• Sonuç bulunamadı

SADAKA VE İNFAK

Belgede Allah çin Vermek FARUK ÇETİN (sayfa 50-84)

Sadaka Sadakat Nişanesidir

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir mübarek sözlerin-de “Sadaka burhandır.”40 buyururlar. Acaba sadaka neyin delili veya neye burhandır?

Tasadduk etmek, insanların hayrı adına bir şeyler ba-ğışlamak şüphesiz öncelikle o kişinin imanına işaret eder.

Sadaka; başta zekât olmak üzere iyilik adına yapılan her türlü güzelliği içine alan bir üst kavramdır. Mümin, bir ga-ribi sevindirirken, fakirin karnını doyururken bunu, Allah’a inandığı ve O’nun rızasına giden yolda bir vesile telakki etti-ği için yapar. Verirken Allah’ı şahit tutarak verir. Gerek gizli gerek açık ama ihlâsla verdiği her bir sadakanın melekler tarafından amel defterine kaydedildiğine inanır. Yaptığı her bir iyiliğin yarın Âlemlerin Rabbi’nin huzurunda kendisine şahitlik yapacağına, onun sadaka veren kişinin iman sahibi

40 Müslim, Tahâret 1

ve amel-i salih düşkünü bir kul olduğuna lisan-ı hâliyle ta-nıklık edeceğine itimat ederek verir. Böylesi insanlara “Ma-lınızı nerede harcadınız?” diye sorulduğunda kendilerinden önce Hak rızası istikametinde harcamış oldukları sadakalar, burslar, himmetler öne çıkacak ve haklarında hüsnüzan-la şahitlik edeceklerdir inşalhüsnüzan-lah. Malhüsnüzan-larını bu duygu ve bu yüce beklenti içinde tasadduk edenleri Kur’ân şöyle tasvir eder: “İyi in san lar ise, kâ fur su yu ile ha zır lan mış içe cek kâ-se le ri ni yu dum lar lar. Bu, Al lah’ın has kul la rı nın içip, is te dik-le ri ye re akıt tık la rı bir kay nak tır. Bu kul lar, dün ya ha ya tın da iken söz le rin de du rur, ada dık la rı şe yi ye ri ne ge ti rir ve fe la-ke ti bü tün ufuk la rı tu tan kı ya met gü nün den en di şe eder ler-di. Ken di le ri de ih ti yaç duy duk la rı hal de yi ye cek le ri ni, sırf Al lah’ın rı za sı na er mek için fa ki re, ye ti me ve esi re ik ram eder ler. Ve der ler ki: ‘Biz si ze sırf Al lah rı za sı için ik ram edi-yo ruz, edi-yok sa siz den kar şı lık is te me di ği miz gi bi bir te şek kür bi le bek le mi yo ruz. Biz, yüz le ri ek şi ten, asık su rat lı o gün de Rab bi mi zin ga za bın dan kor ka rız.’…”41

İman öylesine sınırsız bir güç kaynağıdır ki başkasını sevindirecek iyiliklerde bulunan her bir insan onun hâsıl ettiği vicdan enginliği ile bütün mevcudatı aynı yaratıcı-nın mülkü olarak görür ve varlığa ünsiyet ve muhabbetle yaklaşır. Kâinatı bu şekilde bir kardeşlik gezegeni hâline dönüştüren şey başka değil ancak imandır, teslimdir ve yakîndir. Bu yüzden Allah’a imanın zevkini tadan ve onun vaat ettiği güzelliklere inanan insanlar müşfik, hilim sahi-bi, müsamahalı, yardımsever ve hayır peşinde koşan fert-ler olurlar. Buna karşılık Allah’a inanmayanlar ise karanlık

41 İnsan (Dehr) Sûresi, 76/5-11

SADAKA VE İNFAK

inançlarının tahrikiyle hep zulüm işlemek için fırsat kollar, menfaat elde etmek için hukuku hiçe sayar, ben merkezli yaşadıklarından ötürü sürekli egolarını tatmin etmek için çırpınır ve inayet eli bekleyen çaresiz gariplere katı kalpleri, asık suratları ile nefret saçarlar. Hak Teâlâ onların bu acı-nası hallerini şöyle resmeder: “Bak sa na şu di ni, mah şer ve he sa bı ya lan sa ya na! O, ye ti mi şiddet le itip ka kar. Muh ta cı do yur ma yı hiç teş vik et mez.”42

Diğer taraftan sadaka kelimesi Arapça’da doğru söyle-mek anlamına gelir ve sıdk yani doğruluğun bu kelimeyle yakın bir ilişkisi vardır. Doğruluk, sadakanın bir çeşidi ol-duğu gibi aynı zamanda o, diyanetteki (dini yaşamadaki) sadakati, samimiyeti ve imandaki sebatı ifade eder. Sa-daka da ihlâsla verildiği zaman insanın iman ve yakinini kuvvetlendiren önemli bir ibadettir. Denilebilir ki sadaka vermek kulun Allah’a olan samimi bağının ispatıdır. İnsan kalbî olarak taşıdığı sadakati fiilen ve zahiren, vermiş oldu-ğu sadaka ile ortaya koyar. Sıdk imanî ve kalbî bir amel-ken; sadaka da sadakatin fiili bir tezahürüdür ve amelîdir.

Sıdk ve sadakat imanı, sadaka da ameli temsil eder. Tek başına mücerred iman bir insanın kâmil mümin olmasına yeterli değildir. Bu imanı amelle derinleştirmek lazımdır ve infak ve sadaka bu süreçte önemli dinamiklerdir.

Sözün özü misafir olduğumuz şu üç günlük dünyada elimizden geldiğince iyilik yapmaya çalışmalı, sadaka, burs ve himmetlerimizi ahirette hakkımızda müspet tanıklık yap-maları için önümüzden giden vesikalar olarak göndermeli-yiz. Zira sadaka ve infak Rabbe sadakatin nişanesidir.

42 Mâ’ûn Sûresi, 107/1-3

Şeytanın “İnfak Etme Yoksa Fakir Düşersin” Tehdidi

Bakara Sûresinde Cenâb-ı Hak mealen “Şey tan si zi (hayırda harcamakla) muhtaç olacaksınız di ye kor ku tur, si zi cim ri li ğe ve çir kin şey le re teş vik eder. Al lah ise ken di ka tın dan bir af ve lü tuf va ad bu yu rur. Al la h’ın ih sa nı ge niş-tir, her şe yi hak kıy la bi lir.”43 buyurur ve insanın en büyük düşmanı olan şeytanın onun infak etme isteği ve heyecanı-na “Fakir düşersin. Yarın bu mala ihtiyacın olacak. Keheyecanı-nara mal ayır ki yarın kimseye muhtaç olmayasın.” gibi telkin-lerle engel olmak istediğini haber verir. İnsan her ne za-man iyilik adına bir adım atmak istese şeytan bundan son derece rahatsız olur ve iyilik adına düşünülen her projenin önüne geçmek ve onu akîm bırakmak ister. Bütün hayırlı işlerde olduğu gibi infak konusunda da o, elindeki bütün tuzakları kullanarak salih insanlara mâni olmaya çalışır.

Eskiler “Bi-hasebi’l-magrem, el-mağnem.” yani “Ne ka-dar sıkıntı ve zor şartlar söz konusu ise ücret ve mükâfat da o nispette olur.” şeklinde bir prensip ve kaide ortaya koy-muşlar. Buna binaen kışın kar altında soğuk suyla abdest alan ve namaz kılan bir kişi ile sıcak yuvasında ılık suyla abdest alıp namaz kılan insanın alacağı sevap aynı değildir.

Tabi ki ikisi de namaz kıldığından dolayı sevap kazanacaklar ve Allah’ın lütfuna mazhar olacaklardır fakat zor şartlarda ibadetini yerine getiren kişilere Allah ayrıca lütuflarda bu-lunacaktır. Burada ibadet hayatını zorlaştıralım ki daha çok sevap kazanalım gibi bir şey demek istemiyorum. Zira bir in-sanın iradî olarak ibadetini zorlaştırması makbul bir şey

de-43 Bakara Sûresi, 2/268

SADAKA VE İNFAK

ğildir. Ancak bazı durumlar vardır ki sair zamanlara nispetle çok daha kazançlı ve semereli olurlar. Mesela sınır boyunda nöbet tutmak, cephede düşmanla yaka paça olmak veya o şartlarda bile Allah’a ibadet etmeyi ihmal etmemek gibi.

Allah Resûlü bu hususa misal olabilecek bir sözünde şöyle buyururlar: “Güçlü-kuvvetliyken, sıhhatin yerindey-ken, cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmektey-ken, daha büyük zengin olmayı düşlerken verdiğin sada-kanın sevabı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de

“falana şu kadar”, “filana bu kadar” demeye bırakma. Za-ten o mal vârislerden şunun veya bunun olmuştur.”44

Buradan anlaşılan şartların zorluğuna ve şeytanın bü-tün telkinlerine rağmen yapılan iyilik ve infakın çok daha değerli olduğudur. Şeytan her ne kadar mâni olmaya çalış-sa da hayırda ve infakta acele edip işi son âna bırakmamak gerekir. Zira Allah her insanın önüne hayat boyu pek çok kere iyilik yapma fırsatları çıkarır. O anları iyi değerlendi-rip sonra yaparım diye geçiştirmeyenler en isabetli olanı yapmış ve fırsatı ganimet bilmiş kimselerdir. Unutmayalım ki en faziletli ameller kişinin kendisinin yaptığı amellerdir.

Zamanında kendimizin yapmadığı amelleri ölümümüzden sonra başkalarından beklemek çok daha zor bir iş ve akı-beti belli olmayan bir taleptir…

Kendi Ellerinizle Kendinizi Tehlikeye Atmayın Emevi hilâfetinin daha ilk yıllarında, İslâm askerleri İs-tanbul surları önünde savaşıyorlardı. Bu arada, bir yiğit, yalın kılıç ortaya atılmış, sağa sola koşuyor ve düşman

44 Buhârî, Zekât 11, Vesâyâ 17; Müslim, Zekât 92

saflarına saldırıyordu. Onu böyle gören askerler bağırıyor ve: “Sübhanallah, kendi eliyle kendini tehlikeye atıyor!”

diyorlardı. Bunun üzerine, o güne kadar Allah Resûlü’ne karşı hep vefalı davranmış, Medine’yi ilk teşriflerinde mü-barek evini O’na açmış, gül devrinde hep O’nunla olmuş, O’ndan sonra da yolundan milim ayrılmadan hep aynı çizgide yürümüş ve en yaşlı döneminde de kendini atın sırtına bağlattırarak, Konstantiniyye’nin fethine, Anadolu misafirliğine ve ötelere yürümüş, peygambere birkaç ay mihmandarlık yapmasına bedel gibi, birkaç asırdan beri, mihmandarlığını yaptığımız Ebû Eyyub el-Ensarî Hazretleri

(radıyallahu anh) hemen öne atıldı ve:

“Ey insanlar, siz, bu ‘Al lah yo lun da ma lı nı zı har ca yın da, ken di el le ri niz le ken di ni zi teh li ke ye at ma yın ve hep gü-zel dav ra nın. Çün kü Al lah gü gü-zel ha re ket eden le ri se ver.’45 âyetini yanlış tevil ediyorsunuz. Bu âyet, biz Ensar toplulu-ğu hakkında nazil olmuştur. Allah, İslâm’ı kuvvetlendirip de onun yardımcıları çoğalınca, biz de kendi aramızda, ‘Allah, İslâm’ı güçlendirdi ve İslâm’ın yardımcıları çoğaldı. Artık, biraz da ziyan olan mallarımızın telafisine çalışsak; kaybetti-ğimiz dünyalığımızı yeniden kazanmaya baksak iyi olacak.’

dedik. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, işte bu âyeti inzal bu-yurdu ve bize şunları hatırlattı: ‘İmkânlarınızı Allah yolun-da harcamamak, infak etmemek suretiyle kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Asıl tehlike, malların üzerine oturmak, gazayı terk etmek ve dünyalığa dalmaktır.”

Evet, bizim dinimizde istikamet ve istikrar çok önemlidir ve biz ölüm gelip kapımızı çalıncaya kadar Allah’a ibadet

45 Bakara Sûresi, 2/195

SADAKA VE İNFAK

etmek ve O’nun yolunda hizmet etmekle mükellefiz. “Ben bir zamanlar şu kadar hizmet etmiştim, şu kadar malı Hak yolunda infak etmiştim; artık bir köşeye çekilip kendi işle-rimle meşgul olayım, şahsi işlerime öncelik vereyim.” de-mek kulluk ve gayret adına önce duraklamayı sonra da -Allah korusun- gerilemeyi netice verecek bir düşüncedir ve Hakk’ın razı olmadığı bir yoldur. Bundandır ki Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri seksen küsur yaşında Müslüman ordularıyla İstanbul önlerine kadar gelmiş ve şahadeti bu topraklarda yudumlamıştır. O mübarek zat “Ben yaşlan-dım artık başkaları i’lâ-yı kelimetullah yolunda gayret et-sin.” demeyerek arkadan gelenlere hüsnümisal olmuştur.

Rabbim, hepimize bu şuur ve idraki nasip etsin inşallah...

Ölüm Gelip Çatmadan…

İnsan mala aşırı düşkün bir varlıktır.46 Bu imtihanda nef-sini iyi terbiye edemeyen, güçlü bir imana ve iradeye sahip olmayanlar, dünyevî servetlerin kalıcı olduğunu zannede-rek aldanabilirler. Ki maalesef pek çoğu da aldanmakta.

Hâlbuki bu dünyada elde edilen her türlü mal ve servet yine bu dünyada kalacaktır. Yunus Emre’nin dediği gibi hepimiz “Ana rahminden geldik pazara/Bir kefen alıp dö-neceğiz mezara” Bu büyük gerçek bizi beklerken insanın malım malım diye üzerine titrediği ve varlığıyla övündüğü şeylerden, yiyip tükettiği, giyip eskittiği elbiselerden başka nesi vardır ve onun bu dünyada Allah rızası için sadaka olarak verdiği, ahirette de sevabını umduğu harcamaların-dan başka hangi şey kendisine menfaat sağlayabilir ki?

46 Âdiyât Sûresi, 100/8

Evet, âkil bir insanın yapacağı iş malını ebediyet yolun-da sarf etmek arkayolun-da muhtaç eş, çoluk-çocuk ve akraba bırakmadan servetini en güzel şekilde değerlendirmektir.

Unutmayalım her fani gibi bizim de hayatımız belli bir sü-reyle sınırlıdır. O vakit tamam olunca herkes gibi biz de Allah’ın huzuruna yürüyeceğiz. Dolayısıyla ne yapıp edip mahşer meydanına hazırlıklı gitmeli, bu uzun yolculukta işimize yarayacak salih amelleri yanımızda götürüp ahiret yurdunda kurtuluşa ermeyi hedeflemeliyiz. Cenâb-ı Hak henüz o gün gelmeden bizleri uyarmak için mukaddes kita-bında mealen şöyle buyurur ve bir an önce ibret almamızı salık verir: “Siz den bi ri ni ze ölüm ge lip çat ma dan ön ce, si ze na sib et ti ği miz im kân lar dan Al lah yo lun da har ca yın! Ölüm ge lip ça tın ca: “Ya Rab bî, az müh let ver ba na, bak na sıl ha-yır lar ya pa ca ğım, tam tak vâ eh lin den ola ca ğım!” di ye cek ol sa da Al lah, vade si ge len hiç bir kim se nin ece li ni er te le-mez. Al lah yap tı ğı nız her şey den ha ber dar dır.”47

Abdullah İbn Şihhîr (radıyallahu anh) Efendimiz’in huzuruna girmişti. Allah Resûlü “Dün ya lık lar la bö bür len mek, oya la dı siz le ri. Tâ boy la yın ca ya ka dar ka bir le ri! Ha yır (ge çi ci dün ya zevk le ri ne bağ lan mak doğ ru de ğil, sa kı nın bun dan) ile ri de bi le cek si niz! Evet, evet! İle ri de bi le cek si niz! Sa kı nın bun dan!

Eğer ke sin bir tarz da (il mel ya kin) bil sey di niz böy le yap maz-dı nız. Siz Cehennem’i gö re cek si niz. Evet, evet onu mut la ka göz le ri niz le gö re cek si niz! Son ra o gün ni met ler den he sa ba çe ki le cek si niz!”48 âyetlerini okuyordu. Bitirdikten sonra Hz.

47 Münafıkûn Sûresi, 63/10-11

48 Tekâsür Sûresi, 102/1-8

beyr (radıyallahu anh) bu sûre ile ilgili olarak Hz. Pey gam be re: “Bi ze han gi ni met ler so ru la cak: Bü tün yi ye ce ği miz iki ka ra şey den (hur ma ve su dan) iba ret. Kı lıç la rı mız ise

SADAKA VE İNFAK

Abdullah’a şöyle dedi Efendimiz: “Âdemoğlu, malım malım deyip duruyor. Hâlbuki ey insanoğlu! Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın mı var ki?”49

Mal, tasadduk edilerek bir anlamda ebedîleşmiş olur.

“Si zin eli niz de ki ler tü ke nir, ama Al lah’ın elin de olan lar ba-ki dir.”50 buyuruyor Hazreti Mâlikü’l-Mülk bu hakikati bize talim ederken.

Hem insanın cimrilik yapıp elinde tuttuğu mal hakikatte azdır ve geçici bir eğlencedir. O, Allah adına harcanınca çoğalır. “Dün ya zev ki pek az dır, âhiret ise gü nah lar dan sa-kı nan lar için sırf ha yır dır ve si ze sa-kıl ka dar ol sun hak sız lık ya pıl maz.”51

Rıza-yı ilâhiye nail olma yolunda infak edilen mal veya imkânlar, ebedî saadetin sermayesidirler. Hazreti Mevlâna, bu saadete ulaşmak isteyenlere şöyle nasihat eder: “Bu dünyada yediğin ve içtiğinden bir miktarını hayrın için azalt ki ileride Kevser havuzunu bulasın. Vefa toprağına bir yudumcuk döken kişiden, devlet avı nasıl kaçabilir?”

İslâm âlimlerinden Mücahid der ki: “İnsan Hak rızası istikametinde dağ kadar malını infak etse hiçbir zaman piş-man olmaz.”

İbrahim İbn Beşşâr, İbrahim İbn Ethem ile olan bir ha-tırasını şöyle nakleder: “Kendisiyle birlikte Trablus şehrinde idim. Yanımızda yiyecek olarak iki parça ekmekten başka

her za man yanımız da (sü rek li teh li ke için de yiz) di ye so run ca O: “Ha be ri niz ol sun ki ile-ri de, na il ola ca ğı nız birçok ni met ler ola cak tır.” bu yur du.

49 Müslim, Zühd 3-4

50 Nahl Sûresi, 16/96

51 Nisâ Sûresi, 4/77

hiçbir şey yoktu. Karşımıza çıkan bir dilenci yalvara yakara bizden ekmek isteyince İbrahim İbn Ethem bana onları di-lenciye vermemi söyledi. Ben bir müddet duymazlıktan gel-dim. Bunun üzerine bana ‘Senin neyin var? Neden adama istediği şeyi vermiyorsun?’ diye çıkıştı. Bunun üzerine ben de iki ekmekten ibaret olan sermayemizi o dilenciye verdim.

Çok şaşırmıştım ve onun ne yapmak istediğini anlamaya çalışıyordum. Az sonra bana dönerek dedi ki ‘Ya Ebâ İshak!

Sen yarın şimdiye kadar hiç görmediğin şiddetli bir günle karşılaşacaksın. Bil ki o gün önceden göndermiş olduğun şeyleri hazır bulacak dünyada iken yiyip tükettiğin şeyleri ise arkanda bırakacaksın. Binaenaleyh yarınki mahşer gününe çok iyi hazırlan. Zira ölümün seni nerde ve ne zaman yaka-layacağını bilemezsin.’ Bu sözlerden sonra gözlerim doldu ve ağlamaya başladım. Tesirli nasihati ile dünyayı gözümde değersiz bir meta haline getirmişti.”52

Keşke bizim de İbrahim İbn Ethemler gibi hayırhah dostlarımız olsa. Dünyaya doğru meylettiğimiz zaman biz-leri ahirete doğru çevirseler. Hikmetli ve ibretli nasihatbiz-leri ile ebedi hayatı kazanma yolunda bizlere yardımcı olsalar.

Allah’ım! Kerem ve lütfundan bizlere de böyle sadık dostlar nasip et ve bizleri İbrahim İbn Beşşâr gibi ibret ala-bilen, hayatına çeki düzen verebilen kullarından eyle…

Sofranızı Herkese Açın

Eli açık olmak ve misafir ağırlamak, sofralarımızı tanı-dık, tanımadık kimselere açmak İslâm’ın en faziletli kabul ettiği amellerden birisidir. Zira Allah Resûlü’ne gelip

“Müs-52 Mustafa İbrahim Hakkı, Reddu’l-belâ bi’s-sadaka, [Neşr: saaid.net]

SADAKA VE İNFAK

lümanın hangi ameli daha hayırlıdır?” diye soru soran bir şahsa Efendimiz “Tanıdık tanımadık herkese yemek yedir-men ve selâm veryedir-mendir.”53 şeklinde cevap vermiştir.

İnsanlar, genellikle yakınlarına, sevdiklerine ya da ilti-fat ve iyiliğe layık gördüklerine ikramda bulunur ve onlara selâm verirler. Oysa her hâlükârda kimseyi küçümsemeden herkese aynı davranabilmek kâmil mümin olmanın gerek-lerinden biridir. Bazı kibirli insanlar Allah’ın selamını bile birilerinden esirger ve onları selâm vermeye lâyık görmez-ler. Bu asla doğru bir davranış değildir. Aynı yanlış maale-sef ikramlarda, davetlerde de ortaya çıkmaktadır. Hâlbuki İslâmiyet yemek yedirmekte ve selâm vermekte böyle bir ayırıma gitmeden eşit davranmayı tavsiye etmektedir.

Dinimizde fakirleri ve açları doyurma mevzuu âyet-i rimelerde ve hadislerde dile getirilmiş; zekât, sadaka, ke-faret ve fidye gibi meselelerde fakirlerin doyurulması ko-nusu, sınırları çizilerek genişçe ele alınmıştır. Peygamber Efendimiz sofraları insanlara açma mevzuunda zengin-fakir, mümin-müşrik ayrımı yapmamış; mutlak anlamda yemek yedirmeyi tavsiye etmiştir. Bu açıdan, öncelikle Müslümanlara olmak üzere, Hıristiyan, Yahudi, Budist ya da kim olursa olsun gayrimüslimlere bile ikramda bulun-mak sofralarımızda onlara yer vermek yukarıdaki mezkûr hadisin muhtevasına dâhildir.

Yemek yedirme tavsiye veya emrini çok geniş anlamda değerlendirmemiz gerekmektedir. Allah rızası için yemek yedirmek salih bir ameldir ve her ikramın bir sevabı vardır;

fakat soframıza oturan insana göre o sevabın artması da

53 Buhârî, Îmân 6, 20; İsti’zân 9, 19; Müslim, Îmân 63

söz konusudur. Hak dostlarından ve Allah’ın sevgili kul-larından birine yedirdiğimiz yemek, Allah nezdinde öyle büyüktür ki, onun bizim için yedi veren, hatta yetmiş veren başak gibi olması ve evimizi bereketle doldurması kuvvetle muhtemeldir. “Her geceyi Kadir, kapına gelen her insanı da Hızır bil!” denir. Tanısan da tanımasan da kapını ça-lan herkesi Hızır gibi kabul etme, güler yüzle karşılama ve ona ikramda bulunma yemek yedirmenin hakkını verme demektir. İşte, Peygamber Efendimiz’in “yemek yedirin”

sözü bu genişlikte yorumlanmalıdır.

Ayrıca müminlerin en bariz vasıflarından biri de karşı-lık beklemeden yedirip içirmek ve insanlara ikramda bu-lunmaktır. Onlar muhtaçların ihtiyaçlarını gidermek ve Allah’ın lütfettiklerinden infakta bulunmakla rıza-yı ilahiyi tahsile çalışırlar. Müminler ikramın keyfiyetine değil, onu ortaya koydukları andaki niyetlerine önem verirler. “Ya-rım hurmayla bile olsa kendinizi ateşten koruyun” ve “Ey

Ayrıca müminlerin en bariz vasıflarından biri de karşı-lık beklemeden yedirip içirmek ve insanlara ikramda bu-lunmaktır. Onlar muhtaçların ihtiyaçlarını gidermek ve Allah’ın lütfettiklerinden infakta bulunmakla rıza-yı ilahiyi tahsile çalışırlar. Müminler ikramın keyfiyetine değil, onu ortaya koydukları andaki niyetlerine önem verirler. “Ya-rım hurmayla bile olsa kendinizi ateşten koruyun” ve “Ey

Belgede Allah çin Vermek FARUK ÇETİN (sayfa 50-84)

Benzer Belgeler