstermektedir. Yanağın aksinin kadehi ateş veren bir denize çevirmesi, mübalağa yoluyla, kırmızının yoğunluğunu gösterdiği gibi yakıcılığını da akla getirmektedir:

Tâbiş-i mey kim izârun surh-reng-âmîz ider Aks-i rûyun sâgarı deryâ-yı âteş-hîz ider

G 53/1

Sebk-i Hindi’nin en önemli özelliği tasavvufa son derece önem verilmesi, tasavvuf yoluyla anlam derinliğinin de arttırılmasıdır. Ayrıca tasavvuf şairlerin ele aldığı ıstırap, elem, iç dünyaya yönelme gibi konularla da örtüşmektedir (İpekten, 2004b: 64, Bilkan- Aydın, 2007: 135-136). Bu çeşit ifade tarzının Fehîm’de de olduğu görülür.

Dünya, ahiretin tarlası olarak görüldüğü için İlahi aşk ile coşma ve bir olma yeridir. Çünkü insan burada yaptıkları ile ötede hesap görecektir ki dünyada ölmeden önce ölerek Hakk’a ulaşılmalıdır. Bu yüzden şair “ Bu dünya içki meclisine, âlim ve sarhoş şair Fehîm’den sonra bir daha akıl feyzinin şarabını içen bir kimse gelmez.” demektedir.

Bu bezm-i dehre gelmez bir dahı mey-nûş-ı feyz-i akl Fehîm-i şa‘ir-i mestâne-i ferzâneden sonra

G 253/9

Bütün bu değerlendirmelerden sonra şairin edebi yerine tezkireler ile edebiyat tarihleri aracılığı ile temas edebiliriz. Üzgör’ün tezkireciler ve Evliya Çelebi’den yapmış olduğu alıntılardan ( Bkz. Üzgör: 1991: 14,15) şairin meşhur şairler arasında yer aldığı, devrinin Örfi’si ve Sâ’ib’i olarak görüldüğü ve Rûz u Şeb Na‘t’ına devrinde nazire yazılamadığı ifade edilir. Şairin; yeni bir söyleyiş tarzı bulduğu, şair yaradılışına sahip, mazmunlar ve yeni manalar bulmakta yetkin olduğu belirtilir. Şair; belagata hâkim, şiirlerine nazire az yazılabilen üstat şairlerdendir, mükemmel bir divana sahiptir.

Nitekim Gibb (1999: 207) şairin devrinin seçkin şairlerinden olduğunu ifade ederek şu değerlendirmeyi yapar: “ Modern okul (Kastedilen mana Sebk-i Hindi E.B.) öyle güçlü bir şekilde özümsemiştir ki yazdığı gazellerinin çoğunda geçiş dönemi havası vardır. Hayallerini tanıdık çevreden almakla kalmaz günlük hayata ait bazı hadise ve manzaraları tasvir eden yekpare gazeller yazarak seleflerinden de bir adım öne geçer.”

Yukarıdaki izahlardan da anlaşıldığı gibi şair Sebk-i Hindi’nin bütün özelliklerini gösterir. O kendine has bir üslup oluşturmuştur. Gazellerinde pitoresk tasvirler ve günlük hayata da yer vermiştir ki bunda Sebk-i Hindi’nin tesiri göze çarpar. Istırap teması hem akımın hem de mizacının etkisi olarak esere yansımış, insanın heyecan ve üzüntülerine temas edilerek bireyi merkeze alan, onun iç dünyasına yönelen ifadelere yer verilmiştir. Söz sanatlarından çok manaya önem verilmiş, mana derinlikleri meydana getirilerek kısa ve öz anlatıma gidilmiştir. Şairin günlük ifadelere yer verdiği gibi uzun, karmaşık ve anlaşılması zor ifade ve tamlamalara de yer verdiği görülmüş, deyim ve atasözlerini kullanarak halkın kullandığı tabirleri şiirlerinde işlemeye çalışmıştır (Üzgör, 1991: 20-27; Şentürk- Kartal, 2006: 383).

İlk dönemlerde şairin eserleri üzerine söz söylenememesine rağmen sonradan Edirne Şeyhi Ahmed Dede ve Gedikpaşalı Yahya Nazîm (ö. 1727) şairin “Ruz u Şeb” redifli na’tini tanzir etmiş; Şeyh Gâlib (ö. 1799) Âşık Ömer (ö. 1707) Keçecizâde İzzet Molla (ö. 1829) Bursevî Celvetî Hasan Efendi (ö.1751), Nevres-i Kadîm (ö. 1762), Enderunlu Vâsıf (ö. 1824), Hâlim Girây (ö. 1824). ve Hersekli Arif Hikmet Bey gibi şairler Fehîm’in şiirlerine nazireler yazmış (Üzgör 1991: 66-82). Ayrıca Üzgör, Encümen-i Şuarâ’nın önemli şairlerden Kazım Paşa ve arkadaşları üzerinde tesirleri olan Fehîm’in bazı şiirleri ile Vecdî (ö. 1662), Tıflî (Öl. 1644-45), Sürurî (Öl. 1814), Nâbî (Öl.1712), Cevrî (Öl. 1655) ve Süleyman Nahifî Dede (Öl. 1738) gibi ünlü şairlerin bazı şiirleri arasında benzerlikler bulmuştur (Üzgör 1991:71-75). Ayrıca Şeyh Galib ile beraber Neşati (Öl. 1674)’nin de Rûz u Şeb Na‘t’ine bir naziresi vardır (Güler, 2009:1).

Şairin mürettep Dîvân’ından başka, 273 beyitlik mesnevi tarzında yazılmış ve müstehcen pek çok kelimenin yer aldığı bir şehr-engîzi vardır.

Bununla beraber Arap, Arnavut, Ermeni, Rum, Yahudi, Tatar, Acem, Kürt, Türk ve kendisinin ağzından olmak üzere on ağızdan yazdığı uzunca bir manzumesi, bir tercüme-i letaif-i kibâr ve Durub-ı Emsâl-i Türkî isimli eseleri de vardır. Ayrıca Evliya Çelebi Figân-nâme isimli bir eserinin de olduğunu belirtir; fakat bu eserin Dîvân’da var olan bir kasidesi olduğu sanılmaktadır (Üzgör, 1991: 11; Mengi, 1994: 188-189).

Benzer Belgeler